Öncelikle en uçtaki düşmanımızın bile düşünce özgürlüğünden yana olmak gerektiğini düşünenlerden birisi olarak, benim de öfkem çok büyük ve elbette Charles Hebdo çizerlerinin katlinin her türlü “ama” olmadan tartışılmasından yanayım. Dergi elinde büyük harflerle “Je suis Charlie” yazılı döviz tutan gözünde bir damla yaş olan Muhammed Peygamber çizimiyle çıktı. Üstbaşlıkta ise “Her şey affedildi” yazıyordu. Charles Hebdo'nun, korkmadığını, inandığı dille düşünce özgürlüğü için mücadeleye devam edeceğini ilan eden son kapağı vesilesiyle, maksadı güldürerek düşündürmek olanları da dahil ederek, gazetecinin böyle an’lardaki etik ve politik sorumluluğu üzerine bir çift laf etmek istiyorum. Bunu söylerken de Hebdo’ya, katillerinin ve yandaşlarının bulunduğu kutuptakilerden bekleyemediğim katmanlı bir sorumluluk yüklenmiş olacağının da farkındayım.
Etienne Balibar, daha üç gün önce bianet’de çevrilerek yayınlanan “Ölen ve kalanlar için bir iki çift söz” başlıklı yazısında, “…Evet, ortaklaşmaya ihtiyacımız var: Yas tutmak için, dayanışmak için, kendimizi korumak için, düşünmek için. Bu, dışlayıcı bir ortaklaşma değil” diyerek başladığı yazısına, Charlie Hebdo çizerleri ihtiyatsız mı davrandı? diye bir soru ile devam ediyor. Sonra da bunu, ihtiyatsızlığın “tehlikeyi küçümsemek, riskten zevk almak, hatta kahramanlık” ve “sağlıklı bir kışkırtmanın muhtemel kötü sonuçlarına karşı kayıtsızlık: bugünkü durumda, zaten sürekli hor görülen milyonlarca insanın yaşadığı ve onları örgütlü fanatiklerin manipülasyonlarına açık hale getiren aşağılanma duygusu...” anlamlarında, yani “…kelimenin her iki anlamıyla da ihtiyatsız davrandılar” şeklinde cevaplıyor. “Bugün bu ihtiyatsızlık onların hayatına mal olmuşken ve böylece ifade özgürlüğünü tehdit eden ölümcül tehlikeyi açığa çıkarmışken, sadece birinci anlamı düşünmek istiyorum” diye de ekliyor. Acaba, Charb’ın katliam sonrası kapağı vesilesiyle, Balibar’ın bıraktığı yerden onun mantığını izleyerek, durumu artık ihtiyatsızlığın ikinci anlamını da düşünerek tartışılabilir miyiz? Kanımca evet.
Çünkü Balibar’ın yazısının başlarında söylediği gibi “dışlayıcı olmayan” bir ortaklaşmaya ihtiyaç var ve Charb’ınböyle bir moment de yaptığı kapak seçimi —tıpkı daha öncekiler gibi— düşünce özgürlüğü kapsamında hiç sorgulanamayacak iken, peygamberlerinin suretinin gösterilmesine “hassassiyeti süren” (ki bunun mantığını tartışmıyorum, çünkü dinin içinden konuşuluyorsa, mantığa yer olmuyor ve böyle “dışardan” verilen dersle de tabular yerinden oynamıyor) Müslümanları tam yanına alabilecek iken, dışlayıcı olmaya devam ediyor. Ayrıca gazeteciliğin mevcut haline farklı bir epistemolojik çerçeveden kaynaklanan bir etik temelinde yaklaşan barış gazeteciliği yaklaşımından bakıldığında da, sorunun çözümüne değil, bir bakıma alevlendiği yerden körüklenmesine odaklı olduğu için etik ve politik olarak sorunlu nitelik taşıyor. Yani nasıl derginin demokrat, her türlü dogmaya karşı eleştirel tavrı, onun en uçtaki muhaliflerinin/ötekilerinin düşünce özgürlüğü çerçevesinde saygı göstermelerini gerektiriyorsa, Charb’ın da, hiç de homojen olmayan “ötekilerin”, hem suretin resmedilmesinden hem de buna verilen tepkinin şiddetinden rahatsız tedirginlerinin ruh haline, “ihtiyatla” yaklaşmasını gerektiriyor. Başka ifadeyle, böyle neredeyse “medeniyetler çatışması” tezini yeniden alevlendirecek bir moment’de, tam da barış gazeteciliğini savunanların dediği gibi “ilk taşı kimin attığı” gibi merkezine “ötekiyi” değil, “çatışmayı” koyan ve bu çatışma etrafında anlaşmayı dışlayan değil, müzakere etmeyi amaçlayan bir yaklaşıma ihtiyaç var. Kanımca da, ancak böyle bir yaklaşım—bu hiç mazeret bulunamayacak büyük kaybın azıcık tesellisi olabilecek şekilde—ortaklığın dayanışma sınırlarını, bildiğimiz her zaman dayanışanlar dışındakileri de içine alacak şekilde zorlayabilir(di). Böyle bir yaklaşımın yokluğu ise, mevcut “antagonizmanın” taraflarının kendi içinde ne kadar katmanlı farklılıklar taşıdığını gözardı edecek şekilde, “ilkel ötekiler” ile “medeni bizimkiler” biçimindeki karşıtlığı, bir kez daha büyütmeye yarıyor olacak.
Son olarak, Zygmunt Baumann’ın “öteki ile olmak” ile, “öteki-için olmak'' ayrımı yapıp da ikincisini bir etik konum olarak önerirken dikkat çektiği üzere; “öteki için olmak”, ilişkide spesifik bir eylem çizgisi çizmeden önce —tam da yaşanan mağduriyetin büyüklüğü nedeniyle Charb ile dayanışmaya girmiş geniş bir müslüman kesim de varken—öteki[ler] ile duygusal bir taahhüde girmek, aynı zamanda onların kusurlarından da sorumlu olmak, kendimizi öteki[ler] üzerinden bilmek demek. Charb’ın ve onları desteklerken “ama”sız düşünenlerin —ki aralarına kendimi de katıyorum— yaraları bu kadar taze, korkuları bu kadar ”gerçek” iken, bunları söylemenin, “hırsızın hiç mi suçu yok” türevinde eleştiriler getireceğinin ziyadesiyle farkındayım. Ancak, Hebdo’ya böyle katmanlı sorumluluklar yükleyerek haksızlık etme ihtimaline rağmen, derdim; tam karşıt uçtaki öteki(ler)in —yani bizzat cinayetleri işleyenler ile çevrelerinin—duyarlılık gösterilmemiş başka acılar nedeniyle etraflarında bulabildikleri desteğin büyümemesi için, farklı bir politik ve etik sorumluluk bilincine gerek duyulduğunu başta “kendimize” hatırlatarak, durumdan diğer gazetecilere de vazife çıkarmak. Ancak cinayete uğrayanlar gazeteciler olmasalardı, moment de böyle olmasaydı, bunları söylemezdim. (SA/HK)
* Sevda Alankuş, Prof. Dr. Kadir Has Üniversitesi, İletişim Fakültesi
* Fotoğraf: Jalal Morchidi / AA