on gün önce babamı kaybettim. 82 yaşındaydı.
bir hastanenin yoğun bakım yatağında ve her tarafına hortumlar, kablolar bağlı olarak yaşadı son günlerini. çok uğraştık, uğraşıldı ama bir şey yapamadık, yapılamadı...
doğanın yasalarından birisi de her canlının bir gün "bu an"ı yaşayacağı gerçeğidir.
o da bu gerçeği yaşadı ve şimdi kilyos sırtlarında başka şeylere dönüşerek varlığını sürdürüyor! tıpkı artık aramızda olmayan tüm diğer insanlar gibi.
her ne kadar bu anın bir gün, bir saat geleceği bilinse de insan önce şaşkınlıkla karşılıyor bu durumu. sonra da bir yerlerden bir acı peydah oluyor yavaş yavaş. giderek yoğunlaşıyor sıkıyor, çaresiz bırakıyor insanı!
hiç kimse yalnız değil; dostları arkadaşları, yakınları o anları paylaşarak acının birazını da üstlenip gidiyorlar. bazen bir bakış, bir dokunma, ağızdan çıkan bir doğal sözcük, bir kucaklama... sonrasında yazılan mesajlar, açılan telefonlar...
telefonda söyleyecek söz bulamamanın sıkıntısı, hatta o yüzden yaşanan sessizliğin anlattıkları... azalıyor o acılar, günden güne... şöyle ya da böyle...
en çok o anı yaşayanlar bunun anlamını biliyor bunların anlamını!
sonra düşünüyor insan, o gidişle neleri yitirdiğini... nelerin eksileceğini yaşamından...
yokluk ve boşluğun anlamını fark ediyor insan; sonra o yokluktan, boşluktan bir insanın varlığını fark etmenin anlamını, belki anlamsızlığını ve bu durum karşısındaki çaresizliğini.
yolda yürürken, bir şeye bakar, ya da izlerken, bir şey düşünürken, onun her zaman olduğu mekanlarda, onu oradaymış gibi hissediyorsun bir süre...
yokluğuyla onu fark ettikçe anlıyorsun eksikliği ve eksilmeyi, bunun ne demek olduğunu...
bu süreçte çok güzel sözler duydum dostlarımdan, çok anlamlı mesajlar aldım, hepsi ayrı ayrı yardımcı oldu bana; hepsi ayrı bir değer ve anlamıyla kişisel tarihimde bir yerlere kaydoldu, ben varken duracak orada. ama bir tanesini, sevgili arkadaşım halil aksu'nun yazdıklarını hiç unutmayacağım:
"mustafamın babası ..........öldü...dün camideydik, yıldız'da. bi arka sokakta otururmuş, kolaylık olsun sevenlerine diye seçmiş orayı, yorulmasınlar. padişahların camisiydi halbuki, ülkedeki en güzellerinden. üstelik mezar yerini de aramış, taramış, kilyos'ta denize bakan bir yatma yeri bulmuştu. oraya gömüldü. benimki 10 küsur yıl önce gitmişti, son birkaç yılını kalkmaksızın. son ayları yoğun bakım gibiydi, ben bakıyordum, mesleki duygularla karışık bir süreçti, bitişi hissediyor ve alışıyordum bu kaçınılmaz gidişe. pek de üzülmem sanıyordum. bitti... yandım... insan / yaşınız ne olursa olsun / çaresiz vedalar karşısında benliğinin o en kuytu zamanlarına iniyor, çocuklukla karışık... ve işte o zaman bir daha öğrendiydim: 'babalar aslında çocukları ölünce ölürmüş'... insan garip yaratık, büyüdüm sanıyorsun, işler, güçler, çoluk, çocuk, göğüslenilen acayip bir hayat, yargılar, değerler, dostlar, sevgiler...
ve ardından hepimizin bükülüp, sadeleştiğimiz anlar geliyor, gidenlerimiz bizi önce küçültüp, sonra büyültüyor. ve her giden baba, minnetle karışık onlara olan özlem duygumuzu depreştiriyor. çünkü biz hala 'minik elleri o dev gibi babaların kocaman ellerinde kaybolan zamanların çocuklarıyız'. başın sağolsun ve sen çok yaşa sevgili dostum mustafa..."
bir baba! bir yurttaş! bir insan!
o kimdi? onunla ilgili neler anımsıyorum, neler var belleğimde diye düşündüm bu süreç içinde zaman zaman. birlikte yaşadığımız ortak anları, yaptıklarımızı, yapmadıklarımızı...
en çok anımsadığım yanı bir "görev" insanı olmasıydı sanırım.
en çok da kendisine verdiği görevleri.
aktif mesleki yaşamı boyunca bir "teknisyen bir ast subay" olarak yapması gerektiği işleri en iyi şekilde yaptığını, bundan dolayı bir dolu, övgü, ödül aldığını biliyorum.
genç yaşında emekli olmaya karar verdiğinde, ona önerilen "yaptığı işin bir öğreticisi olma" statüsünü geri çevirirken bunun bir tepki olduğunu sonradan anlamıştım.
o bu kararıyla 30 yıla yakın bir süre görev yaptığı bu yapıdaki hiyerarşiye, onun hemen her durumda bilime ve akla aykırı mantığına itiraz etmişti. aslında çok yüksek sesle olmasa da hep itiraz ettiğini anımsıyorum. bu, onun bence bir başka önemli özelliğiydi.
bilginin gereğini yerine getirmenin her zaman doğru tutum olduğunu savunduğunu, bunu yaşamında hep ön planda tuttuğunu ve çatışmalarının temel nedeninin de bundan kaynaklandığını biliyorum. bu yüzden doğru ve haklı olduğu yerde çatışmaktan ve sözünü dile getirmekten sakınmazdı.
"herkese yani 'kamu'ya ait olanın kişiler tarafından salt kendileri için kullanılması, hem asla yapmayacağı, hem de yapılmasına izin veremeyeceği" bir durumdu. bu yüzden "herkese ait olanın herkes tarafından korunup kollanması" düşüncesine sahipti ve o yaşamı boyunca her zaman buna uygun davrandı.
yaşamasını sağlayacak kadardan daha çok paranın peşinde olmaması, maddi yönden aşırı istekleri olmaması bir başka yanıydı. çok konuşmazdı, güzel sözler söylediğine, son dönemi dışında duygularını da dışarı vurduğuna da pek tanık olmadım.
ama duyguları olan ve onları yaşayan bir insandı.
kısacası herkesin babası gibi bir "baba"ydı o da!
sevilen, sayılan, kimi zaman da korkulan, çekinilen... hep var olan ve var olacak olan.
ama gitti! artık yok.
aile ve adalet
bir baba, erkek egemen bir toplumun "aile" denilen çekirdek yapısının, temel unsuru, herkesin dediği gibi "direği". o gidince sıklıkla o yapı da bitiyor. çünkü direksiz bir aile olmuyor. aile ortadan kalkmasa da başka bir yapıya devrediyor kendini, devroluyor, dönüşüyor, katılıyor...
bir toplumun temel direği de "adalet". "mülkün" ya da "varlığın" temeli olması bu yüzden. adaletin olmadığı yerde insanlar bir topluluk oluştursa da, bir toplum oluşturamıyorlar. toplum olmak için önce "adaleti var etmek" gerekli.
insanlar bir araya gelip de "toplum" olduktan sonra eğer "adalet" ortadan kalkarsa, tıpkı babanın ölümünden sonra ailenin sona ermesi gibi "toplum" da sona eriyor. başka bir deyişle adalet ortadan kalktığında artık bir toplum olmaktan söz edilemiyor ne yazık ki.
24 ocak'ta bu ülkede her gün yaşadığımız bir çok adaletsizliğin ötesinde bir örnek daha yaşadık hep birlikte: suçun olmadığı bir olaydan bir "suçlu" yaratıldı; birileri öyle istediği için. sonra da o kişi "ağırlaştırışmış müebbet hapse" mahkum edildi; adaleti sağlaması gerekenlerin eliyle hem de. üstelik de herkesin gözü önünde ve o "herkes" gerçekleri görüp, bilip, söylerken... ne kadar itiraz, isyan edilirse edilsin, "adaletsizlik" bir kez daha tescil edildi ve bir yakıcı ve acıtan bir "gerçekliğe" dönüştü.
"ölüm haberi gibi"
olmayan bir suçun faili ilan edilip, bu haksız suçlamanın ve ona karşılık gelen cezanın kesildiği durumun mağduru olan; yaşamı boyunca her zaman çatışmadan ve şiddetten kaçınan, her zaman barıştan yana olan sevgili pınar selek ilk tepkisini "ölüm haberi almış gibiyim" diyerek verdi bir yayın organına!
acılar kıyaslanmaz bunu biliyorum; ama on gün kadar önce babasını yitiren ve bunun acısını yeni yaşayan bir insan olarak, ona verilen bu mahkumiyet kararını, dolayısıyla "adaletin yok olduğunu" öğrendiğimde daha büyük bir acı duydum; buna inanın!
sevgili pınar da annesini yitirmenin acısını yaşadı. onun için bir "ölüm acısı"nın ne olduğunu en az benim kadar iyi biliyor mutlaka; o yüzden onunla kıyasladı muhtemelen; ama "adalete dair o duygu ve inancı" yitirmek insanın canını çok daha fazla yakıyor!
o bu adaletsizliğin doğrudan mağduru olduğu için, eli kesilenin kesildiği yanda canının yandığının farkında olmamış olabilir. onun da bu adaletsizlik için canının acıdığına eminim!
belki bunu böyle hissedenler "aykırı", "öteki", "farklı" insanlar olarak nitelendirilebilir, hatta anlaşılmaz bulunabilirler. ama böyle hissetmeyi de biz babalarımızdan ve onların çocukları olarak biz bu güne kadar yaşadıklarımızdan öğrendik ve "doğru" kabul ettik.
bir babanın yitirilmesi sonuç olarak bireysel bir kayıp ve onu yalnız yaşayanlar hissediyor; ama bizi bir arada tutan mayanın, çimentonun harcın yitmesi bir bütün olarak bir toplumun, bir toplum olduğumuz duygusunun yitirilmesi anlamına geliyor ve o yüzden acıtıyor.
onun için bu adaletsizliklerin, yeniden tesis edilene kadar hepimizi acıtması gerekli.
onun suçsuzluğu ilan edilene kadar acımızın bitmeyeceğini, o özgür olana kadar hiç birimizin, özgür olamayacağını bilmeliyiz.
o acıyı herkes hissetmeden de bu ülkeye adaletin gelebileceği ummuyor ve beklemiyorum. (ms/ekn)