Ermeni meselesi 100 yılı aşkın bir süredir kimi zaman yoğun çatışmalarla, kimi zaman derin sessizliklerle, kimi zaman birbirine hiç temas etmeyen hamaset yüklü tartışmalarla, kimi zaman da ilişkilerin iyileşmesi yönünde atılan ‘iyi niyetli’ adımlarla harmanlanarak günümüze değin uzanmaktadır. Şu veya bu nedenle dallanıp budaklanmış bu mesele, sadece tarihçilere bırakılmayacak kadar geniş bir sosyal sahaya denk düşer.
Gelgelelim meseleyle ilgili Türkiye Cumhuriyeti Devletinin resmi tezi yetkililerce ne zaman dillendirilse “arşivleri açalım ve meseleyi tarihçilere bırakalım” tarzı söylemler refleksif bir üslupla ifade ediliyor. Tarihçilerin Ermeni meselesiyle imtihanı nezdinde, Ermeni meselesinin neden sadece tarihçilere bırakılmaması gerektiğini birkaç argümanla temellendirmek istiyorum.
Toplumsal sorunlar belgelere indirgenemez
Ermeni meselesi sadece Osmanlı Devleti ve birkaç Ermeni çetesi arasında cereyan etmiş ve sonlanmış bir içeriğe sahip değildir. Aksine bahsi geçen iki grup, meselenin sadece bir ve hatta küçük bir yanı olarak düşünülebilir. Toplumsal yönü aşikâr olan bir olgu, çözümün kendisi namına birkaç faile indirgenerek ele alın(a)maz, alınmamalıdır. Gerçi yaşanan kötü olaylara fail arama-bulma girişimleri, insanın dünyada kendini güvende hissetmesi için araçsallaşmış bir motivasyon olarak değerlendirilebilir. Zira failli kötülükler, yaşanan kötü olayları öngörülemez güçlerin eseri olarak görmeyi engelleyerek, insanın güvenlik ve kontrol duygusunu tatmin eder. Bu bakımdan ne zaman Ermeni meselesinden konu açılsa, taraflar, meselenin şamar oğlanlarını ya da günah keçilerini bir çırpıda ifade etmekteler.
Ermeni meselesi üzerinde çalışan hatırı sayılır sayıdaki tarihçi, meseleyi çoğu kez geçen yüzyılın başı ve hemen öncesinde oluşmuş belgeler üzerinden ele almaktalar. Sonrasında ise defalarca şahit olduğumuz bildik tekrarlar: “Hamidiye alayları…, Tehcir kanunu…, Talât Paşa…, Rus ordusu…” Görünen o ki, meselenin sadece günümüze kadar olan seyri değil, aynı zamanda toplumsal yanı da bir hayli ihmal edilmekte. Hâlbuki toplumsal sorunlar, sorunları belgelere indirgeme alışkanlığı terk edilmeden, diğer bir deyişle belgeler üzerinde yer almayan yanlarıyla da ele alınmaksızın kalıcı çözüme dönüşemez.
Sadece tarihçilere bırakılması, toplumsal yüzleşmeye engel
Devlet diplomasisinin stratejik hamleleri dışında, bireysel olarak Ermeni meselesinin, tarihçiler üzerinden çözülebileceğine inanmak, sosyal bilimlerin eleştirel paradigmalarıyla tanışmış olanlar için ancak iyi niyetli bir temenniye karşılık gelebilir.
Hukuka, tarihe, devletlerarası ilişkilere bakan yönlerinin yanı sıra toplumsal tarafı, ele alınmaya çok daha ihtiyaç olan bir meselenin, sadece tarihçilere, diğer bir deyişle uzmanlara havale edilmesinin, toplumsal yüzleşme ve ilişkilerin iyileşmesi yönünde ciddi bir engel olduğu su götürmez bir gerçek. Zira uzmanlar, meseleyi kendi kavramsal teçhizatları nispetinde ele almakta ve uzmanların teorik soyutlamalar üzerinden kurdukları kavramsallaştırmalar, sıradan insanın sağduyu dünyasında özgül bir ağırlığa sahip olamamakta. Dolayısıyla tarihin belirli bir zaman-mekân diliminde oluşmuş belgelerin bir taraftan teknik bir dil ile tartışılması ki diğer taraftan tartışma içeriklerinin türlü türlü çekişmelere dönüşmesi iki halkın birbirine karşı sahici temasını zora sokmaktadır.
“Büyük olaylar zinciri”nda sıradan insanlar tali kalıyor
Anaakım tarih anlayışının ‘büyük insanlar ve büyük olaylar zinciri’ etrafında şekillendiği ve dahası tarihçinin kendi bağlamsal koşullarından doğrudan etkilendiği hesaba katıldığında, Ermeni meselesinin sıradan insanlara bakan veçhesi ister istemez tali kalmaktadır.
Bu ikincil kalma durumu yüzünü, çoğu kez ‘tehcir esnasında savaş ve yol koşulları nedeniyle ölmüş/öldürülmüş ve sadece sayısal bir değer biçiminde ifade edilen Ermeniler’ olarak göstermektedir. Oysaki tarih; sıradan insanın yaşantılarını, kolektif temsillerini, zihniyetlerini, maddi medeniyetlerini (beslenme şekilleri, kullandıkları aletler ve teknikler, giyim tarzları vb.) ele aldığı ölçüde ‘biz’e, diğer bir deyişle sıradan insana dair bir hüviyet kazanabilir. Bu kimlik, insanın sosyal kimliğini anlama ve yorumlama olanağı taşıdığı için gruplararası ilişkilerin iyileştirilmesi yönünde atılacak bireysel ve grup düzeyindeki adımları kolaylaştırabilir.
Kanıtlar – mağduriyet – yok sayma
Ermeni meselesi tarihçiler özelinde, belgeler üzerinden diğer bir deyişle objektif olarak tartışılıyor gibi görünse de her iki devletin ideolojik angajmanları ve tartışmacıların sosyal-psikolojik arka planları belgelerin farklı türden yorumlanmasına kapı aralıyor gibi görünüyor. Buraya kadar dahi bir sorun telakki edilmeyebilir. Ancak bu tartışmalara şahit olan sıradan insanlar, belgeler yoluyla sunulan ‘objektif’ bilgileri, kendi sağduyu bilgileriyle birleştirerek; basmakalıp, doğruluğu çok da dert edilmeyen, en yakındaki ve dolayısıyla en kolaydaki şekliyle meseleye dair kendi sosyal temsillerini oluşturmaktadırlar. Sıradan insan için önceleri aşina olmayan bu mesele, sosyal temsiller aracılığıyla anlaşılır, açıklanabilir ve bilindik hâle dönüşür. Bu vakitten sonra artık ‘sosyal gerçeklik’ bağlamsal koşullara ve ihtiyaca uygun olarak yeniden ve yeniden kendini üreten söylemler üzerinden kurulur. Tarihte var olmuş ‘gerçeklikler’, sıradan insanın sağduyu repertuarına kendinde var olan sosyal temsillerine uyumlu olduğu müddetçe eklemlenir.
Hem Ermenistan hem de Türkiye halkının bu meseleye dair sosyal temsillerinin birbirine temas etmemek üzerine kurgulandığı düşünülürse, tarihçiler üzerinden cereyan eden tartışmalardaki kanıtlar, Ermeniler için mağduriyeti; Türkler için yok saymayı perçinlemektedir. Maalesef mağduriyet ve yok sayma psikolojileri, bir süre sonra pratik yaşamdaki işlevleri nezdinde bir var olma biçimine yani bir yaşam stiline dönüşerek meselenin çözülebilir yanlarını taraflar için olanaksızlaştırmaktadır.
Barış ortamı tesis edilecekse…
Tarihçilerin Ermeni meselesine genel yaklaşımı, Ermeniler tarafından ileri sürülen tezlere karşı ‘savunma’ düzleminde işliyor. Diğer yandan barışçıl ilişkiler kurmak isteyen Ermenilerden gelen her türlü adım, ‘müzmin düşman’dan gelen salvolar şeklinde anlaşılırken, bu adımlara ‘acaba nasıl bir kurnazlık peşindeler’ gibi bir tavırla yaklaşılıyor. Hâl böyle olunca çözüm için alternatif yolların silikleşmesinin önü kendiliğinden açılıyor.
Tarihçilerin böylesi bir tutumu benimsemesinin ardında hiç kuşkusuz rasyonel bazı nedenler ayırt edilebilir: Uluslararası camiada özellikle Ermeni Diasporasının ‘nasıl bir hamle yaparsam Türkiye’yi köşeye sıkıştırabilirim’ tavrı, keza çözümsüzlüğü kolaylaştırıyor. Böylesi karşılıklı çekişmelerin yaşandığı bir arenada sıradan insanın talepleri, duyguları, hayalleri akla bile gelmiyor. Oysaki bir barış ortamı tesis edilecekse, en başta Türkler ve Ermenilerin birbirine ilişkin basmakalıp fikirlerinin erimesi, yerine barışçıl ilişkileri kolaylaştıran, ayrımcılık ve nefret söylemi pratiklerinden uzak bir zihin hâli gerekiyor.
Tarihçiler kendi müktesebatları ölçüsünde Ermeni meselesinin çözümü noktasında akışı değiştirici katkılarda bulunabilirler. Ancak bu meseleye yüklenmiş ve bir şekilde çözümlenmemiş hayli yoğun duygu kitlelerinin varlığı, çözüm için tek adres gösterilen tarihçilere, bir ölçüde, zulüm olarak değerlendirilmelidir. Zira sırtlarına yüklenmiş bu sıklet, tarihçilerin hareket kabiliyetini sınırlayarak onları bu büyük sorumluluğun altında bilfiil ezmektedir. (MYK/ÇT)
Değerli arkadaşım Sercan Karlıdağ’a katkılarından dolayı teşekkürü bir borç bilirim.