Ben bir çınar ağacıyım Gezi Parkı’nda…
Hani köklerine kepçe vurmak istediklerinde, bedeninizi önüne atarak kurtardığınız o ağaç… Elbette tüm hikâyem bu değil. İsterseniz size biraz kendimden bahsedeyim.
1850 yılında filizlendim bu topraklarda. Benden çok daha yaşlıları da var aramızda. Dünya’nın birçok yerinden bahçıvanlar getirdi bizi. Beni getiren, Londralı bir bahçıvandı. Kardeşlerimin kimi Japonya’dan, kimi İtalya’dan kimi de Fransa’dan gelmişti. En gencimiz bile 1940’larda filizlendi. Yani kökleri çok eskilere dayanan, kocaman bir aileydik biz. Farklı kültürlere, farklı türlere sahip kocaman bir aile.
İşte, benim ve kardeşlerimin hayat hikayesi kısaca böyle. Ama kısaca! Bir de çok uzun bir hikayemiz var. Nerden başlayacağımı, hangi birini anlatacağımı bilemediğim. Ama anlatmaya çalışacağım izninizle.
Burada eskiden geniş bir çayırlık içinde bir Ermeni Mezarlığı, devamında ise servi ağaçlarıyla dolu büyük bir Müslüman mezarlığı vardı. Yani bir tarafta Ermeni bir aile sevdiğini uğurlardı, öbür tarafta da Müslüman bir aile. Bizler ise, ölümün ortak acısına, acıların nasıl paylaşıldığına tanık olurduk. Sonra bu mezarlıkları taşıdılar. Geride mezar taşlarının bir kısmını hatıra bırakarak.
Yine bu meydanda, Topçu Kışlası vardı o zamanlar. İki katlı, soğan kubbeli ve köşeleri kule görünümlüydü. Kışlanın ortasında büyük bir avlu, yakınlarında bir cami vardı. İnsanlar ibadet ederler, at yarışları, spor turnuvaları yaparlar, biz de onlara katılırdık.
Ve ardından savaş yılları… Nice savaşlar, isyanlar gördük burada. En zor yıllarımız, savaş yıllarında geçti. Analar, çocuklar ağlarken biz de onlarla birlikte ağladık. Çok fazla yaprağımız, dalımız bu savaşlarda koptu gitti.
Ama bizim tanıklığımız bitmedi… Cumhuriyet törenlerini izlediğimiz yıllar geldi ardından. Karşımızdaki meydana, Cumhuriyet Anıtı yapıldı. İstiklal günlerini kutladık hep beraber. Törenlerde bizler de saygı duruşunda durduk. Savaşın izi ise, belleğimizden hiç çıkmadı.
1977 yılını anlatmak istiyorum bir de size. O yılı da hiç unutmadık çünkü bizler. 1 Mayıs’ta, yüzbinlerce işçi toplanmıştı bu meydanda. Bizi bu topraklara eken işçilerin elleri, havada yumruk olmuş, “Eşit iş, eşit ücret” , “Sekiz saat çalışma, sekiz saat dinlenme, sekiz saat canımız ne isterse” diye haykırıyorlardı. Sonra peşpeşe silah sesleri duyduk. Meydan’daki insanların üzerine ateş açılmıştı. İnsanlar panik halde kaçmaya çalıştılar. Ama kalabalığın arasına panzerler girdi. Ve oradakiler, panzerlerin altında kalarak ve birbirlerini ezerek kaçmaya devam etti. İşte o gün “34” dalımız daha koptu gitti. Onları hiç unutmadık…
Onları unutmayanlar sadece bizler değildik. Onları unutmayan insanlar, yeniden Taksim Meydanı’na gelmek istediler. 2007 ve 2008 yıllarıydı. Ama yeniden, o eski günleri hafızamızda canlandıran sahneler yaşadık. Yanlış hatırlamıyorsam, biber gazıyla o denli tanışıklığımız böyle başladı. Ama insanlar yine de vazgeçmediler. Sonra bir daha geldiler, yeniden geldiler. İşte böyle bir günde, Dilan kız, ilk 1 Mayıs’ını kutlarken başından vuruldu, gaz kapsülüyle. Henüz 17 yaşındaydı.
Sonrasında ne mi oldu? İzninizle burada, hikâyeme başladığım yere yeniden dönmeliyim. Çünkü sıra artık bizlere geldi. Kimi insanlar bizi, filizlendiğimiz, büyüdüğümüz, köklerimizi saldığımız bu topraklardan, bu meydandan söküp atmak istiyor. Aslında bizle değil belki dertleri, onlar hatıralarımızla tanıklığımızla kavgadalar. Ama büyükbabam, ‘onlara para kazandırmadığımız için, bir işe yaramadığımızı düşünüyorlar’ diyor. Ve bu nedenle bizi artık istemediklerini söylüyor. Bizim yerimize binalar dikecek, alış-veriş merkezi yapacaklarmış.
Büyükbabam, insanların bizi bu nedenle öldüreceklerini söylediğinde ilk başta çok korktum. Buradaki diğer tüm kardeşlerim gibi. Ama sonra birbirimize daha fazla kenetlenmeye başladık. Köklerimizi her gün biraz daha saldık toprağa, iyice kenetledik birbirimize.
Ama bir gün, vücudumda bir acı ile uyandım. Bir kepçenin sesi geldi kulağıma önce. Sonra etrafımda koşuşturan insanlar gördüm. Avazları çıktığınca bağırıyorlardı. Ellerime baktım, ama ellerimden biri yoktu artık. Canım çok yanıyordu. Ve kepçe yeniden vurdu, vurdu.
O an tüm hayatım gözlerimin önünden geçti. Aklıma ilk önce, kovuklarımda oynayan çocuklar geldi. Okul çıkışlarını heyecanla beklerdim. Onlar geldiğinde, hepimizin yüzünü bir gülümseme alırdı. Sonra aklıma, aşklarını ilk defa gölgemde fısıldayan ve hala ziyaretime gelen Ethem Dede ile Mücella Teyze geldi. Ve Tarlabaşı’ndan pikniğe gelen komşularımız. Sokak çocuklarımız. İşten çıktığında, yorgunluk kahvesini yanımızda içmeden evine geçmeyen doktor Ali. Ve seneye biraz daha çoğalarak gelecek olan arkadaşlarım kuşlar, böcekler ve ailem… Hepsi birer birer gözlerimin önünden geçti.
Benim için her şeyin bittiğini düşünmeye başlamıştım. Kardeşlerim, büyükbabam hepsi ağlıyordu. Ama önce genç bir adam sarıldı bedenime. Sonra içlerinden biri daha hızla koşarak yanıma geldi. Göğsünü, karşımda duran kepçeye siper etti. Kollarını açmış “Yakarım bu gezegeni, o ağaca dokunamazsınız” diyordu. Ve etrafım bir anda, bana can suyu veren insanlarla doldu. Gençler, yaşlılar, kadınlar ve çocuklarla… İşte o an anladım, bize hiçbir şey yapamayacaklarını. Ama bu sandığım kadar kolay olmadı. Bizi öldürmeye gelenler o gün gittiler. Ama yeniden gelmek üzere.
Ve yeniden geldiler. İşte böyle başladı asla unutamayacağım o günler. Öteki insanlar bizim için nöbet tutmaya başladılar. Her gün biraz daha çoğaldılar. İtiraf etmeliyim ki, büyükbabamın ‘onlara para kazandırmadığımız için bizi artık istemiyorlar’ sözü hiç gitmiyordu kulağımdan. Burada bizler için nöbet tutan bu insanlara verecek hiçbir şeyimiz yoktu. Ama onlar gölgemize sığınmaktan, dallarımıza salıncak kurmaktan, uzanıp bizi seyretmekten çok keyif alıyorlardı.
Eski günlerden çok daha neşeli, rengârenk, cıvıl cıvıl bir aile olmuştuk artık. Sokak çocuklarıyla diğer çocuklar aynı parkta oynuyordu. Türküler, şarkılar hiç bitmiyordu. Eller belki de hiç bu kadar bir araya gelmemişti. Birlikte yemek yapıyor, birlikte parkı temizliyor, çadırlarımızı kuruyorduk. Bir kütüphanemiz bile olmuştu. Tanımadığımız, hiç bilmediğimiz insanlar bize yemek yapıp getiriyordu. Birlikte uyuyup birlikte uyanıyorduk. Ama bu ne yazık ki fazla uzun sürmedi.
Yine bir sabah, öncekinden çok daha büyük bir acıyla uyandım. Ellerime baktım hemen. Ama yerlerindeydiler. Neden canımın yandığını anlamam ise uzun sürmedi. Her yer savaş alanı gibiydi. Gaz bombaları, plastik mermiler durmaksızın geçiyordu tam yanımızdan. İnsanlar çığlık çığlığa kaçışıyorlardı. Birçoğu boylu boyunca uzanmış, nefes alamıyor, kusuyordu. Çocukların korku dolu bakışları tüm gövdemi delip geçiyordu. Yamacıma uzanıp beni seyreden gözler eksilmişti. Gözü eline akan bir kadın, gözümün önünden hiç gitmiyordu. O rengârenk, cıvıl cıvıl insanlar gitmiş, yerlerine kan revan içinde kalmış insanlar gelmişti. Kanlar içinde kalan insanları gördükçe, tüm yapraklarımı dökmek istedim o an.
Ama onlara bunu yapamazdım. Çünkü onlar yapmadılar. Bırakıp gitmediler. Korkmadılar. Korkanlar ise kaçmadılar. Her gün daha da çoğaldılar. Elele tutuşmaktan usanmadılar. Yaşamak yaşatmak için en güzel çağlarında ölmeyi göze aldılar. Ve öldüler. Bizi öldürmek isteyenler onları da öldürdü.
Ama ölmekle tükenmedik. Biz hala buradayız. Öteki insanlar da buradalar. Bizim için ölenleri ise unutmadık. Şimdi, ne zaman bir tohum yere düşse bedenimizden, o tohum gidenleri yeniden filizlesin diye fısıldıyoruz birbirimize, rüzgara, Tabiat Ana’ya… Hep birlikte ve “bir orman gibi kardeşçesine” …(TB/ÇT)
*Avukat, Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Hukuku Yüksek Lisans Öğrencisi