yazıp çizdiğimiz, anlatıp paylaştığımız, üzerinde konuşup tartıştığımız insanların çoğu “mağdur”, “çile çekmiş”, “eziyet görmüş” ya da bir takım “hak ihlâllerine maruz kalan” kişilerdir genellikle.
ne yazık ki bu coğrafyada görünen, yaşadıkları anlatılan ya da gündem olan kişiler böyle insanlardır. ben de çok yazdım, yazıyorum onları, bilinsinler, unutulmasınlar diye, unutmayalım diye...
o yüzden demokrasi ve özgürlüğün olduğu insan hakları ve hukukun üstünlüğünü kabul edilmiş toplumlarda “sıradan insanların hikâyeleri”ni daha çok okuruz. bir çoğu şaşırtır bizi.
ayrıca o ülkelerde “biyografiler, otobiyografiler” daha çok yazılır. pek çok insan kendi yaşam hikâyesini anlatır sıklıkla.
çok hoşuma gider onları okumak. eğer kişiyi gerçekten tanımaya, anlamaya sağlıyorsa çok da değerlidir, çünkü her yaşam bir dünyadır.
bizde ise bunu yapmak isteyenler sıklıkla canı en çok yananlardır. onlar da sıklıkla başaramazlar bunu yapmayı. ardından yazılır bizim ülkede o yüzden “biyografi”ler. bir “iz olsun” diye...
melih cevdet anday “yaşamak anımsamak mıdır yoksa / sanmam, biz de bir sestik belki / birileri için yıllar önceki / şaşırtıcı bir karşılaşmada” diyor. belki de öyledir...
ölüme dair
14 ocak 2013 babamın ölüm tarihiydi… bir yıl oldu onu kaybedeli. artık aramızda değil, ama anımsadığımız sürece ve andığımız kadar bizlerle beraber olacak, yitirdiğimiz tüm insanlar gibi.
sevgili “şair” arkadaşım aynur uluç yeni yayınlanan “az gittim çok döndüm” kitabında gerçek ölümün öleni tanıyan herkesin öldüğü zaman olacağını yazmıştı bir başka şaire atfen.
ölüme dair daha önceki bir yazımda, beden olarak ölmeden önce, “beyin ve bellek olarak ölmek”ten söz etmiştim. sonra da fiziksel ve biyolojik canlılık bitince gerçekleşen ölüm var. bu her canlı için kaçınılmaz bir son.
ancak başka “ölüm”ler, ölme zamanları da var: onlar da bedenen ölmeden yaşanana benziyor ve beyinle ilgili. sevgili aynur’un da yazdığı gibi onu tüm tanıyanlar öldüğünde bir kez daha ölünüyor. adı yalnız mezar taşlarına yazılı insanların çoğunun başına gelen de bu.
bir başka ölüm, onu tanımasalar da, varlığından haberdar olanlar ve bilenlerin tümü öldüğünde, ya da artık kimse anımsamadığında oluyor. bu ölüm belki de gerçekten acıtan ve gerçekten bir son.
en son ve “gerçek” ölüm ise gidenin dünyada bıraktığı tüm izler ortadan kalktığında oluyor. onun adı “gerçek ölüm” yani “yokluğa karışmak”. hiç var olmamışçasına silinmek.
insanların yokluğa karışmaları uzun sürüyor kısacası; ama “mümkün” de! onun için ölmekten ve ölümden çok da kaygılanmamak gerek! ölenlerin ardından onları tanıyanlar, bilenler, anımsayanlar var oldukça ölümü yok sayabiliriz.
asıl yapılması gereken belki de sağken, yaşarken yaptıklarınla ve yapmadıklarınla unutulmamayı, hep anımsanır olmayı sağlamak! daha önce yitirdiğim sevgili arkadaşım “ilhan özel” için dediğim gibi “yaptıkların seninle gidiyor” çünkü.
mezarı başında anımsananlar
babamın mezarının başında onunla konuşurken bunları düşündüm. bunları düşünürken, bir yandan da onun yaşamını ve yaptıklarını tabii.
19 temmuz 1931’de giresun’da doğmuş. babası kurtuluş savaşına da katılmış, memleketin eşraflarından bir ailenin küçük oğlu. askerlik dönüşü eli kalem tuttuğu için bir dönem “dava vekilliği” yapmış, ama esas olarak ailesinin geçimini kendi payına düşen mal mülkü satarak sağlayan bir adam. annesi ise çocukluğunda yaşadığı göçü ve kayıpları anımsayan kızdığı zaman bilinmedik bir dilde küfreden bir kadın. kimlerden olduğu, kökeni sorulduğunda “ahıska türkü” olduğunu söylüyor. babası ve annesinin her birinin farklı hikâyeleri var; uzun derin ve karmaşık.
yaşları birbirine yakın üç erkek çocuğun üçüncüsü olarak. bir büyüğü olan süreyya 9-10 yaşındayken bir enfeksiyon hastalığından ölmüş. aklı ve sanki “büyümüş de küçülmüş” gibi olduğu söylenen bu güzel çocuğa yönelik sevgi ve özlemin ona yönelik olanı eksilttiğini söylemek mümkün belki de. hele hele arkadan birbirinin ardı sıra gelen iki kız kardeş daha olursa!
o yüzden “kavruk” bir çocuk olmuş küçük necdet. “futbol”a meraklı, üstelik “beşiktaş”lı. güzel de oynuyor. futbolun sevildiği yıllarda pek çok ilde bulunan o ilin “beşiktaş” kulübünün oyuncularından birisi. ama babasının “okumak gerekir” sözünü kendi ölçeğinde tutmak zorunda. çünkü o zaman futbol, bugün olduğu gibi “karın doyurmuyor”.
ikinci sınıfa gittiği sırada bir gün okuldan eve erken dönüyor. siyah önlüğünün üstüne taktığı “beyaz yaka”sı elinde, ağlıyor tüm çocuklar gibi. ağlarken yinelediği cümle de diğer çocuklarla aynı: “babamız öldü, babamız öldü”.
babaannem onu o halde görünce gerçek sanır ve dövünmeye başlar, ama sonra anlar ölenin kocası değil “milletin babası” olduğunu. bize anlattığı ilk çocukluk anısı buydu. sonra bu anının o günü yaşayan tüm çocukların ortak anısı olduğunu öğrendim.
denizi çok sevdiği için balıkçı olmayı da düşünmüştür ama, çok kısa bir dönem dışında tüm ömrü boyunca bunu hep yaşamın sonuna doğru ötelemiş ve bir türlü gerçekleştirememiştir…
okuma zorunluluğu onu “düz” ortaokul yerine sanat okuluna gitmeye zorlar. çünkü ortaokula gitmek daha yukarısını okumayı gerektirir. onun ailesinin böyle bir gücü yoktur. “hayata erken atılmak” adınadır bu seçimi.
hayatın akışı ve götürdüğü yer...
torna-tesviye bölümünden mezun olur sanat okulunun. teknik resmi de kuvvetlidir. yolu zonguldak- kozlu’ya kadar gider. yaklaşık bir buçuk yıl madende çalışır bir teknisyen olarak. sonra bir fırsat çıkar karşısına ve daha “garantili” iş sağlayacak olan astsubay okuluna girer. aslında teknik eğitimi ona bu kapıyı açar ve “iki pırpırlı” makinist astsubay olarak ataması yapılır okul bitiminde.
yediği içtiği ayrı gitmeyen bir “arkadaş”ı vardır astsubay okulunda: “eskişehirli yakup”.
yakup gelibolu’yu, o bursa’yı çekmiştir kurada. “becayiş” yaparlar yani kurada çektikleri yerleri değişirler. çünkü gelibolu deniz kıyısıdır, bursa ise eskişehir’in kapı komşusu.
gelibolu’da ilk işi bir kayık almak olur. astsubaylara balık tutmak yasak değildir, futbol oynamak da; tabii evlenmek de!.. ama asker olanlar herkesle evlenemez. o yüzden aşık olup peşinde dolandığı rum kızını alamaz o tarihlerde sayıları çok az olan; üstelik tuhafiyecilik yapan babasıyla da arkadaş olmasına karşın. memlekette bıraktığı çocukluk aşkını da alamaz. çünkü madende çalıştığı sırada yakalandığı hastalık yüzünden geleceği belirsiz görülür, kızın ailesince. evlilikler acılar için değildir, o dönemde yaşamak içindir. ama genellikle acıyla yaşanılır.
o yüzden evlerinin karşısındaki hatice hanım’ın güzel yeğenini başta annesi olmak üzere, kardeşleri ve bu tür kararlarda sözü geçen diğer büyükleri beğenir. bir kez görür yalnızca, kız da onu. rita haywort gibi kızdır, beğenir. kız da onu… evlenirler.
köyü dışında bir tek giresun’un merkezini bilen genç kız önce istanbul’u, sonra gelibolu’yu görür. çok geçmez bir de “tosun” gibi bir bebekleri olur. bebek doğduğu sıralarda ilk kez hastaneye yatırılacak kadar hastalanır, üstelik durumu ciddi olduğu için istanbul’a gönderilir. yapılması gerekenler yapılır, gerisi “allah”a bırakılır. ciğerinde ölene kadar taşıyacağı izler ve ona göre onu “öldürecek” olan hastalık da o zaman peydahlanır.
memleketin diyarları
sonunda iyileşir ve askerliğin kuralları galip gelir: askerlik-tayinler-yollar ve yolculuklar.
tabi o süreçte doğan yeni çocuklar, kalabalıklaşan aile. tanışılan yeni insanlar, yeni dostluklar.
izmit köseköy’deki kısa süreli görev yakındaki adapazarı sapanca’da sürer. keyifli ve heyecanlı gençlik yıllarıdır bu yıllar… tek oğluna kardeş kızları orada doğar. o yılların öyle herkese anlatılmayan, bazı anları da vardır. arada istanbul’a kaçılan ve istanbul’un meyhanelerinde sabahlanan zamanlar gibi.
sonra da ilk “şark” hizmetinin yapıldığı erzurum’a çıkar yollar. ülkenin genel gidişi karışıktır o dönemde. daha sonra sıkça yaşanacağı üzere devletin başında askerler vardır. o dönemde orduya gelen serbestinin sonucunda ilk bıyıklı askerlerden birisi olur. politikayla ilgisi yoktur. orduyla ilgili olarak kural edindiği “kaçmayacaksın, görünmeyeceksin, görmeyeceksin, söylemeyeceksin”i her zaman uygular kendi “askeri yaşamında” ve yalnızca işini yapar:
her zaman çok sevdiği, bir şeyleri “yapma, onarma, yaratma” işini en iyi şekilde yapar. hurdaya çıkmış eski bir “cemse”(cms) den bozarak yaptığı ilk servis otobüsü sefere başladığında, askeri hiyerarşiyi, askerlerin eşleri için de uygulamaya kalkanlara itiraz eder. itirazı kabul görmeyince de ailesi dahil kimse onu o otobüse bindiremez. “dik başlılığı” asıl özelliklerinden birisidir. özellikle işini ona öğretmeye kalkana ya da “bu olmaz” diyene her zaman cevabını yaparak ve göstererek verir. bu özelliği yüzünden yaşamındaki ilk ve tek kıdem ilerlemesi cezasını da o sırada alır.
arkadaşı yakup’la ikinci kez orada yolları kesişir. bu kez ailecek “arkadaş” olurlar, eşleri, çocuklarıyla… yedikleri içtikleri ayrı gitmez. bir başka rastlantı ikisinin de eşlerinin ve bir çocuklarının isimlerinin benzer olmasını sağlar. sonra art arda şark hizmetleri biter, yeniden ayrılırlar.
o konya’ya atanır 1965 yazı başında. daha bir yılı dolmadan altı aylığına italya’ya gönderilecek dört makinist arasına katılır. üstelik dördüncü ve “son” çocuğu, yine bir oğlan yeni doğmuştur. dördü birden türkiye’nin ilk helikopter makinistleri olacaklardır. kurs biter bitmez de ankara’da görevlendirilir. 1966’nın sonlarıdır.
ankara hiçbir yere benzemez. orada ilişkiler daha farklıdır. yeni öğrendiği işini “helikopter makinistliği”ni en iyi şekilde yapmak en önemli uğraşıdır. kıbrıs’ta başlayan çatışma ortamının etkisiyle başlayan ilk amerikan ambargosunun helikopterlerin süreyle değişmesi gereken bazı parçalarının torna makinesinde elde yapmaya kadar götürür onu. tek amacı helikopterleri hep uçar halde tutmaktır. diğer üç arkadaşından birisini odtü’nün kenarındaki eymir gölüne düşen helikopterde yitirir. ona göre helikoptere bile sokulmaması gereken bir yeni yetme pilotun hava atma isteği bu sonu getirmiştir. o yüzden “subay”ların, hele hele genç subayların hepsine karşıdır. hem bilmezler hem de rütbeleri yüzünden hep amirlik taslarlar. oysa ona göre askerliğin rütbesi orada olarak ve yaşanarak elde edilir.
o dönemde “yakup”la yine yolları kesişmiştir. yenimahalle beşinci duraktaki evleri yine karşı karşıyadır. sonra yakup “ölümcül” bir hastalığa yakalanır ve 3-4 ayın içinde onları bırakır yıldızlara gider. son anına kadar yanında ve eli elindedir arkadaşının. yaşamının dönüm noktalarından birisi de belki bu ölümdür. çok yakınını ve kader birliği yaptığı bir insanı kaybetmek kendisiyle ilgili yıllar öncesinden beri var olan hastalıklarının daha da ilerlediği düşüncesini doğurur onda da.
her şeye rağmen yaşam güzeldir. ölüm için yaş her zaman çok erkendir. bir yıl boyunca “bakkal cemal” adıyla her türlü hastalık yönünden her türlü tetkiki yaptırır. hastaneyle bu ikinci sıkı temas, yaşamının son dönemine kadar ona hemen her hastalığı yaşatacak ve öğretecek bir sürecin başlangıcıdır.
yine muhtemelen ölüm korkusu, ölümden sonrayı düşünmeyi de gündemine getirir. arada sırada içtiği “cinzano”lar artık mazide kalmıştır. ibadete başlar. üstelik de görevdeyken bile ibadetini yapmaktadır. o dönemde belki de askeriyenin içindeki ilk camiyi de yaptıranların arasındadır. bu duruş askeriyenin “tarz-ı icra"sına dair ikinci kökten itirazını oluşturur ve emekli olma süresi dolar dolmaz da ona önerilen her türlü işi reddederek ordudan ayrılır. yıl 1973, yaşı 42’dir. uçucu sınıf asker olduğu için 5 yıl yıpranması vardır. 27,5 yıl üzerinden emekli olur.
istanbul’da yaşanan yıllar ve son
çocukları büyümektedir ve babasının onun için yaptığını o da çocukları için yapmalı, onları okutmalıdır. okulların çoğu “istanbul”dadır. istanbul’a ve istanbul’un bir sahil semtine gelinir.
bu onun içindeki “beşiktaşlılığın” bir sonucudur aslında. emekli olurken verilen ikramiye ve oyak’ın verdiği kredi başını sokacağı bir mekan edinmesini sağlar. çocukları okuduğu için çalışması gerekmektedir; pek çok iş yapar. genellikle kendi yeğlediği ve hoşuna giden ama parası az işlerdir yaptıkları. oysa daha emekli olduğu gün özel şirketler ona kendi sahip oldukları helikopterlerin makinistliğini yüksek ücretlerle önermişlerdir.
o “aynı işi yapacak olsaydım neden emekli oldum, kendi ekibimle askeriyede yapardım” diyerek çok parayı reddeder. parası daha az ama kendi kafasına uygun işleri yapmayı sürdürür.
çocukları sıradan okullarını bitirip ayrı birer “ev” olduktan ve ona ardı ardına üç torun verdikten sonra artık çalışmayı bırakır. yaklaşık son yirmi yılı birbirine benzer günler halinde geçer.
bu dönemi bir yanıyla ölümden sonraki geleceğine hazırlanarak, yani bağnaz bir “softa” olmadan ibadet ederek, bir yanıyla da onu “zorunlu geleceği” olabildiğince uzağa atmak üzere ticarileşmiş tıbbın yönlendirdiği “hastahane”lerin müdavimi olarak yaşar.
yıllar önce ankara’da öğrendiği “en son tetkikleri” yaptırarak “hiçbir sorunu olmadığını” tescil ve tasdik ettirme alışkanlığı, bunları yaptırırken çektiği sıkıntılara rağmen alışkanlığı haline gelir. bazıları buna “hastalık hastalığı” ya da “emekli hastalığı” dese de dertlerinin bir bölümü ciddi sağlık sorunlarıdır. iki oğlu ve iki gelinin hekimliğinden nadiren “doğrudan” ama sıklıkla “dolaylı” olarak yararlanır. gerek onların arkadaşlarının, gerek onların hocalarının da “arkadaşı” olur zaman ve süreç içinde.
aynı zamanda bu sırada öğrendikleriyle bir de “alaylı hekim” olmuştur. bazı yeni hekimlerin bildiklerini ve yaptıklarını beğenmez, kendi dediğini yapsınlar diye onları zorlar, bunun için de epey bir çabalar, hem de “huysuz” bir hasta sayılması pahasına.
ama bu sırada en büyük zevki de bir astsubay olarak kıramadığı askeri hiyerarşiyi bir “asker emeklisi hasta” olarak kırması ya da aşmasıdır. artık doktorların “subay yıldızlı” rütbeleri onu “ast” saymaya yetmemektedir.
ölümü çağırır zaman daha ilerledikçe. çok çağrılınca da “ölüm” onu kırmaz, biraz uğraştırsa da 14 ocak 2013’de gelir ve onu diğer sevdiklerinin yanına götürür. on yılı aşkın zamandır sahip olduğu ve zaman zaman ziyaret edip düzenlediği “kilyos mezarlığı”ndaki yerine “tek başına” konulur.
şimdi orada mıdır, tek başına mıdır bilinmez...
son döneminde kendisiyle bir hesaplaşmaya girmiş midir bilmiyorum; o hesaplaşmanın sonucunun kendisi açısından nasıl olduğunu da…
geriye bakıp düşündüğümde onun hesabının pek de “eksi” de kalacağını düşünmüyorum. nazım’ın kabahatin çoğunu bulduğu “sıradan” vatandaşlardan ya da “sessiz çoğunluğu” oluşturanlardan birisi olarak yaşadı ve ömrünü tamamladı. kuşkusuz bu saptama, onun en büyük oğlunun “öznel” bir değerlendirmesidir. ama uzun bir ömrün “hikâye”si de budur.
öyle ya da böyle sonuç olarak tanıyanların onu unutması çok olası değil…
bu yazı “onu bilenlerin” de çok olması için yazıldı. anımsandığı sürece de bizimle yaşayacak. (ms/ekn)