* Fotoğraflar: Barış Acarlı
Babasının kızı, mesleğin ilk mekteplisi**
Vasfiye Özkoçak ya da Babıali’de bir zamanlar söylendiği şekilde Vasfiye Abla, 1923 doğumludur ve “babasının kızı”dır. Yani Cumhuriyet’in modernleşme projesinin hedeflerinin -omuzlayıcısı olarak gördükleri kızlarını, oğullarından ayırmadan- peşinde olmayı şiar edinmiş babalardan birisidir İbrahim yüzbaşı. İlkelidir, dürüsttür, sözünün arkasında durur, kolay da boyun eğmez. Vasfiye, hayatıyla ilgili önemli kararlar alırken, meslek hayatını sürdürürken, iş ahlakını tanımlarken hep babasını referans alır, onu rol modeli olarak görür.
İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nden 1952’de üç kadın gazeteci adayı mezun olur, bunlardan sadece Vasfiye Özkoçak gazeteciliğe hemen başlar, daha sonra gazeteciliğe adım atacak olan yakın arkadaşı Necla Tümay (Berkan) mesleği avukatlığa dönerken, üçüncüsü hiç gazetecilik yapmaz. Aynı zamanda İstanbul Üniversitesi’nin coğrafya bölümünden diplomalı olan Vasfiye, öğretmen olarak atanmayı beklerken Enstitü’den hocası Cevat Fehmi Başkurt’un davetiyle Cumhuriyet gazetesinde işe başladığında, 29 yaşındadır ve Türkiye’nin ilk mektepli kadın gazetecisi, sonrasında da ilk adliye muhabiri olur.
Erkek mesleğinde kadın mı? O zaman caydıralım….
Vasfiye Babıali’de çalışmaya başladığında, Gazeteci Soyoğlu’nun deyişiyle, erkekler gazeteciliği kendi tekellerinde görmekte ve Vasfiye’ye muhabir olarak değil de “hanım” olarak yaklaşmaktadır. Cumhuriyet gazetesinde de durum farklı değildir. Gazete de o sıralar kendisinden başka bir de Müşerref Hekimoğlu çalışmaktadır, ancak o “yazar” statüsündedir, muhabirlik yapmaz.
Cumhuriyet’teki ilk günlerden itibaren yazı işleri müdürü tarafından “babacanca” kollanıyor olmasına rağmen istihbarat şefi başta, erkek meslekdaşları onu meslekten caydırmaya çalışırlar. İlk gönderildiği haber, her defasında kavga çıktığı bilinen “hamallar kongresi” olur. Kongreyi yapanlar kadın gazeteciye hiç alışkın değillerdir, Vasfiye zar zor içeri girer, yine kavga çıkar, o haber çıkarma derdindedir, gazeteye telefon edip foto muhabiri ister, “lüzum yok” derler, zaten haber de beklenmemektedir.
Benzer durum birkaç kez daha tekrarlanır. Kendisine tam malumat verilmeden habere gönderilir, haber kaynağı saklanır, haberleri yayınlanmaz. Ama Vasfiye öyle “kolay lokma” değildir ve tabii meslekte kalmak için direnişinin elbette bir “bedeli” olacaktır.
Babıali’de hayatı zor kılınan sadece Vasfiye değil
Vasfiye’nin gazeteciliğe başladığı 1950’li yıllarda Babıali’de idari kadrolardaki yine çok az sayıdaki kadın sayılmazsa, alaylısı, mekteplisi gazeteci kadınların sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır. 1960’lı yıllarla birlikte bu sayı artacaktır. Ancak, değil Vasfiye gibi orta sınıf bir aileden gelip de basın camiası ile hiçbir yakınlığı olmadığı halde mesleğe başlayabilmiş kadınlar için, gazete sahibi ailelerden gelen, yurtdışında eğitim almış, birkaç dil bilen veya örneğin bir gazeteci ile evli kadınlar için de, haber merkezlerinin baştan aşağıya maskülen örülmüş çatısı altında gazeteci olma fırsatını yakalamak kolay değildir.
Bunu söylüyorum çünkü bilindiği kadarıyla Batı’da da, kadınların mesleğe ilk katılımları nispeten “beyaz sınıflardan” gazete sahibi veya gazeteci babalar, eşler dolayısıyla olmuştur. Örneğin, kocası Demokrat Partili Anadolu Ajansı Haber Müdürü, dayısı ve kardeşi diplomat, yani ailesi Cumhuriyet yönetiminin yönetici seçkinlerinden olan Nimat Arzık için de 1957 yılında başlayan gazetecilik hayatı hiç kolay olmamıştır. Çünkü sözü hep yüzündedir, gazeteciliğini DP’li kocası gazetesinde iktidar yanlısı yazılar yazdığı için bir daha ona yer vermeyecek kadar bir mesafe üzerinden kurar.
Diğer yandan yine Vasfiye’yi kadrosuna 1952’de katıp da önüne binbir zorluk çıkaran Cumhuriyet gazetesi kurucusu ve sahibi Yunus Nadi’nin torunu, erkek vasileri Nadir Nadi ve Doğan Nadi’nin yeğeni, kız kardeş Leyla Uşaklıgil’in kızı Emine Uşaklıgil’i bile hiç sıcak karşılamayacaktır.
Emine, gazetede stajyer olarak ilk çalışmaya başladığında dayılarının durumu kerhen kabullenmesi bir yana, gazetenin yönetimdeki nüfuzu büyük olan anneanne Nazime (Nadir) Hanım, “bu kız burada üç aydan fazla kalmayacak” diye buyuracaktır***.
Nitekim Cumhuriyet gazetesi, Vasfiye ve Emine’nin çalıştığı dönemler sonrasında da kadınlarla eşitleri olarak çalışmayı içine sindirebilen erkek yöneticilere ve hatta -her birinin gözü genel yayın yönetmenliğinde olduğu bilinen- nüfuz sahibi köşe yazarlarına pek sahip olmayacaktır.
Benzeri bir durum, Babıali’nin en eski gazeteci kökenli ailelerinden gelen Leyla Tavşanoğlu için de geçerlidir. Babası Babıali’nin en eskilerinden Son Posta gazetesinin sahibi, abisi Çetin Emeç önce bu gazetenin “veliahtı”, sonra Hürriyet gibi bir gazetenin genel yayın yönetmeni olan Leyla da, gazeteciliğe Hürriyet’de devam etmek üzere çalışmaya başladığında, kendisine dokuz ay kadro verilmeyerek bezdirme politikası uygulanmıştır. Çetin Emeç zaten söyleşi yaptığım diğer kadın gazetecilerden bizzat işittiğime göre işe almak durumunda olduğu kadın gazetecilere daha ilk günden açıkca “kadınlarla çalışmayı sevmediğini” söylemekte beis görmeyen birisidir.
Dolayısıyla burada da sorun aile içi bir mesele olmanın ötesinde, Leyla’nın -kendi tespitiyle- kadın haliyle evde oturmak yerine gazeteci olmaya kalkışmasıdır. Nitekim o da bu duruma en fazla bir yıl tahammül edebilecek ve başka bir gazeteye geçecektir.
Aslında insan, Babıali’nin bu çok mürekkep yalamış isimlerinin, kendi ailelerinin kadınlarının gazetecilik heyecanları karşısında gösterdikleri tepkilere bakınca bile, yönetimlerinde çalışan diğer kadın gazetecilere davranma biçimleri hakkında ne duysa şaşırmıyor. Ama biz yine konumuza, Vasfiye’nin gazetecilikte varolma mücadelesine dönelim.
Vasfiye öyle de güzel ki çare Babıali’nin bacısı olmakta
Vasfiye’nin gazeteci olarak kabullenilmesinde bir “dezavantajı” (daha) vardır; güzelliği dillere destandır. Bu yüzden kadın gazetecilerden hep bekledikleri gibi, “kısa zamanda koca bulup, çekip gideceğine” garanti gözüyle bakılmaktadır.
Vasfiye’nin de zaten artık öğretmen olarak tayini çıkmıştır, ancak hocası ve genel yayın yönetmeni Cevat Fehmi’nin övücü sözleri, onun üzerine babasının da ‘devam o zaman’ demesiyle mesleğine daha sıkıca tutunur, ancak bunu yaparken de bu erkekler dünyasında ayakta kalabilmek için bir çok hemcinsi gibi kendince yöntemler geliştirir.
İşyerinde erkeklerle tokalaşmaz, mesafeli bir dili vardır, nitekim, meslekdaşlarından birisi “kendisini öyle bir maskeliyordu ki kadın tarafını görmek mümkün değildi” demiş, sonra “zaten o kadınlığından yararlanan gazetecilerden nefret ederdi” diye de eklemiştir. Anlaşılan odur ki, kurallarını erkeklerin koyduğu ve yönettiği haber merkezlerinde kadın gazeteciler için “kadınlığını saklamak” veya “kullanmak” dışında bir seçenek bırakılmamıştır.
Sahi bir de “erkekleşmek” seçeneği vardır. Böylece iş çıkışlarında bir tek atmak üzere kurulan masalarda da boy göstermeyen Vasfiye, bunlardan ilkini seçer. Kadınlığı hatırlatıldığında tepkisi farklı farklı biçimlerde olur.
Bir defasında Taksim’de boyu posu, muhteşem yüzü, saçları belinde ve üzerinde tiril tiril japone kollu empirmesi içinde ama güneş gözlüklerini takmış yürümektedir. Kendisini hep etek ceketle, saçları topuzlu, müslin çoraplar içinde görmeye alışmış olduğundan onu tanıyamayıp, peşine düşen, üstelik laf da atan erkek meslekdaşına şaka ile cevap verir, bu yaptığını daha sonra hiç yüzüne vurmaz.
Erkek meslekdaşların kadın gazetecilerin nasılsa vereceği “frikikler”i beklediği, patronun (Nadir Nadi) odasından çıktığında “yüzünün kızarmış olduğu” söylenerek imalarda bulunulduğu ve bunun esprilerinin ortalarda dolaştığı ortamda Vasfiye örneğin, “dizlerini hep kapalı, ayaklarını hep arkada tutarak oturur”, kılık kıyafeti de zaten bir tür örtüdür.
Böylelikle, zaman içinde kurduğu mesafeli ilişki biçimini bir “abla” ya da “bacı”nınkine dönüştürürken, kendisini korumanın yolunu, cinselliğinden arınmakta, kadınlığını saklamakta bulacaktır. Nitekim kısa sürede Babıali’deki büyüklü küçüklü herkes onu “Vasfiye abla” olarak anmaya başlayacaktır.
Ancak böyle, kadınlığını “kızkardeşliğe” dönüştürerek -artık her ne kadar olduysa- “dokunulmazlık” kazanıncaya kadar, hatta ondan sonra bile, bütün kadın gazetecilerin öyle ya da böyle başına gelmiş olanlar onun başına da gelir. Yanında pek çok kadın gazetecinin maruz kaldığı üzere açık saçık fıkralar anlatılıp, seksist şakalar yapılır, küfürler edilir. Bunları çoğu zaman duymazlıktan gelirse de, bir defasında o kadar bunalır ki, “İnşallah bir gün kitap yazacağım ve bütün yaptıklarınızı yazacağım” diyerek onları susturur. (Ama bunu hiç yapmaz).
Adına gazeteye müstehcen dergiler gönderilir (bunu yapanlar kimbilir ne “eğlenmişlerdir”). Bir yandan kendini korumak için geliştirdiği bu mesafeli tavır, diğer yandan Enstitü’den beraber mezun olduğu kadın meslekdaşı Necla ile yakın dostluğu, haklarında “Zeki Müren” benzetmesi yapılmasına yol açar.
Anlaşılan o dönemde lezbiyenliği ima edecek popüler niteleme budur! Bu arada Vasfiye kimbilir kimlerin, ne kadar tacizine uğramıştır da, sadece -besbelli ki epey rahatsızlık vermiş olmalı- o bir tek Çetin Altan’ı ismen anar. Aslında Türk basınında bu kadarını olsun apaçık söyleyen kadın gazeteci yoktur.
Dipnot niyetine olsun; sadece, Vasfiye’den yaşça iki sene büyük, ancak gazeteciliğe daha geç başlamış olan bir başka kadın gazeteci Nimet Arzık, DP zamanının Milli Emniyet Teşkilatı (bugünün MİT’i) başkanı Hüseyin Avni Göktürk’ün “dul kaldığında” kendisine tecavüze kalkıştığını önce yayınladığı şiir kitabındaki bir şiirle ima edip, 1983 yayınladığı anı kitabında ise açıklayacaktır.
Ne yazık ki, kadın gazeteciler maruz kaldıkları cinsel tacizler konusunda suskunluklarını sürdürmeye günümüzde de devam ediyor. Vasfiye de işte andığı bu tek isim dışında, besbelli ki yaşadıkları üzerine konuşmayı tercih etmeyenlerdendir.
Kadın gazeteci ise, istismarın çeşidi bol
Neticede Vasfiye’nin meslekte kalma ve kendini kanıtlama çabası emeğinin erkek meslekdaşları tarafından bolca istismarını getirir. Cumhuriyet’te Nadir Nadi, Vasfiye’den -hiç bir erkek muhabirden isteyemeyeceği bir şeyi ister- özel sekreterliğini de yapması teklifinde bulunur. Vasfiye hiç hoşlanmasa da kabul etmek zorunda kalır, ancak bir süre sonra hakkında yapılan “çirkin şakalar” nedeniyle bunu yapmak istemediğini söyleyecektir.
Evli değildir, bakarlar ki öyle hemen bir “koca bulup gitmeye” de niyeti yok (nitekim hiç evlenmez) üzerine iş üstüne, iş yüklenir. Örneğin Cumhuriyet’te çalıştığı dönemde, gün boyu bütün izlenecek işlerin istihbarat şefi tarafından üzerine yazılması yetmezmiş gibi, erkek meslekdaşları çeşitli bahanelerle gece nöbetlerinden kaytarıp, sorumluluğu ona bırakırlar (ki yüz yüze görüşmeler gerçekleştirdiğim başka kadın gazetecilerden de işittiğime göre bu ve benzerleri epey yaygın bir pratiktir).
Vasfiye bahanelerin doğru olmadığını bilir, ancak onların yerine gece nöbetlerini tutmaya devam eder (ki konuştuğum ve benzer muameleye maruz kalan daha genç kuşaktan kadın gazeteciler arasında, kendilerini kabul ettirebilmek için bunu bir “şans” saydıklarını söyleyenler olmuştur).
Milliyet’te çalışırken istihbarat şefi, artık adliye muhabirliği ondan sorulduğu halde Yassıada duruşmalarını izlemeye gidecekler arasına Vasfiye’yi değil, kendisini yazar. E, çünkü politika muhabirliği de (en) erkek işidir! Oysa orada bulunmayı çok isteyen Vasfiye’nin “tepkisi”, yıllık izin talebinde bulunmak olur.
Fikrince izinli olduğu bir ay süresinde davaları izlemek isteyen erkek meslekdaşları gidecek, sonra artık gitmekten bıktıklarında kendisine sıra gelebilecektir. Neyse ki, Apdi İpekçi’nin zamanında müdahalesi ile buna gerek kalmaz ve Vasfiye Yassıada duruşmalarını izleyen tek kadın gazeteci sıfatını da kazanır.
Kadın gazetecilerin kendilerine ait tuvaletleri bile yok
Bu arada, söylemeye bile belki gerek yok ama, Babıali’de mekanların kullanımı da elbette erkeklere göre tanımlanmıştır. Öyle ki, bu, Boyoğlu’nun aktardığı anılarında Vasfiye’yi, Cumhuriyet’te ilk işe başladığında kadınlar için bir tuvalet bile olmadığını söyleyerek karşılaştığı zorlukları, yaşadığı maceraları uzun uzun aktarmak zorunda bırakacaktır.
Erkeklerin gözü önünde tuvalete girmemek için daha tenha birimlerin olduğu katlara, hatta bazen gazetenin dışına kaçmış, başına türlü işler gelmiştir. Üstelik bu sorun anlaşılan kadınlar için öyle çabucak da çözülmemiştir.
Gazeteciliğe Vasfiye’den çok daha sonra başlayan Füsun Özbilgen de örneğin Cumhuriyet’in Ankara bürosu için aynı şeyi söyleyecektir. Vasfiye Milliyet’te çalışmaya başladığında da istihbarat servisindeki tek kadın yine odur ve kadınlara tahsis edilmiş ayrı bir tuvalet yine yoktur. Gazetede çalışan kadınlar ancak Milliyet’in Nuruosmaniye’deki yeni binasına taşındıklarında bu “lükse” kavuşacaklardır.
“Erkeklerden sorulan” bir alanda yöneticilikte gönülsüz
Neticede, Vasfiye, erkek meslekdaşlarının kıyasıya rekabeti ve kendisini çeşitli şekillerde yıldırmaya çalışmalarına rağmen, “bir kadının da gazeteci olabileceğini” ya da aslında bir kadının karşısına çıkarılan her zorluğa rağmen iyi gazeteci olabileceğini kanıtlar. Hem de bunu mesleğin en erkek işlerinden sayılan adliye-polis muhabirliği gibi bir alanda uzmanlaşarak yapar. En önemlisi bu alana sahip olmadığı bir saygınlığı kazandırır. Adliye haberi yapma pratiğini değiştirir. Peki bu ne pahasına olmuştur? Ancak biraz bilebiliyoruz.
Vasfiye’nin yöneticilik kabullenmemekteki ısrarının ise, hayatın içinde olmayı masa başında iş yapmaya tercih etmesinden mi, kendisine güvensizliğinden mi, mütevaziliğinden mi, göze çok fazla batmamaktan mı kaynaklandığını tam olarak bilemiyoruz. Sadece hakkında yazılanlardan ve kendisinin arada ağzından kaçırdıklarından çıkarsamaya çalışıyoruz.
Örneğin Enstitü’deyken hocası Burhan Felek, “gazetecilik demek muhabirlik demektir, gazete köşe yazısı için çıkmaz” demiş, anlaşılan Vasfiye’yi bu çok etkilemiştir. 41 senelik gazetecilik hayatı boyunca yöneticiliği istihbarat şefliği düzeyinde ve o da ancak zorunda kalınca kabul eder.
Çalıştığı iki gazetede de istemediği halde istihbarat şefliği yaparken, kendisine sorulmadan görevlendirildiği gibi, kendisine söylenmeden görevden alınır. Bu görevleri muhtemelen Vasfiye kadar hakketmeyen yeni sahipleri, ondan tepki göstermesini beklerseler de, Vasfiye hiçbir sorun çıkarmaz, hiçbir şey olmamış gibi işinin en iyisini yine yapmaya devam eder.
“Benim istihbarat şefi olabilmem için yazıişlerini bilmem lazım. Yani bir haber verdiğim zaman yazıişlerinde o haber nasıl eleştirilir, ne denilebilir… Bunun yanında en az iki lisan bilmem şart. Ben Paris’te staj yaptım. Orada öyle gördüm” der.
Şimdi söyleyin, kaç erkek gazeteci kendisi hakkında böyle bir tarifte bulunabilip, bunu da açıkca ifade edebilmiştir. Şimdiki gazeteciler inanmayacaklar ama, kendisine nihayet haber müdürlüğü uygun görüldüğünde Vasfiye, bunu da reddeder, yönetici olması için baskı ile karşılaşınca da “baba evi” saydığı Cumhuriyet’ten sırf bu nedenle ayrılacak, Milliyet’e geçecektir.
Kaldı ki, sadece yöneticiliği istememekle kalmaz Vasfiye, köşe yazarı olması teklif edildiğinde de kabul etmez. “Her konuda yazı yazacak kadar kendisini yeterli görmez”. Bu tavrından ötürü mü acaba bir meslekdaşı Vasfiye’yi anarken, “naif” olduğunu söyleme ihtiyacı hisseder.
Fazla işten ve sorumluluktan kaçtığını veya “tevazu” gösterdiğini hiç sanmam. Acaba, yönetici olduğunda erkek meslekdaşlarının kıskançlığıyla nasıl baş edeceği konusunda kendisine mi güvenmemektedir, yoksa sahiden muhabir olmayı her şeyin üstünde mi tutmaktadır? Bunu da tam olarak anlayamıyoruz, ama tavrı bana çok kadın-kadınca geliyor.
Vasfiye’den, genel olarak kadın gazetecilerden -eğer masa başı iş yaptırılmıyorsa- beklendiği gibi, örneğin siyaset, ekonomi değil de, kadınlara “daha uygun” konular sayılan, sağlık, eğitim haberleri yapması beklenmektedir. O, bu alanlarda da haber yapar ama, esas olarak Türkiye’de o zamanlar her muhabir için bir gazetecilik okulu sayılan, pişmek için denemek zorunluluğu bulunan “adliye muhabirliği” alanında uzmanlaşır.
Bunu da çok iyi yapar, meraklıdır, hızlıdır, haber kaynaklarıyla ilişkisi iyidir, savcılar kendisine öyle güvenirler ki, eline iddianameleri bile verirler. Hukuğu ve yasaları bilir, terminolojisine çok hakimdir, titizlikle yürüttüğü uzmanlığı öyle bir yere varır ki, basına sansür uygulanan, gazetecilerin hapise atılmaları için bahaneler aranılan (ne kadar köklü bir politik “kader” değil mi?) dönemde, meslekdaşları yazılarının herhangi bir hukuki soruna yol açıp açmayacağı konusunda ondan görüş alır. Vasfiye ne öngörürse de o çıkar.
Vasfiye adliye muhabirliğine saygınlık kazandırırken, -Cevat Fehmi Başkurt’un deyişiyle- o adliye muhabirliği yapmaya başladıktan sonra artık kimse, doğru düzgün adliye haberleri vermek yerine, “hikaye yazmaya” devam edemez hale gelir. Çünkü adliyeler gazeteciler için çoğunlukla, en fazla “hikaye yazılan”, yani haber uydurulan yerlerdir.
Vasfiye de mesleğin rekabetine katılıyor, ama onunkisi başka
O zamanlar gazetecilik mesleğinde rekabet kadar, usta-çırak ilişkisi ve dayanışma da önemlidir. Esas olarak büyük abi-erkek kardeş arası bir öğretme-öğrenme hukuku veya erkek-kardeşler arası dayanışma eklinde işleyen bu ilişkinin, kadın gazetecileri içine almadığı açıktır. Sayıları çok az olan kadın gazetecilerin bunun karşısında neler yapabildiğinin bir örneğini gazeteci Şemsi Sılkım aktarır****.
Babıali'deki kadın muhabir sayısı bir ara Vasfiye ile birlikte beşe ulaştığında Vasfiye, Aysel (Okan), Nezihe (Aras), Sabahat (Toktamış), Necla (Tümay/Berkan) aralarında tam bir kadın dayanışması göstermeye başlarlar. Öyle ki “bazı özel haberleri bile birbirlerini atlatmamak için ortaklaşa kullanmaya başlayan” gruba “beşibir yerde” adı yakıştırılır.
Her yere birlikte gider ve sosyalleşirler, erkek meslekdaşlarını kızdıracak kadar da haber atlatırlar. Yani onlar da erkekler gibi rekabeti öğrenmişlerdir ancak belki aralarındaki fark, kurmuş oldukları kızkardeşlik bağındadır. Nitekim bir erkek meslekdaşı Vasfiye için; “atlatma haberleriyle biz erkek gazeteci arkadaşlarına zor günler yaşatmış, onlara kök söktürmüştür” der.
Vasfiye'nin ise “(Erkeklerin) her işteki başarılarını takdir ettiğim halde, (kendimin de) bunları yapabileceğini düşünüyordum… biraz ukalaydım tabi… yine de onlarla yarıştım, yarışmamın sevgili insanları yine erkek arkadaşlarımdı” demesini acaba nasıl anlamalı?
“Erkeklerle eşittim tabi” dediği açık, ama ötesinde ‘kadınlarla değil erkeklerle rekabet ediyordum ve bunu hakkediyorlardı’ mı demek istiyor örneğin? Yoksa, ‘kadın erkek farketmez, habercilikte rekabet kaçınılmazdır’ şeklinde mi?
Eğer bir kadın dayanışması yaşandıysa, ama haber de atlatılmaya devam edildiyse belki ikisi de! Nitekim Vasfiye’nin bir de şunu demişliği vardır; “muhabirliğin erkekçesi, kadıncası olmaz. Haberi seveceksiniz. Arayacaksınız, buldunuz mu da patlatacaksınız”.
Pek çok kadın gazeteci günümüzde de hala kadın gazeteci-erkek gazeteci ayrımına karşı çıkıp, kadın veya erkek tarafından yazılıyor olması haberi değiştirmez demektedir (oysa ki farklı görüşler ve bunu kanıtlayan örnekler de vardır ki Vasfiye bunlardan birisidir). Yine de kanımca, Vasfiye’ye “haber bulunca, patlatmaktan” söz ettiren duyguyu, uğradığı eşitsizlik ve ayrımcılık, kadın oluşu yüzünden önüne çıkarılan engeller karşısında daha çok çalışmak zorunda, hep daha iyi iş çıkarmak zorunda olmakla değil de, kendisine “ukalalık” yakıştırarak açıklaması, sanki, bunu olsa olsa çok doğal sayacak erkek meslekdaşlarından beklenmeyecek bir özeleştiriyi içermektedir, bu da ona farklılaştırmaktadır. Zaten, yöneticiliğe kendisini layık bulmayarak reddeden de o değil midir?
Örgütlü ve mesafeli bir gazetecilik
Neyse ki bu “tevazuyu” iş hak aramaya geldiğinde, meslek örgütlenmelerinde yer almaya geldiğinde sürdürmez. Sendika üyesi olmaktan o zamanlar şimdiki kadar korkulmamaktadır ama yine de öyle kolay değildir. Vasfiye sendikacılığı hakkıyla yapabilmek için patronlarıyla arasındaki mesafeyi de hep korur, onlardan hak talebinde bulunmasını engelleyecek şekilde gelen “ödülleri” reddeder. İşten çıkarılan meslekdaşlarının geri alınmasını dahi sağlar (O zaman henüz İkitelli’ye taşınılmamıştır ya o yüzden işten çıkarmanın yordamı da “etiği” de bir başkadır).
İş ücret pazarlığına gelince, “hayatımın sonuna kadar parasız kalsam, param artsın diye patronun kapısında beklemem” der ve yerine örgütlü mücadeleyi yani sendika üyeliğini tercih eder. Ayrıca, gazetelerde idari sorumluluktan kaçmıştır ama, meslek örgütlerinde kurucu üyelik yanında, yöneticilikler de üstlenir. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin, Türkiye Gazeteciler Federasyonu’nu ve Türkiye Gazeteciler Vakfı’nın kurucu üyeleri arasında yer alır, yöneticilik görevlerinde bulunur.
Bu arada Vasfiye’nin gazeteciliğini tanımlayan “mesafelilik”, kendisinden bekleneceği gibi politik bir mesafeliliktir de, her politik görüşten kimseyle diyaloğu vardır (zaten o zamanlar günümüzdeki gibi bir politik kutuplaşma da yoktur).
Örneğin, meslekdaşı da olan Bülent Ecevit’i çok sevmektedir, kendisine Anadolu Ajansı Genel Müdürlüğü teklifinde bulunduğunda “eğer genel müdür olursam parti başkanları arasında fark gözetemem. Diğer parti başkanlarıyla da aynı mesafede olurum ve onlarla ilgili haberleri de tarafsız olarak servis ederim” gerekçesiyle onu reddeder. “Tarafsızlık” ona göre gazetecilikte olmaz ise olmazdır ve o bunun muhtemelen Ecevit’i pek memnun etmeyeceği düşüncesindedir. Ecevit de ona kırılmaz.
Ve gazeteciliğe veda…
İpekçi’nin öldürülmesinden sonra “ana evi” saydığı Milliyet’te hayatı zorlaşmakla birlikte -örneğin haberlerinin basılmadığını anlıyoruz- Vasfiye, Milliyet’in el değiştirip Aydın Doğan tarafından satın alınmasından sonra 14 yıl daha muhabirliğe devam eder.
1993 yılında Milliyet’ten ayrılışı ile ilgili olarak, “gazeteciliğimin sonlarına doğru bana çok ihanet edenler oldu. Çok kötü şeyler oldu…. ama ben hiç bir zaman mesleğime, gazeteme ihanet etmedim” diyecek, besbelli ki “ana evi” saydığı Milliyet ve bir ömür adanmış meslekle ilişkisini bir gönül kırıklığıyla sonlandıracaktır.
Bu gönül kırıklığının nedenleri konusunda bir bilgiye ulaşamadım, o da pek anlatmaya kalkışmamış zaten. Belki şöyle olmuştur; hani hayatta bütün sevgi yatırımınızı, tek bir şeye yaparsınız da o bunu taşıyamaz ve ağzınızda buruk bir tad ile sizi bir gönül kırıklığı içinde bırakır, terkeder ya, İşte öyle…
Vasfiye, kendi kendisinin hikayesini yazmamış, ancak o söylemiş, gazeteci Süleyman Boyoğlu aktarmıştır ve “bilmem” neden bu, bana görüştüğüm çok ünlü ve çok usta bir kadın gazeteciye niye anılarınızı yazmıyorsunuz diye sorduğumda, “bilmem ilginç olacağını düşünmedim herhalde” dediğini hatırlatacaktır.
Vasfiye 2014 yılında 91 yaşında hayatını kaybeder. (SA/AS)
* Bir araştırma için hayatlarının ve öykülerinin peşine düştüğüm kadın gazetecilerle ilgili onlar tarafından yazılan kitapları yeniden okumaya çalışıyorum. Bu yazı da, geniş ölçüde Süleyman Boyoğlu (Truva, 2008) tarafından kalem alınan Vasfiye Abla kitabı okumalarına dayanıyor. Üzerine çalışmakta olduğum bir kitabın da bölümü niteliğinde. Ayrıca Vasfiye Özkoçak’ın hayat öyküsü için bkz. Vasfiye Özkoçak: Türkiye’nin İlk Kadın Adliye Muhabiri
**Okuduğum kaynaklarda Vasfiye Özkoçak Cumhuriyet döneminin ilk gazetecilik okulundan mezun kadın gazeteci olarak geçiyor. Ancak bir de bu var. Dolayısıyla Vasfiye için de “İlk okullu kadın gazetecilerden birisi” demek daha doğru olabilir.
*** Emine Uşaklıgil “Benim Cumhuriyet’im” (2011) kitabında dedesinin kurucusu olduğu gazete ile, aralıklı ve inişli çıkışlı olan ilişkisini, dayıları ve anneannesi, gazetenin genel yayın yönetmenliğini yapanların kendisine olan tavrını “kadın oluşu” ile de ilişkilendirmektedir.