Türkiye’de siyasal iktidarın mültecilere dair söylemi, sosyal medya dahil hükümet yanlısı medya tarafından yeniden üretildiği ölçüde diğer hakim anlatılarla da eklemlenerek konunun kamuoyu tarafından tartışılma, ilgili siyasaların üretilme biçimini belirliyor. Bütün bunlar da zaten çok kırılgan hatlarda kurulan toplumsal barışın tehdidinde önemli bir rol oynuyor.
Yaşar Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sevda Alankuş, Dr. Zeynep Özen Barkot ile Birarada Yaşarız Eğitim ve Toplumsal Araştırmalar Vakfı (BAYETAV) desteğiyle gerçekleştirilen “Türkiye’de Mülteci Karşıtı Söylemler: 2020 Sonrasına Dair Karşılaştırmalı Bir Okuma” başlıklı araştırma üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.
Sabah ile BirGün gazeteleri haberlerinin analiziyle, ilgili hak örgütleri, uzman akademisyenler, hukukçular ve yerel yönetim temsilcileri ile yapılan görüşmelere dayandırılan araştırma, bize mültecilere dair söylemin nasıl giderek 2015 yılından bu yana siyasal iktidarın iç ve dış politikasının temel paradigmasını oluşturan “güvenlikleştirme” anlatısı çerçevesinde kurulduğunu ve bu anlatının alternatif bir söylem oluşturamayan muhalefetinkiyle nasıl kesiştiğini örnekliyor. Diğer yandan, hak temelli örgütler ve bunu dert edinen yerel yönetimler tarafından nasıl alternatif politikalar üretilebileceği konusunda önemli ipuçları veriyor.
Söyleşi, mültecilere dair nefret söylemi karşısında Bağımsız İletişim Ağı’nın temsil ettiği hak odaklı haberciliğin gerekliliğine bir kez daha dikkat çekiyor.
"Tüm dünyada insan hakları rejimi darbe aldı"
Sizinle yapacağımız söyleşi, kısa adı BAYETAV olan “Birarada Yaşarız Eğitim ve Toplumsal Araştırmalar Vakfı” tarafından desteklenen ve kitaplaştırılan “Türkiye’de Mülteci Karşıtı Söylemler: 2020 Sonrasına Dair Karşılaştırmalı Bir Okuma” başlıklı araştırmanız hakkında olacak. Araştırmanız, mülteci düşmanlığının giderek arttığı ve körüklendiği, medyanın da bunu yeniden ürettiği bir dönemde birçok açıdan değer taşıyor ancak kanımca en önemli katkılarından birisi özellikle yerel yönetimlere bu konuda getirdiğiniz somut öneriler. Ancak bu konuya daha sonra değiniriz. Önce şunu sorayım, vakfın destek programı ile araştırmanız nasıl buluştu da ortaya böyle değerli bir çalışma çıktı?
Sivil toplum örgütleri özellikle üniversitelerin tasfiye edildiği süreçte haklar alanında çalışma ya da araştırma yapmanın en önemli mekanlarından birine dönüştü. Bu tasfiye sürecini yaşamış bir akademisyen olarak, araştırmamı hayata geçirmek için çabaladığım sırada hak alanındaki çalışmaları bilhassa yerel ölçekte destekleyen bu önemli programla karşılaştım. Sivil toplum ile akademisyenleri buluşturan ve bilginin kamusallaşması adına hareket eden bu tarz programların çoğalmasını diliyorum.
Neden mülteciler konusu?
Tüm dünyada insan hakları rejiminin darbe aldığını görüyoruz. Bunun en önemli nedenlerinden birini mülteci meselesi oluşturuyor. Geçmişte insan hakları savunusu yapan uluslararası mekanizmaların artık kendi işlevlerini yitirdiğine, mülteci meselesini "kriz" olarak çerçeveleyip sorumluluk almadıklarına, dahası bu yakıcı meseleyi insan haklarından ziyade denetim ve güvenlik sorunu olarak ele aldıklarına tanık oluyoruz. En basitinden AB ya da BM gibi kurumlar, göçü kökeninde durdurmak için fon sağlayan ya da sadece ihlal dökümü yapan kurumlara dönüştü. Dolayısıyla bugün insan hakları üzerine çalışan, tartışan ve üreten hiç kimse, mülteci meselesini göz ardı ederek yoluna devam edemez diye düşünüyorum. Temel motivasyonum buydu diyebilirim.
"İktidarın mültecilere yaklaşımı gerçekten ne kadar dosttu?"
Araştırmanızın en önemli bulgularından birisi siyasal iktidarın mültecilere dair söyleminde 2019 yılından itibaren bir kırılma yaşanmaya başladığı ve çoklukla dillendirildiği gibi hiç de “mülteci dostu” olmadığı yönünde. Bu değişimi esas olarak hükümet yanlısı Sabah Gazetesi üzerinden izliyorsunuz. Ne kadar ve nasıl mülteci dostu idi? Neden ve ne yönde oldu bu değişim?
Türkiye'de siyasi iktidarın mülteci dostu olduğuna dair genel bir kanı mevcut. Bunun 2013 yılında, kitlesel göç hareketi sırasında AKP'nin uyguladığı açık kapı politikası ve toplum nezdinde sürecin kabulünü kolaylaştırmak için benimsenen "ensar" söylemiyle ilgili bir tarafı var. Ama iktidarın mültecilere yaklaşımı gerçekten ne kadar dosttu? Daha en başından bu yana siyasi iktidarın mülteci meselesine hak temelli yaklaşmadığını, her zaman "veren el" konumunda olup himayeci bir söylem tutturduğunu görüyoruz. Mültecilere ve geçici koruma altındaki Suriyelilere henüz şartlı mültecilik statüsünün bile verilmediği, Türkiye'deki varlıklarının her zaman "misafirlik"le tanımlandığı koşullarda siyasi iktidarın söylem ve uygulamalarını mülteci dostu olarak tanımlamak bana gerçekçi gelmiyor.
Ancak 2019 yılından sonra iktidarın benimsediği ulusal göç politikasında gerçek bir kırılma yaşandı. İktidarın daha öncesinde de hakkaniyetli bir göç politikası yoktu, ancak araştırmanın bulguları bana 2019 sonrasında göçü yönetmekten göçle mücadeleye doğru bir politikaya kayıldığını gösteriyor. 2019 öncesinde olaylar bazında ya da kritik vakalarda dönemsel olarak kendini gösteren mültecilerin güvenlikleştirilmesi, 2020 sonrasında giderek sistematik bir uygulamaya dönüştürüldü ve 2022’de ise iktidarın mülteci politikasının ana arteri haline geldi.
2019'dan sonra mültecilerin giderek bir güvenlik problemi halesiyle çerçevelendiğini, denetim mekanizmalarının işletildiğini ve tümüyle geri göndermeme ilkesini ezecek şekilde sınır dışı kararlarının alındığını görüyoruz. Öyle ki daha öncesinde Türkiye'nin mültecilere kucak açan ve dünyada en fazla mülteci barındıran ülke olduğunu söyleyen siyasi iktidar, 2022'ye gelindiğinde "mültecileri en fazla sınır dışı eden ülkelerden biri" olmakla övünür hale geldi. Hal böyleyken, mültecilerin adil entegrasyonu ve vatandaşlık meselesinin artık gündemden düştüğü tahmin edilebilir.
Siyasal iktidarın mültecilere dair söylemini Sabah Gazetesi üzerinden konuşmaya devam edersek, hangi anlatılar öne çıkıyor?
Sabah Gazetesi'nden 2020-2022 arasındaki üç yıllık döneme dair elde ettiğim bulgular, siyasi iktidarın mültecileri hangi yöntemler ve retorik öğelerle araçsallaştırdığını ortaya koyuyor. Mültecilerin siyasi iktidar tarafından politik bir malzemeye dönüştürülmesini ulusal göç politikasından çok, Avrupa ülkelerinin benimsediği göç politikalarına dönük söyleminde buluyoruz. Bu konuda en fazla gündeme gelen tema, geri itme meselesi. Elbette ki geri itmelerin küresel ölçekli bir sorun olduğunu, ağır insan hakkı ihlalleri ve kayıplara neden olduğunu teslim etmemiz gerek. Ne var ki üç yıl boyunca her gün gündeme getirildiğini gördüğümüz geri itme haberleri, "Batı'nın riyakarlığı" ile ilişkilendirilerek, "zalim, cani Yunan" gibi sıfatlarla kimi zaman geçmişteki husumetlerin kolektif hafızada yeniden canlandırıldığı bir güzergahta, yabancı düşmanlığını kışkırtacak şekilde sunuluyor. Mülteciler üzerinden inşa edilen yabancı düşmanlığının kimi zaman Türkiye'deki etnik, dilsel, dinsel gruplara, kadınlara ve LBGTİ+'lara karşı ayrımcılıkla da birleştiğini, farklı ayrımcılık kategorilerine eklemlendiğini görebiliyoruz.
Diğer yandan Avrupa'ya ilişkin geliştirilen bu karşı temsil stratejisi, bir yandan iktidarın kendi tarif ettiği şekliyle "Batı" üzerinde ahlaki bir üstünlük kurmasına, diğer yandan da krizin deyim yerindeyse dış kökenli olduğuna yönelik bir söylem inşa etmesine yarıyor. Didem Danış ve Deniz Sert'in daha önce işaret ettiği gibi, aslında en başından bu yana iktidar Türkiye'de bir kriz yaşanmadığını söylüyor. Benim analizim de tümüyle bunu destekliyor; siyasi iktidarın temsilcilerinin beyanlarına baktığımızda "mülteci krizi" ifadesi sadece Avrupa'ya atfen kullanılıyor. İşte tam da bu noktada yine güvenlikleştirme konusuna geri dönebiliriz. Zira AKP güvenlikleştirici yöntemler nedeniyle Avrupa'yı mülteci krizinin müsebbibi sayarken, benzer yöntemleri Türkiye'de kullanıyor ve bunu "neden Türkiye'de bir krizin olmadığı"nın kanıtı olarak sunuyor. Mülteciler üzerindeki mevcut denetim ve güvenlik rejimi, siyasi iktidar açısından her şeyin kontrol altında olduğu izlenimi yaratmak adına da inşa ediliyor.
"Güvenlikleştirme, siyasi iktidarın yönetim biçimi"
Hakim anlatı haline geldiğini anladığımız "güvenlikleştirme" söylemi için "Bir iktidar teknolojisi haline geldi" diyor ve mülteciler mevzusunu aşan bir konuya parmak basıyorsunuz. Ne demek bu ve neden böyle yaygınlaştı?
Çok güzel bir soru. En başta güvenlikleştirme ile neyi kast ettiğimi açıklayayım: En basit tarifi ile güvenlikleştirme, herhangi güvenlik sorunu teşkil etmeyen bir konunun/öznenin ya da topluluğun, kamusal müzakereyi kapatacak şekilde bir güvenlik meselesi haline getirilmesi demek. Bunun için öncelikle güvenlik konusu haline getirdiğiniz meseleyi ya da grupları bir tehdit olarak tanımlamanız gerekir. Bu açıdan siyasi iktidarın 2015 sonrasından itibaren Türkiye'yi bu şekilde yönettiğini söyleyebiliriz. En temelde düşünce ve ifade özgürlüğünü kullanan sivil toplum aktörlerinin, akademisyenlerin, gazetecilerin, hukukçuların ya da yerel yönetimlerin -örnekleri çoğaltmak mümkün- terörle ya da devlete karşı işlenen suçlarla ilişkilendirilerek, bir güvenlik sorunu olarak damgalandıklarını ve kapatıldıklarını uzun süredir görüyoruz. Tedbir uygulamalarının olağanlaştırılarak muhalif kesimlerin cezalandırılması bununla birlikte işliyor. Güvenlikleştirme, siyasi iktidarın yönetim biçimi derken bunu kast ediyorum.
Türkiye'nin insan hakları karnesi sürekli eksiye giderken, mülteci meselesi sanki bu süreçten azade gibi duruyordu. Hatta bazı çalışmalar Avrupa'da mültecilerin güvenlikleştirilmesine karşın Türkiye'nin bu konuda iyi bir sınav verdiğini söylüyordu. Oysa 2019 sonrasına dair durum böyle değil. Mültecilerle ilgili iktidar, kimi zaman ulusal güvenlik ya da sıkça kullanıldığı üzere sınır güvenliği, kimi zaman da kamu düzenini sağlama ve asayiş adı altında bir güvenlik anlatısı kuruyor. Bu anlatı içinde Doğu sınır kapısından geçişlerin terörle mücadele kapsamında ele alındığını, İstanbul gibi büyük kentlerde ise "düzensiz göçmenlerin denetim altında tutulduğu"na yönelik bir retorik benimseniyor. Ama bu sadece söylem bazında işlemiyor. Bu süreç, aynı zamanda göçün kriminalizasyonuyla da ilerliyor; bu göç akışlarını kontrol etmeye yönelik politik bir strateji olarak, ceza hukuku mekanizmalarına ve oradan türetilen söylemsel unsurlara başvurulması anlamına geliyor. Yani idari cezanın konusu olan durumlar ya da herhangi bir cezai yaptırım gerektirmeyen vakalara karşı ceza hukuku işletiliyor, mülteciler hak ihlallerine maruz kalacak şekilde topluca geri gönderme merkezlerine kapatılıyor ve sınır dışı ediliyorlar.
Hükümet medyası ve muhalefet medyası pek çok meseleye Türkiye’deki politik kutuplaşmayı yeniden üreten popülist bir söylem çerçevesinde yaklaşıyor. Belki sadece Sabah ve BirGün’e bakarak söyleyemeyiz ama mülteciler konusunda muhalif ve iktidar yanlısı basının söyleminin kesiştiğini söyleyebilir miyiz?
Önce metodolojik bir farktan söz etmek gerek: Sabah Gazetesi'nde iktidarın beyan ve açıklamaları, onun doğrudan yayın politikasını belirliyor. Herhangi eleştirel bir tutum olmadığı gibi, bilakis iktidarın söylemi çoğaltılıyor ve yeniden üretiliyor. Muhalif basına dair yaptığım analiz ise onun siyaseten muhalif partilerin çizgisine tabi olmadığı yönünde. Hatta ana muhalefet seçim öncesi ve seçim döneminde geri gönderme üzerinden siyasi bir kampanya yürütürken, BirGün'ün hak temelli sivil toplum örgütlerini, akademisyenleri ve hukukçuları haber kaynağına dönüştürdüğünü, iktidar politikaları kadar Tanju Özcan gibi mülteci karşıtlarını eleştirdiğini, bilhassa Türkiye'deki mültecilerin güvencesiz yaşam ve çalışma koşullarını gündeme taşıdığını görüyoruz. Mülteci karşıtlığı ile mücadele onların da gündeminde.
Ne var ki iktidar yanlısı ve muhalif basını kesiştiren nokta, dolaylı olarak yine politikasızlıkta buluşuyor. Ana muhalefet hakkaniyetli ve eşitlikçi bir ulusal göç politikası öneremiyor, hatta gönüllü geri dönüş olarak adlandırılan ama bugün sınır dışı kararlarının bahanesini oluşturan süreci destekliyor. Mesela muhalif basın, gönüllü geri dönüşün iktidar tarafından dizayn edilen düzensiz göçle mücadele eylem planının bir bileşeni olduğunun ve bu konuda nasıl hak ihlalleri yaşandığının ne kadar farkında, emin değilim. Kendisini sol kanatta tanımlayan basın ise bu meseleye mesafeli; bu konuyu görünür kılmakta nedense yetersiz kalıyorlar. Kabul etmek zorundayız ki mülteci meselesinde söz sahibi olan siyasi iktidar ağı, masayı onlar kuruyor ya da dağıtıyor.
"Mülteci meselesi hakkında mülteciler konuşmuyor"
Araştırma sonuçlarınız BirGün Gazetesi'nin yaklaşımının, Bağımsız İletişim Ağı’nın kavramsallaştırdığı ve yaygınlaştırdığı yaklaşımla daha "hak odaklı" olduğunu ortaya çıkarıyor. Örneğin olması gerektiği gibi hak örgütlerini haber kaynağı olarak kullanıyor, konuya hak odaklı ve eleştirel yaklaşan uzmanların görüşlerini temel olarak alıyor. Ancak örneğin hak odaklı haberciliğinden söz edebilmek için aynı zamanda, hak ihlaline uğrayanların olumlu haber öznesi olarak temsilleri, haklar konusunda bilgilendirilmeleri, uğradıkları hak ihlallerinin takibi gibi bir yaklaşım gerekli. Başka ifadeyle mültecilerin aynı zamanda pozitif haberlerin de öznesi olmaları gerekiyor. Bu açıdan baktığınızda BirGün’ün hak odaklı yaklaşımında ne gibi eksiklikler görüyorsunuz?
BirGün Gazetesi'nden elde ettiğim verileri aslında genel olarak muhalif basın açısından düşünebiliriz. Birincisi, yaşam ve sığınma hakkı, emek ve mücadele söylemi her ne kadar gazetenin yayın politikasının omurgasını oluştursa da, bu haberlerin özneleri, hak temelli çalışan sivil toplum örgütleri ya da akademisyenler. Yani mülteci meselesi hakkında mülteciler konuşmuyor.
Oysa gerçek anlamda hak odaklı bir habercilikten söz etmek için, bu meselenin gerçek öznelerinin sesini duyurmalarına, mültecilerin kendi hikayelelerini kendi dillerinden aktarmalarına alan açmak gerek. Örneğin BirGün Gazetesi'nde üç yıllık dönemde doğrudan mültecilerin anlatılarına yer veren sadece 19 haber var. Bunların büyük çoğunluğu Türkiye’de mültecilerin kendi yaşam koşullarını, çalışma hayatında karşılaştıkları zorlukları ve yoksullukla mücadelelerini dile getirdikleri haberlerden oluşuyor.
Buradan ne gerekiyor sorusuna ilişkin ikinci bir beklentimizden bahsedebiliriz: Mülteciler kimi zaman kamuoyunda etki yaratmak için sürekli olarak yaşadıkları mağduriyetle özdeşleştirilerek temsil ediliyor; sürekli mağdurlar, yoksulluk içinde yaşıyorlar ya geçişler sırasında can veriyorlar. Siz sürekli temsil stratejinizi bu hattan kurarsanız olumlu bir etki değil, bilakis mültecilerin harcanabilir hayatlar olduğuna ilişkin genel kanıyı güçlendirmiş ve yaygınlaştırmış olursunuz. Bununla ilgili olarak sizden bir alıntı yapacağım; tam da bu noktada gazetecinin kendi duruş noktasını sorgulaması, “Ben kimim?” değil, “Ben nerede duruyorum?” sorusunu kendisine sorması gerekiyor.
Soruyu bir de başka türlü sorayım ve biraz da spekülatif olsun, acaba tırnak içinde kullanırsak "mülteci meselesi" en başından bu yana siyasal iktidarın yanlış politikalarının sonucu olarak görülmeseydi, muhalif basının mültecilere yönelik tavrı yine böyle ve kısmen de olsa hak odaklı olur muydu?
Tam da yaşadığımız muhalefet ortamının yapısal sorununa dair bir soru sordunuz. Hatta bir parça daha ileri taşıyacağım sorunuzu. Soyutlayarak söylersek, bir yerde iktidar "A" diyorsa, muhalefet "Hayır, o 'A' değil" olarak karşılık veriyor ve bu karşı çıkışta yeni ya da alternatif bir argüman kurmuyorsa, bu durum aslında iktidarın hegemonyasını sağlamlaştırmaya yarayabilir.
Bugün muhalif söylemde de benzer bir duruma tanıklık ediyoruz; siyasi iktidarın söylem ve uygulamalarının dışına çıkmaksızın, alternatif bir temsil ya da metodoloji üretmeksizin aslında hak odaklı gazetecilik anlayışını yerine getirmiş sayılmasınız. Zira hak odaklı gazetecilik, kendi referans noktasını iktidarın söylemleri üzerine değil, adı üstünde hak rejimi üzerine kurar ve haklar arasındaki kesişimsellikleri hesap eder. Bu yaklaşım malum olanın ötesinde farklı ihlal alanlarının tespit edilip görünür kılınmasına, takip edilmesine yarar ve konuyla ilgili aktörlerin engelleyici mekanizmalar geliştirmesi adına çok önemlidir.
Ne var ki aynı gazete içinde bir yandan mültecilerin haklarına vurgu yapan, diğer yandan da gönüllü geri dönüşün bir çözüm olabileceğine ilişkin haberleri yan yana koyarsanız, hak söylemini zaten boşa çıkarırsınız. Dolayısıyla ben iktidar karşıtlığının hak odaklı gazetecilik için yeterli olmadığını düşünüyorum.
"Mülteciler yerel karar alma süreçlerinde yer almalı"
Kanımca araştırmanızın en önemli kısmı, ciddi bir mülteci nüfus barındıran ancak bütün politik olarak "liberal" dün ve bugünkü iklimine rağmen hiç de "mülteci dostu" sayılamayacak bir kent olan İzmir’de, sivil toplum örgütlerinin temsilcileri, akademisyenler, uzmanlar, yerel yönetim ve medya mensupları ile yaptığınız derinlemesine görüşmelerden elde ettiğiniz sonuçlar. Çünkü biz akademisyenler genellikle sorunu saptıyoruz ama nasıl siyasalar üretilmesi gerektiği konusuna yoğunlaşmıyoruz. Sizin görüşmeleriniz bize ne yapılması gerektiği konusunda neler söylüyor?
İzmir'de göç çalışmaları yürüten sivil toplum aktörleriyle yaptığım mülakatlarda en önemli engellerden birinin mülteci karşıtı söylemler olduğu belirtildi. Elbette bu söylemler başta mültecilerin can güvenliğini tehdit ediyor, ama bunun yanı sıra mülteci haklarını savunanları da hedef alıyor. Ne ironiktir, mülteci karşıtlığında iktidar karşıtları rol oynuyor. Bu nedenle öncelikli olarak, siyasi iktidarın göç politikasının ifşa edilmesi, mültecilerin Türkiye'deki pozisyonlarının gerçekçi, hakkaniyet temelli ve mülteci grupları homojenleştirmeden anlatılması gerektiği vurgulandı.
Bununla birlikte vatandaşlık meselesinin ve yeni emek stratejileri kurmanın önemine dikkat çekildi. Aslında iktidarın bugünkü istihdam politikası, ucuz ve güvencesiz emeğe ve yoksullaştırmaya dayalı; bundan Türkiye'de yaşayan tüm emekçiler zarar görüyor. Mülteciler ile yerleşik halkı bir araya getirecek önemli alanlardan biri emek mücadelesi. Her iki tarafından da sorunlarını dinleyen, meseleye insan haysiyetine yaraşır bir yaşamın kurulması temelinde yaklaşan bir perspektife ihtiyaç duyulduğu söylendi.
Vatandaşlık ise uzun zamana yayılan, çok aktörlü ve inter-disipliner bir perspektifle ele alınması gereken bir mesele. İstediği kadar kaçınılsın, bu konu muhalefetin de gündemine gelecek. Öte yandan ulusal vatandaşlığa geçişte ve bu alandaki dışlayıcı çerçevenin kırılmasında kent yurttaşlığının önemli bir aşama olduğunun altı çizildi. Hakikaten de kent bütçesinin kullanımından tutun da ortak mekanların planlanmasına dek mültecilerin yerel karar alma süreçlerinde yer alması, hem birbirini tanıma potansiyelini güçlendirecek hem de yerel halk ve mültecilerin kesişiminde yeni sosyal talepleri ortaya çıkaracak bir etkiye sahip.
Yerel yönetimlere özellikle çok iş düştüğünü söylüyorsunuz ve İzmir genelinde CHP’li belediye başkanları iş başındalar ve aslında sadece İzmir’de değil, bütün Ege bölgesindeki CHP’li belediyeler pek çok diğer konuda olduğu gibi eşitliği gözeten hak odaklı yaklaşımlarıyla mülteciler konusunda da örnek bir model oluşturabilirler. Sizce ne yapılmalı?
Benim bu araştırmada en önemsediğim bulgulardan biri, mülteci karşıtlığı ile mücadelede yerel yönetimlerin kritik aktörlerin başını çekmesiydi. Birincisi bu az önce sorduğunuz soruyla da ilişkili; ulusal çapta bir göç politikasını siyasilerden beklemek yerine yerele özgü mülteci politikalarının oluşturulmasına ihtiyaç var. İkincisi, yerel yönetimler sahip oldukları kaynakları ve sundukları hizmetleri paylaştırma kadar, bağlı oldukları mevzuat bakımından da avantajlara sahipler. Özellikle kentsel eşitlik ve adaleti güçlendirecek hemşehrilik hukuku, az önce bahsettiğimiz kent yurttaşlığının temelini oluşturabilir. Bu açıdan kent konseylerinde mülteci temsilini güçlendirme, bu alanda çalışan sivil toplum aktörleriyle işbirliği ve koordinasyon içinde çalışma, karşılaşma mekanlarını çoğaltma hemen ilk etapta yapılacaklar arasında.
Öte yandan karşılaşma teması benim araştırmamda da sıklıkla kendisini ortaya koydu, ancak henüz hazır olmayan toplulukları yan yana getirdiğinizde karşılaşabileceğiniz riskleri de hesap etmeniz gerekli. Belki de bu konuda öncelikle herkesi uzlaştıracak ya da ortaklaştıracak çatı bir kavramdan itibaren çalışmalar yürütmek yararlı olabilir, örneğin ayrımcılık gibi. Hatta daha da basitleştirelim, ortak kavram, sokaklarda güvenle yürümek bile olabilir. Karşılaşma derken, grupların birbirlerine değmedikleri mekansal birliktelikler değil, birbirlerini dinleyip tartışacakları, düşünecekleri mahallerin oluşturulmasını kast ediliyor. Bu konuda İzmir Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı Kentsel Eşitlik ve Adalet Müdürlüğü'nün çalışmalarını iyi örneklerden biri olarak gösterebiliriz.
"Mülteci karşıtlığı ile mücadelede medyanın rolü önemli"
Başlangıçta da değindiğim gibi, Bağımsız İletişim Ağı 2000’li yılların başından bu yana toplumsal cinsiyet odaklı habercilik, çocuk odaklı habercilik, barış gazeteciliği gibi konulardaki eğitim ve pratikleriyle hak odaklı haberciliğin yaygınlaşmasına öncü bir rol oynuyor. Diğer yandan özellikle kadın ve çocuklar söz konusu olduğunda uğranılan hak ihlallerinin daha fazla olduğunu, atılan “Suriyeli katil” gibi haber başlıklarıyla toplumsal barışın tehdit edildiğini gözetirsek, bu kavramların işaret ettiği anlayışla habercilik yapılması her zamankinden çok önem kazanıyor. Hak haberciliğinin doğal olarak bir parçası olması gereken mülteci odaklı habercilik için ne yapılmalı?
Sizin de belirttiğiniz gibi, mülteci karşıtlığı ile mücadelede en önemli rollerden biri medyaya düşüyor. Bugün halen neden "kaçak göçmen" denilmemesi gerektiğini anlatıyoruz. Bu konudaki cevabım klişe olacak ama ben medya çalışanlarını hedefleyen hak perspektifli eğitimlerin önemli olduğunu düşünüyorum. Zira kimi zaman medya çalışanları bu hataları bilmeden yapıyor, "Herkes bu şekilde yazıyor" diyerek o da yanlışı sürdürüyor.
Öte yandan bu alandaki yazılı ve görsel kaynakların çoğaltılması gerektiğini düşünüyorum, çoğu zaman bu tarz çalışmalar sadece akademik düzlemde kalıyor, oysa son derece pratik, anlaşılır dilde, mülteci haklarına ilişkin habercilikle ilgili kılavuzlar güncellenerek çıkartılabilir. Bir de iletişim fakültelerinde mutlaka hak odaklı habercilik derslerinin konulması gerekli. Zira medya çalışanlarındaki yanlışlar daha üniversite yaşamından başlıyor. Ama tüm bunlar içinde sanıyorum en önemlisi, medya çalışanlarının kendi haber konularına bir başlık olarak değil, özne olarak yaklaşabilmeleri. Haber metodolojisinde özneleri nesneleştirmeden ama aynı zamanda hassas gruplarla çalışmanın risklerini de gözeterek davranmanın içselleştirilmesi gerekiyor.
Dr. Zeynep Özen Barkot hakkında
Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) başta olmak üzere hak savunusu yapan sivil toplum örgütlerinde çalışmalar yürütüyor. Siyasal iletişim, insan hakları, travma ve toplumsal hafıza gibi meselelerle ilgileniyor, bağımsız araştırmacı olarak çalışmalarına devam ediyor. Kamuoyunca "Barış Bildirisi" olarak bilenen metne imza attığı gerekçesiyle ihraç edildiği 2017'ye kadar Giresun Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak çalıştı. 1979'da yüksek lisansını Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde tamamladıktan sonra Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde doktorasını verdi.
(SA/VC)