Ermeniyim. Öyle gururla filan değil. Hasbelkader Ermeni… Kainatın vâkıf olmadığım birtakım sırları sonucu Hagopcan’dan ve Maritsa’dan doğmuşum. Hasan ve Melike’den de doğabilirdim ya da Hans ve Marta’dan ya da Haim ile Maia’dan… O zaman hikâyem herhalde biraz farklı olurdu ama öyle olmadı. Beni Hagopcan ve Maritsa dünyaya getirdi. Türkiye’de, İstanbul’da… Ermeniyim. Öyle gururla filan değil. Hasbelkader.
Ermeniyim. Yani kimine göre ne istesem “çok”, ne istesem “ne haddime!”, ne istesem “Hadi oradan!”, ne istesem “Ben kim oluyorum ki!”…
Bunları biliyorum, yaşadım, gördüm. Ama işte, insan evladı çiğ süt emmiş, istedi mi istiyor. Ben de o hesap… Bir şeyler istiyorum. Hayal ediyorum. Hayal etmek istiyorum.
Bu, kişisel bir yazı. 24 Nisan 2015’in, yani yüz yıl önceki o “Gide, bir daha gelmeye” denilen kara günlerin yüzyıldönümünün bir gün öncesinde, ondan, bundan, şundan, kendimden, ne istediğimi yazmak istedim. Aslında sadece yükten –Ermeni olmanın yükünden– biraz sıyrılabilmek, biraz ferahlayabilmek, önümdeki geleceğe biraz daha hafifleyerek bakabilmek için.
Bu, kişisel bir yazı. Ne kimseyi temsil etmek, ne de yazarı dışındaki Ermenilerin düşüncelerini, duygularını yansıtmak gibi bir iddiası var. İstanbul’da, Kurtuluş’ta, kökleri Anadolu’da olan bir Ermeni ailede doğup büyümüş bir fani olarak yaşadıklarımdan, içinde bulunduğum ortamlardan, yaptığım işlerin penceresinden, kendi hayat tecrübemden süzülmüş bir fikir özeti bu.
Yazının hareket noktasını başlığı belirtiyor. Bir Ermeni olarak, olduğum kişi olarak, 1915’te yaşanan felaket bağlamında gelecekten ne bekliyorum? Bu meselenin taraflarından ne istiyorum?
Bu soruların yanıtlarını, olabildiğince net ve sade bir şekilde vermeye çalışacağım. Biraz uzun olacak, kusuruma bakmayın.
Başlarken, 1915’te ve takip eden birkaç yılda bu topraklarda yaşayan Ermenilerin başına gelenin, uğranan insan kaybının ve bununla bağlantılı her türlü kaybın, “geri döndürülemez bir şekilde” yitip gittiğini düşündüğümü söylemek isterim.
Ölenler öldü, çile çekenler çilelerini çektiler, sahip oldukları her şeyden mahrum kaldılar. Hayatları, yurtları, evleri, meslekleri, şarkıları, okulları, kiliseleri, sesleri, emekleri, yemekleri, tarihleri, bellekleri, aklımıza gelebilecek her şeyleri ellerinden alındı. Yok oldular, kayboldular, yeryüzünden silindiler.
Bu yok oluş, bu kayıp, yarın her ne yaşanırsa yaşansın, ister olan biten tüm boyutlarıyla kabul edilsin, ister dilenebilecek en sahici özür dilensin, ister milyarlarca liralık tazminat ödensin, ister en güzel barış günleri gelsin, ister yaşamaya devam eden her Ermeni’nin önüne kırmızı halılar serilsin, ortadan kaldırılamaz, geri döndürülemez.
Şunu demek istiyorum: Bu yazıda “şöyle olmasını istiyorum” diye dile getireceğim her şey yerine gelse bile, geçmişe dair hiçbir şeyi telafi etmesi mümkün değil. 1915’te yaşanan, bu topraklarda yeri doldurulması asla mümkün olmayan kayıplara neden oldu. Siz, biz, onlar, bugün ve yarın ne yaparsak yapalım bu gerçek değişmeyecek. Nokta.
Bu nokta, herhalde yeryüzüne dağılmış her Ermeni’nin benliğinde taşıdığı, bizleri biraz hüzünlendiren, ama çokça çıldırtan, anlatılması ve tanımlanması herhalde imkânsız bir genetik bilgi. Ben de daha fazla anlatmaya çalışmayacağım. Sadece, Ermeniler söz konusu olduğunda, bu türden anlatılamayan ve elle tutulamayacak bir deliliğin, gücünü derin bir hüzünden alan bir deliliğin bir yerlerde olduğunu hatırda tutmak gerekir diye yazıyorum. (Ve bu hali, bu halleri, elbette ki 1915’te yaşananlar, ama ondan da çok, o gün yaşananların 100 yıldır inkâr edilmesi yarattı diye tahmin ediyorum. Ama bu delilik meselesi bambaşka bir tartışma, burada girmeyeceğim.)
Geçmişe dair bir telafi mümkün değil, evet, ama sonuçta hayat, 1915’te hayatta kalabilenler için nasıl devam ettiyse, bugün de bir şekilde devam ediyor ve özellikle Türkiye’nin bu tarihi hakkıyla hatırlayabilmesi, onunla yüzleşebilmesi, bugün ve yarın nasıl bir hayat yaşayacağımızı belirlemek açısından hayati önem taşıyor. İşte bu yüzden, 1915, salt geçmişin değil, aynı zamanda geleceğin meselesi.
Bu bilinçle, Türkiye’den, her şeyden çok, bu tarihi, insani kaybı, acıları kabul eden; bunları çarpıtmayan, meşrulaştırmayan, bahane bulmayan, mağdurun kendisini suçlamayan, pazarlık yapmayan bir yeni duruş istiyorum. Bugüne kadar yapılanın tam tersini yani… Samimi bir yüzleşme, gerçeklere uygun bir tarih yazımı ve bunların sonucu olacak bir tür hüzün, bir tür mahcubiyet; suçluluk değil ama bir tür sorumluluk hissi ve bu türden duyguların devamı olan bazı somut adımlar.
Kısaca, şuna benzer bir cümle dizisini duymak istiyorum (bunu çok istiyorum): “1915’te bu topraklarda Ermeniler (ve Süryaniler), vatandaşı oldukları devlet, onu yönetenler ve komşuları olan insanlar tarafından öldürüldü. Stop. Tek suçları etnik ve dini kimlikleriydi. Stop. Bu büyük bir insanlık suçuydu. Stop. Bu suçu mahkûm ediyoruz. Stop. Tekrarlanmaması ve gelecekte bir arada barış içinde yaşayabilmek için üzerimize düşenleri yapma sözü veriyoruz. Stop. Bundan böyle, cinayetlerin faillerini değil, kurbanları ve onları kurtarmaya çalışan atalarımızın anısını yücelteceğiz. Full stop. ”
Bu kadar. İşte ben, şu cümleleri hiçbir ‘ama’ya yer bırakmadan sarf edebilecek bir aklı, vicdanı ve siyasi duruşu hayal ediyorum. (Ve garip bir şekilde, 37 yıldır yaşadığım hayat tam tersini gösteriyor olsa da, bir gün bu cümlelerin işaret ettiği değerlerin hâkim olacağı bir Türkiye’ye ulaşacağımıza inanıyorum.)
Biliyorum, yazıyı okuyan bazılarının aklına hemen, son iki yılın Nisan ayında Erdoğan ve Davutoğlu’nun yayımladığı taziye mesajları gelecek, “Ama zaten Türkiye artık ölenlerin anısına taziye diliyor ve üzüntü beyan ediyor? Daha ne istiyorsun?” sorusu sorulacak. Bu sorunun sorulmasını anlayabiliyorum ama kast ettiğim tam olarak bu değil.
Evet, son iki yıldaki açıklamalar, Türkiye’nin, İttihatçılardan bugüne kadar gelen “Hiçbir şey olmadı. Olduysa da Ermeniler yaptı. Savaş tedbiriydi. Mukateleydi. Kimse öldürülmedi. Ölenler hastalıktan öldü” cümleleriyle özetlenebilecek resmi pozisyonunda önemli bir değişikliği ifade ediyor. Ediyor, çünkü resmi ağızda ilk kez Ermenilerin kayıpları ve acıları hakkında saygılı bir dil geliştiriliyor. Bu saygılı dil, yine geçmişten beri hayal ettiğim bir gelişmeydi ve bunun önemsiz olduğunu iddia edemem.
Ancak, eksik olan bir şeyler var. Aslına bakarsanız, bir şey değil, çok şey var eksik olan. Koskoca şeyler var.
Anlatayım…
Evet, söz konusu taziye mesajları bugüne kadarki söylemde temel ve önemli bir değişiklik yapıyor, ölenler hakkında saygılı bir dil kullanıyor. Ancak, bazı şeyleri de hiç değiştirmiyor. Mesela hâlâ, Ermenilerin başına geleni I. Dünya Savaşı’nın diğer kayıpları arasına sıkıştırıyor. Bu kayıplara, hâkim bir devletin kendi vatandaşlarına karşı işlediği suç olarak yaklaşmıyor. Ermenilerden, onlar adeta bir doğal felaket sırasında ölmüşler gibi söz ediyor. Böyle yaptığı için de gerçeği muğlaklaştırıyor. Muğlaklaştırdığı ölçüde de, geçmişte resmi tarih yazıcıları tarafından üst üste dizilmiş yalanlardan ayrışmıyor.
Mesela, bu açıklamalarda, Ermenilerin başına gelen şeyin ne olduğu açık seçik tasvir edilmiyor, şu ya da bu şekilde tanımlanmıyor. “Ne oldu?” sorusu yine muğlak ifadelerle geçiştiriliyor.
Mesela, faillerin kim olduğu belirtilmiyor. “Kim yaptı” sorusunun yanıtına hiç değinilmiyor. Mesela, yapılanlar ve yapanlar mahkûm edilmiyor, lanetlenmiyor.
Mesela, taziyenin doğal sonucu olması gereken bazı adımlar konusunda hiçbir taahhüde girilmiyor.
Bu gibi hususları çoğaltabilirim ama demek istediğim şu: 2014 ve 2015 taziyeleri, bana, geçmişe dair gerçek bir yüzleşmeden çok, “Ne yapalım da şu lanet meseleden en hafif zararla çıkalım?” mantığından doğmuş gibi görünüyor.
Oysa, gerçek bir taziye, üstten bir dile hiç yeltenmeden, ölenlerden dolayı üzüntü beyan etmenin yanı sıra, bu taziyeye yol açan tarihsel aktörlerin kınanmasını ve onların eylemlerinden dolayı mağdur olan insanların anısına gelecekte yapılması planlananları da içerirdi.
Ve elbette ki, bu, çok derin, çok çetrefil, çok boyutlu bir mesele olduğu için de, geliştirilecek yeni yaklaşım, yılda bir kez yayımlanacak taziye beyanlarına sığmayacak kadar geniş, uzun vadeli, titiz, ölçülü bir programın ürünü olabilirdi. Bugün ortada bu türden bir program olmadığını ise hepimiz yaşıyor ve görüyor olmalıyız. Sadece şu son on günde, 1915’le ilgili olarak Türkiye’yi yüzleşmeye davet ettiği için Batı kamuoyuna gösterilen tepkideki şiddete bakarsanız, ortada böyle iyi niyetli ve bütüncül bir yaklaşım olmadığını, aslında “yeni” denebilecek pek bir şey de olmadığını görürsünüz.
Peki, olsaydı, böyle bir programın içinde neler olurdu?
Misal, en basitinden, ders kitaplarındaki her türden ırkçı ve milliyetçi ifadenin kaldırılması olurdu herhalde. Misal, orada, bundan böyle her zeminde Ermenilerle ilgili doğru bir tarihsel anlatıya yer verileceği beyan edilirdi herhalde. Misal, İttihatçı liderlerin adlarının resmi bina, yapı ve yer adlarından kaldırılacağı gibi birtakım somut adımlardan bahsedilirdi herhalde. Bunlar gibi şeyler işte… Aklınıza ne gelirse buraya koyabilirsiniz.
Bunun yanı sıra, Ermenilerin bugüne kadar yok edilen ve yok sayılan kültürel varlıklarının görünür kılınması ve yaşatılması için bir irade beyan edilirdi herhalde. İbadethanelerin yeniden ihyası, her birinin kuruluş amaçlarına uygun kullanımı için gerekenin yapılacağı taahhüt edilirdi herhalde. Gasp edilen tüm mallarla ilgili bir iade ve tazmin mekanizmasının oluşturulacağı duyurulurdu herhalde…
Burada anlatmaya çalıştığım, 1915’e ve Ermenilere dair, savunmacı olmayan, gerçekçi, her türlü milliyetçi kompleksten arınmış, kökten bir bakış açısı değişikliği gerekliliği… İşte ancak bunun sonucunda, Ermenistan’a ve tüm dünyadan Ermenilere, “Biz bu acıyla gerçekten yüzleşmek istiyoruz ve bunun için yapılması gerekenleri görüşmek üzere Ermenilerle bir masa etrafında dostane bir şekilde yan yana gelmeye hazırız” denilebilir. Yani, denilecekse, eğer denilmek gerçekten isteniyorsa, bu şekilde denilmeli. Yani, “Biz zaten size neler neler lütfettik, siz hâlâ anlamıyorsunuz namertler!” tavrıyla yüzleşme de, barış da olmaz, demek istiyorum.
Ancak bu tür adımlar atıldığında Ermeniler ve tüm dünya Türkiye’nin bu konudaki ciddiyetine inanabilir. (Bakın, bilhassa samimiyet demiyorum, ciddiyet diyorum.)
Ancak bu tür adımlar atıldığında Ermeniler ve Türkler, daha doğrusu Ermenilerin ve Türklerin temsilcileri, iyimser bir ruhla bir araya gelip, nasıl bir ortak gelecek inşa edeceklerine karar verebilirler.
Şunu da söyleyeyim: Ermeniler demek Ermenistan demek değildir. Ermenistan elbette ki Ermeni gerçekliğinde büyük bir role ve öneme sahiptir. Ancak, hele hele 1915’le ilgili, barışla, uzlaşmayla ilgili tartışmalarda, onyıllardır tu kaka edilen diaspora en az Ermenistan kadar taraftır, söz sahibidir. Bugün diasporada, dünyanın dört bir tarafında, Ermenistan’da yaşayan Ermenilerin üç katı kadar Ermeni yaşıyor ve diasporayı dışlayarak, onları şeytanlaştırarak Türk-Ermeni barışı inşa edilemez.
Burada açılan Diaspora kanalından devam edip Ermenilerden ne istediğime geleceğim, ama bir parantez açıp, üçüncü taraflardan, özellikle de Batı’dan ne istediğimi anlatayım.
Batı’nın Türkiye’yi 1915 konusunda yüzleşmeye çağıran açıklamalarını şüphesiz ki önemsiyorum. Ancak bu çağrıların çoğu zaman riyakâr ve hesapçı olduğunu, dürüstlükten uzak olduğunu düşünüyorum. Büyük Batı devletlerinin pek çoğunun, I. Dünya Savaşı’nda akan kana dair büyük bir vebali var. Bugün de dünyanın dört bir yanında oluk oluk akan kanın müsebbibi olan emperyalizm olgusu bir yalandan ibaret değil ve dönemin büyük devletlerinin her biri, Fransasından Britanyasına, Rus Çarlığı’ndan Osmanlılara, Almanya’dan Avusturya-Macaristan’a tüm güçler, bu emperyal mücadelenin bir parçasıydı. Bugün Türklere geçmişle yüzleşme çağrısı yapanlar, bu çağrıyı, kendi benzer suçları ve suç ortaklıkları için yapmadıkları sürece, Türkiye ve Türkler tarafında yaratmayı arzuladıkları olumlu etkiyi yaratamazlar. Oysa, Türklerle Ermeniler arasında barış çağrısı yapan herhangi bir aktörün sorumluluğu, elbette ki Ermenilerde, ama şüphesiz ki Türklerde de olumlu bir değişime yol açabilecek hakiki bir tutum içinde olmaktır. Bu tutumun yolu da, en başta, Türklere sorumluluk çağrısı yaparken, kendi sorumluluğunu halının altına süpürmemekten geçer.
Almanya genelkurmayı İttihatçıların silah arkadaşıydı. Genç Alman subaylarının çoğu Holokost öncesinde stajlarını 1915’te, Anadolu’da yapmıştı. Almanlar, tehcir ve katliamların düzenlenmesinde önemli bir rol oynamış, bu suçun ortağı olmuşlardı. Fransa, İngiltere, Rusya, tıpkı savaşa tutuştukları karşıt cephedeki Almanlar ve Osmanlılar gibi, kendilerinin olmayan topraklar üzerinde hak iddia etmiş, buralara dair paylaşım planları yapmış ve bunun için de milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuşlardı. Ermeniler Anadolu’da öldürülürken, şüphesiz ki bir avuç vicdanlı Alman, Amerikalı, Danimarkalı, Norveçli ve başka halklardan insanlar bu büyük cinayetin önlenmesi için çalışmıştı; peki ya onların devletleri ve diğer Batı ülkeleri ne yapmıştı? II. Dünya Savaşı sonrasında, bölgeyi bir ateş topuna çevirmek pahasına İsrail’in kurulmasını sağlayan Batı, daha otuz yıl önce Ermenilere neden sırt çevirmişti? Peki ya o devletlerin askerlerinin, savaştan sonra Antep’te, Urfa’da, Maraş’ta, İstanbul’da ne işi vardı? O zaman da mı bir yerlere demokrasi götürülüyordu?
Bu soruların yanıtlarına ve bu yanıtların ruhuna, bu ruhun gerektirdiği sorumluluğa sahip olmayan “yüzleşmeye çağrı” bildirileri, parlamento kararları, yüksek perdeden tiratlar, dürüst, hakiki, samimi olabilir mi? Batı, bu suçların yükünden, sadece tanıma kararları ve Türkiye’ye yaptığı çağrılarla kurtulabilir mi?
Benim gördüğüm o ki, İslam ve göçmen karşıtlığının ve başka bazı siyasi ihtirasların ortasında Ermenilerin acısı, pek çok Batılı devlet için, Türkiye’ye karşı kullanabilecekleri bir koz olarak değer taşıyor çoğu zaman. İyi niyetli, dürüst ve sorumluluk sahibi insanlar, aktivistler, siyasetçiler şüphesiz ki var; ancak Batı’nın Ermeni meselesindeki bugüne kadarki genel tavrının, yüce birtakım değerler ve hakikate ulaşma arzusundan değil, o kerameti kendinden menkul “ulusal çıkar” arayışından kaynaklandığına inanıyorum. İnanıyor değil, yaşıyor ve bunun böyle olduğunu görüyorum. Eğer Türkiye’den gelecek bir askeri ihaleden dışarıda bırakılmak tehdidi karşılığında Fransa, Mersin’de bir Rus askeri üssü açılabileceği salvosu karşısında ABD Ermenilerle ilgili adalet çağrılarından geri adım atıyorlarsa, hangi dürüstlükten, hangi hakikatten bahsedilebilir?
Dünyaya dağılmış olan ve bugün kültürlerini, dillerini, benliklerini ve siyasi davalarını yaşatmaya çalışan Ermenilerden de isteklerim var şüphesiz. Bunların en tepesinde ise, çok iyi bildikleri, beşiğinde kavruldukları acılarının, aile tarihlerinin, nine ve dedelerinin hatıralarının üzerine titrerken, geleceği inşa edecek bir perspektifi gözden kaçırmamaları geliyor. Başkaları başka türlü düşünüyor olabilir, ama ben bunun yolunun, her türlü milliyetçi tuzaktan uzak durmaktan geçtiğine inanıyorum. Türk devletiyle Türkleri birbirinden ayırabilmek bu açıdan hayati. 1915’te olandan ve sonrasındaki inkârdan insanların ve halkların değil, devletlerin ve onların temsilcilerinin sorumlu olduğu görebilmek gerek. Türkleri, her bir Türk’ü, Türk devletinin suçlarının, yalanlarla örülen tarihinin mağduru olarak tahayyül etmek gerek. Belki Hıristiyanca bir yaklaşımı hiç akıldan çıkmamak, “Bilmiyorlardı. Bilseler hiç öyle (ve bugün de böyle) yaparlar mıydı?” diye düşünmek gerek. Anlatabilmenin yollarını, barışçı ve yaratıcı yollarını aramak gerek.
Geçmişte yaşanana ve bugün dayatılana duyulan öfke orada, her Ermeni’nin yüreğinde. Ama bu öfkenin bizi çürütmesine, bizi kötücülleştirmesine, bizi, kültürümüze yuva olan topraklara ve yüzyıllarca birlikte yaşadığımız insanlara düşmanlaştırmasına izin vermemek önemli. Acımız kabul görecek, tanınacak diye, birtakım çıkarcı siyasilerin hesaplarıyla aynı dalga boyunda buluşmamak önemli. Her birimizin ailesinde muhakkak var olan kurbanların hatırasına saygının gereği olarak, acıyı ve belleği olumsuz değerlerle yan yana getirmemek değerli.
Pek çok Ermeni için kabul etmesi çok zor, biliyorum, ama ben, Türkler için iyi olanın, Ermeniler için de iyi olduğuna inanıyorum. Türkiye’de daha fazla demokrasi Türkler için iyidir, Ermeniler için de iyidir. Ancak demokratik bir Türkiye’yle 1915 üzerine konuşabilirsiniz. Ancak halkların bir arada barış içinde yaşadığı bir Türkiye’de Ermeniler için bir gelecek ihtimali vardır. Ancak müreffeh bir Türkiye Ermenilerle barış yapmayı düşünebilir. Dolayısıyla, Türkiye’nin kötülüğünü değil iyiliğini istemek Ermeniler için hayırlıdır. Bu, Türklere ve Türkiye’ye teslim olmak, geçmişi unutmak değildir. Türkiye’de var olan demokrasi mücadelesini yakından takip etmek, onun açtığı kanallarda ilerleyerek hem Türklere hem Ermenilere yarayacak bir dönüşümün güç kazanmasını sağlamaya çalışmak, hem geçmişe saygılı, hem de geleceği inşa eden bir tavırdır. Bu da, misal, Türkiye’yi AB’nin dışında tutmaya çalışmakla olmaz; Türkiye’yi boykot etmekle olmaz; Türklerin hiçbir şekilde değişmeyeceği gibi ırkçı bir inanca bağlanmakla olmaz.
Ermeniler Türkiye’den son yüz yılda neredeyse sadece zulüm, baskı, şiddet gördüler. Saygısızlık, iftira, hakaret gördüler. Bu tutumun Ermenilerde yarattığı öfkeyi anlamamak, insanı anlamamaktır. Ancak, öfkenin benliği ele geçirmesine izin vermek ya da vermemek, eninde sonunda bir tercihtir. Öfkeyi mücadele azmine dönüştürmek, bu mücadele azmini olumlu değerlerle taşımak, gelecek hayalini, eninde sonunda kendi ulusal çıkarını düşünecek olan birtakım devletlerin birtakım hesaplarına bağlamamak ve kendi göbek bağını kesmek, hem Ermenilerin hem de Türklerin birlikte onur kazanacağı bir gelecek için uğraşmaktan söz ediyorum. Cezalandırmak değil, birlikte yüzleşmek, birlikte arınmak, yola birlikte devam edebilmekten…
Benim Ermenilerden beklentim ve isteğim kabaca bu. Mevcut resme baktığımızda bu manzaradan uzak olduğumuzu ise biliyor ve görüyorum. Ancak Ermenistan ve diasporada insanların bu türden bir zihinsel dönüşüme doğru –en çok da Hrant Dink sayesinde– günden güne ilerlediklerini de görüyorum ve bu konuda umutluyum.
Bizler, biz Ermeniler, tarihin gördüğü en büyük cürümlerden birinin muhatabı olduk. Bu cürmün kabul edilmediğini, ret ve inkâr edildiğini, suçlularının yüceltildiğini gördük. Ölülerimizi hakkıyla gömemedik. Gömemediklerimizin yasını tutamadık. Tutulamayan yas benliğimize büyük bir yük yükledi. Görüp geçirdiklerini anlatmaya çalışmanın lanetiyle lanetlendik. Öldüğümüzü, acı çektiğimizi ispatlama gaddarlığıyla yaşamak zorunda bırakıldık. Bu, bir halka layık görülebilecek en ağır varoluş şekliydi. Çıldırmışlığımız, deliliğimiz bundan.
Ama yaşadık, devam ettik, var olduk. Acımızla ve bize layık görülen lanetle, bize özgü deliliğimizle yol yürüdük. Kaybetmiştik ama bir şeyleri de başardık. Ermeniceyi öyle veya böyle koruduk. Alfabemizi, şarkılarımızı, okullarımızı, kiliselerimizi, edebiyatımızı koruduk. Ermeni olmaktan vazgeçmedik. Olabildiğimiz kadar dünyalı da olduk. Büyük bir mücadele azmi gösterdik. Kafkasya’da, taşlardan ibaret bir coğrafyada küçük de olsa bir yurt yarattık. Türkiye’de her türden baskıya karşı Ermeni kaldık; Ermeni olmayanlara “Hepimiz Ermeniyiz” dedirttik. Diasporada dilini hiç bilmediğimiz ülkelerde yeni hayatlar kurduk; yok olmadık; ürettik, yaşadığımız ülkelerin kültürüne katkıda bulunduk. Yaşadık.
Yani, plan başarısız oldu.
Yani Enver, Talat ve Cemal; yani onların adamları yanıldı.
Bir halkı ortadan kaldırabileceklerini ve bunun yanlarına kâr kalacağını sananlar yanıldı. Katledilenler yitip gittiler ama onların anısını yaşatmak isteyenlerin mücadelesi son bulmadı. Ermeniler, bundan birkaç yıl önce edebiyat âşığı Halepli bir ihtiyar Ermeni’nin kulağıma fısıldadığı gibi, “Türk devletinin boğazında bir kılçık olarak kaldılar.” Üstelik, adalet arayışlarında onlara Türkler, Kürtler ve başka halklardan insanlar da katıldı.
Onlar başaramadı. Bizler ve bizim gibiler başardı.
İhtiyar dostum, “Boğazlarında kılçık olduk, koskoca ülke onların oldu ama huzur bulamıyorlar” demişti. Haklıydı. Ama ben artık boğazdaki kılçık olmak istemiyorum.
Tüm dünyadan, Türklerden, Ermenilerden, Kürtlerden, herkesten isteğim işte budur: Beni boğazımdaki kılçıktan, birilerinin boğazındaki kılçık olmaktan kurtarın.
*
Yazı aslında burada bitti, ama şunu da söylemem gerek. Fark edenler olmuştur, şu kadar sayfa boyunca soykırım kelimesini kullanmadım. Yaşananların bir soykırım olmadığını düşündüğümden değil. Aksine, eğer soykırım diye bir tanım varsa, Ermenilerin başına gelenler, o tanımın birebir örneğidir. Bunda tartışmaya açık bir taraf yok. Ancak benim için mesele, olan bitenin soykırım olarak tanımlanıp tanımlanmayacağı değil. Olanın ne olduğunu, adımın Rober olduğunu bildiğim kadar iyi biliyorum ve şu yukarıda anlatmaya çalıştıklarım bir gerçekleşsin, soykırım kelimesini sonsuza dek unutmaya hazırım.
Evimizde bu meseleler hiç konuşulmazdı. Ama 7-8 yaşlarında bir çocukken, Sivas’ta doğmuş, Ermenice bilmeyen babamdan tek bir kelime duydum. “Çart” dedi. Sonradan öğrendim, “Kesim” demekmiş. Bir insanın boğazına hançeri dayayıp kesmek anlamında. Daha geniş bir anlamda da “Kırım” demekmiş. Soykırım kavramını reddedenlere sormak isterim, “Çart” sizce daha mı hafif soykırımdan? (RK/HK)
* Fotoğraf: Paris arşivinden Ermeni yetimlerinden bir grup.
** Rober Koptaş Lusavoriçyan Okulu ve ardından Marmara Üniversitesi Çalışma ekonomisi ve Endüstri ilişkileri bölümünü mezunu. Aras Yayıncılık'ta editör olarak çalıştı. Ardından Agos Gazetesi'ne geçti. Agos'un yayın yönetmenliğine yaklaşık 5 yıl sürdürdü; Ocak 2015'te görevinden ayrıldı. Bu yazıyı kişisel blogunda yayınladı.