Diyelim ki biriyle çatışmaya girdiniz; sonuna kadar savaşmaya devam mı edersiniz, alttan mı alırsınız, yoksa birisi gelse de aramızı bulsa, ortam azıcık yumuşasa mı dersiniz? Bazı insanlar, aman bir çatışma olmasın diye kırk takla atarken, bazısı tehlikeyi sezdiği ilk anda kılıcını kuşanıp, göğüs göğüse vuruşmayı tercih eder. Küçüklüğümden beri haksızlığa uğradığımı hissettiğim her an, bir kedi refleksiyle tüylerimi kabartmayı çok iyi becermişimdir. Yıllar içinde mutlu bir mağlup olmanın, mutsuz bir galip olmaya yeğ bir şey olduğunu öğrensem de; içimdeki şövalye ruhlu, savaşçı Özlem’e söz geçirmek bazen hala zor olabiliyor.
Memleketteki çatışma ve kutuplaşma hali, bireyleri aşıp toplumsal bir infial halini almışken, hiçbir şey yokmuş gibi gündemimize gelen bir kavram var: “Arabuluculuk”. Sanki yargının ve adalet sisteminin yegâne sorunu, uzun süren davalar ve bitmeyen iş yüküymüş gibi, adalete erişimde arabuluculuk denen mucize çözümü tartışıp duruyoruz.
Arabuluculuk, yargıya alternatif bir uyuşmazlık çözüm yolu ve adalete erişimde usule yönelik çözümlerden biri olarak kabul ediliyor. Adalete erişimi sağlamak için başka çözümler de var elbette: yasaların dilinin anlaşılır olması, adli yardım hizmeti, mahkeme binalarının erişilebilir olması gibi. Bizim hukuk sistemimizde yargıya alternatif tek usulü yol arabuluculuk değil aslında. Örneğin, tüketici hakem heyetleri ya da ticari uyuşmazlıklarda hakem ve tahkim yolu gibi düzenlemeler bizim sistemimizde zaten var ve uygulanıyor.
Arabuluculuğu ben ilk kez 2011 yılında duydum. İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal ve Yönetim Kurulu üyeleri, arabuluculukla ilgili bir uluslararası çalıştayı salondaki katılımcılara “kırmızı kart” göstererek protesto etmişler ve bu eylemleriyle ana haber bültenlerinde yer almışlardı. Protestonun yapılış tarzından çok rahatsız olduğumu hatırlıyorum. Bu olaydan sonra da, arabuluculuk konusu belirli aralıklarla gündemimize geldi ve nihayetinde geçtiğimiz haftalarda, arabuluculuk iş hukuku uyuşmazlıklarında zorunlu bir yol ve bir dava şartı olarak kabul edildi. Bu sürecin devam edeceğini ve aile arabuluculuğuyla da yakın bir gelecekte maalesef tanışacağımızı düşünüyorum. Maalesef diyorum çünkü arabuluculuğun özünde iyi bir uygulama olduğuna inanmakla birlikte, Türkiye’de uygulanış biçimini çok problemli buluyorum. Şayet bu şekilde uygulanmaya devam ederse; kadınlar, işçiler gibi yasalarda öncelik verilmesi ve güçlendirilmesi gereken grupların adalete erişimlerinde bir kolaylıktan ziyade bir engele dönüşeceğinden endişeliyim.
Türkiye’de arabuluculuk konusundaki ilk çalışmalar 2006 yılında başlamış ve 2008 yılında meclis önüne gelen arabuluculuk kanunu tasarısı 2012 yılında yasalaşmış. Şu anda arabuluculuk siciline kayıtlı hâlihazırda 7500 civarında arabulucu bulunuyor. Arabuluculuk Daire Başkanlığı tarafından yayınlanan istatistiklere baktığımızda, bugüne kadar toplamda 21517 tane başvuru olduğunu ve bunların 19292 tanesinin anlaşma ile sonuçlandığını görüyoruz. Yani başvuru neticesinde anlaşma oranı yüzde doksanlar civarında diyebiliriz. Bu başvuruların 16056 tanesi, 2017 yılında yapılmış. Bu demek oluyor ki, arabuluculuk eskiye kıyasla artık daha fazla bilinen ve başvurulan bir yöntem.
İller bazında bakarsak, en çok başvuru yapılan iller İstanbul, Ankara, Bursa, İzmir, Kocaeli ve Kayseri şeklinde devam ediyor. Bu illerdeki ticari faaliyet ve işçi-işveren sayısının yüksekliğinin sıralamada etkili olduğunu düşünüyorum. Şimdiye kadar sadece 39 ilde arabuluculuk başvurusu yapılmış. Yani çoğu ilde arabuluculuk henüz bilinen bir uygulama değil. Konusu bakımından uyuşmazlıklara baktığımızda ise, işçi-işveren uyuşmazlıklarının 19411 başvuruyla ilk sırayı aldığını görüyoruz. İkinci sırada tazminat uyuşmazlıkları 400’lü, devamında ise alacak uyuşmazlıkları 200’lü sayılarla yer alıyor. Bu sayılar arasında kıyaslanamayacak kadar büyük fark var. Bunun sebebi, işçiden ziyade işveren tarafından arabuluculuğun daha fazla bilinmesi ve tercih edilmesi olabilir ki, iş uyuşmazlıklarında zorunlu arabuluculuk da zaten bu sebeplerle ortaya çıkmış olsa gerek.
Bu konuyu araştırırken bana ilginç gelen bir diğer konu, Arabuluculuk Kurulu’nun yapısı olmuştu. Arabuluculuk konusunda kanunen pek çok düzenlemeyi yapmaya yetkili olan bu kurulun üyeleri arasında Barolar, YÖK, Adalet Akademisi, Hakimler ve Savcılar Kurulu gibi anlaşılabilir kurumlardan temsilcilere ek olarak, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) ve Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu’ndan (TESK) temsilciler de bulunuyor. Böyle bir kurulda bu iki kurumun temsilcisinin yer almasını gerçekten anlamak güç. Gerçi Ekim ayında son yapılan değişiklikle kurul üyeleri arasına işçi ve işveren sendikaları konfederasyonu temsilcileri de eklendi. Ancak yasada işçileri ilgilendiren çok önemli bir değişiklik yapılırken, TOBB ve TESK’in konuşup, kurulda tek bir işçinin sesinin duyulmamış olması büyük eksiklik. Bize aslında hangi menfaati ve kimi koruduğumuz sorularını sorduruyor.
Uyuşmazlığı çözerken, “güçlü”nün önceliklendirilmesi ve sesinin duyulmasını isteyen düzenlemelere kuşkuyla bakmak gerekir. İş hukuku açısından dava açılmadan önce arabuluculuğa başvurunun zorunlu tutulması, uygulamada işçi aleyhine haksızlık doğurabilecek bir düzenlemedir. Mevcut düzenlemeyle işçi, hakkını mahkeme önünde aramadan önce, yasal haklarını kendisine hatırlatma görevi olmayan bir arabulucu önünde, işveren ile masaya oturmaya zorlanmaktadır. Bu masanın etrafında otururken, işçiye adli yardım vasıtasıyla danışabileceği ücretsiz bir hukuki destek ve avukatlık hizmeti sağlanmadığı sürece, güçler dengesinde kaybedecek taraf işçidir. İş davalarının uzun sürmesi, işçinin alacağını alamama korkusuyla “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” uygulamasının dayatılmasına, adalete erişim diyerek destek olmamamız gerekir.
Aile arabuluculuğunun Adalet Bakanı tarafından gündeme getirilme şeklinde baktığımızda ise, “mahremiyetin korunması” ve “boşanmadan önce mümkünse uzlaşma”nın vurgulandığını görüyoruz. Yıllardır Türkiye’de kadın hareketi, kadını mahrem sayılan o evin, ailenin ve yaşantının içinden çıkarmaya çalışıyor ve bu konuda sayısız kazanımları oldu. “Özel olan politiktir” derken, çıkış noktası aslında tam da burası oluyor. Bu sisteme geçildiğinde, fiziksel şiddet dışında, şiddetin diğer biçimleri olan psikolojik, cinsel ve ekonomik şiddetin yok sayılacağı ve kadının iradesinin baskılanacağı açık. Türkiye’nin tarafı olduğu İstanbul Sözleşmesi’nin 48. Maddesinde, taraf devletlere kadına karşı tüm şiddet biçimleriyle ilgili olarak “arabuluculuk ve uzlaştırma da dâhil olmak üzere zorunlu alternatif çatışma çözüm süreçlerini yasaklamak üzere gereken yasal veya diğer tedbirleri” alma yükümlülüğü getirildi. Aile arabuluculuğunu getirdiğiniz ve ceza hukukunda uzlaşma kapsamını genişlettiğiniz takdirde, kadının daha da korumasız kalacağı tartışmasız bir gerçek.
Arabuluculuk konusunda bunları yazarken, “hariçten gazel okuduğum” sanılmasın diye, geçtiğimiz dönemde arabuluculuk eğitimi aldığımı, ancak sınav açılmadığı için sınava giremediğimi belirtmek iyi olabilir. Biliyorsunuz, arabuluculuk şu anda sadece hukuk fakültesi mezunlarına tanınmış bir hak. Ben arabuluculuk konusundaki eğitimi, kursa kayıt olmuş hukukçu elli kişi ile birlikte tamamladım. Gerek bazı hocaların eğitimi veriş tarzı, gerekse eğitimin içeriği açısından dehşete kapıldığım anlar oldu ve eğitimi çok yetersiz buldum. 45 yaşında bir kadın avukatken para vererek katıldığınız eğitimde, karşınızda hoca dediğiniz birinin iki saat aralıksız devam eden cinsiyetçi söylemiyle, size nasıl arabulucu olunacağını anlatması ya da “bu işte para varmış” diyerek gelip, eğitimde bir saat bile durmadan, sadece imza atıp giden avukatların arabulucu olacak olmalarına şahit olmak gerçekten büyük sıkıntıydı benim için. Eğitim içerikleri kanımca oldukça yetersiz ve tüm kariyerini müvekkil menfaati korumaya adamış bir meslek grubu olan avukatlara 48 saatte, aktif dinleme, müzakere tekniği, iletişim nedir anlatıp taraflara eşit yaklaşmasını ve sorunu çözmesini beklemek hiç de gerçekçi değil. Çünkü yargı süreci, kutuplaşma içerir ve geçmişe, hatalara, kusura odaklıdır. Oysa arabuluculuk, yargıya alternatif bir uyuşmazlık çözüm yöntemidir. Avukat, uyuşmazlıkta bir tarafı temsil eder, hak ve çıkar odaklı bir hizmet verir. Müvekkilinin menfaatini korur. Arabuluculuk ise bundan tamamen farklı bir hizmettir.
Türkiye’de baroların ya da avukatların, bir durumu ya da yeniliği eleştirip buna dair pozisyon almaları, ne yazık ki çoğu zaman mesleğe dair ekonomik kaygılarla oluyor. Avukatlığın kamu hizmeti olması, serbest meslek erbabı olma haliyle at başı yarıştığı için, mesleki menfaatler, hukuksal yararın önüne geçebiliyor. Acımasız piyasa koşulları ve her gün mantar gibi çoğalan hukuk fakültelerinden mesleğe atılan gençler ve gizli işsizlik hali de eklenince, avukatlar için çalışma koşulları gittikçe zorlaşıyor. Arabuluculuk konusunda da ilk andan itibaren bu kaygılarla hareket edildi ve arabulucu olma hakkı, sadece hukuk fakültesi mezunlarına tanındığı andan itibaren “kırmızı kartlar” cebe kondu. Eğitimler alındı ve tabelalara Arabulucu/Avukat eklenip beklenmeye başlandı. Oysaki arabuluculuğa dair söyleyecek bir sürü sözü olmalı bizlerin. Arabuluculuğun hangi alanlarda yapılıp yapılamayacağını, korunması gereken yarar ve grupların ne olduğunu daima gözetip tartışabilmeliyiz.
Madem “hayat, futbola fena halde benzer”, oradan devam edelim. Bu topraklarda yaşarken, kalesinde duran bir kaleci refleksine sahip olmak ve her an beklenmeyen yerden gelecek bir vuruşa hazırlıklı olmak gerekiyor ne yazık ki. Kırmızı kartı istediğinde çıkarıp, sonra canı istemeyince cebinde tutan bir hakeme ihtiyacımız yok bizim. Bir şeye iyi ya da kötü demek için, o şeyi kurgulayan ve uygulayan ellere bakmak ve onun gerçekte neye hizmet ettiğini sorgulamak lazım. Tüm bunları da, mesleki menfaatten ziyade hukuki yarar ve adalete erişim ekseninde, bir uygulamayı tümden kötüleyerek ya da yücelterek değil de, nasıl iyi bir sistem kurulabilir bunun üzerine düşünerek yapmamız gerekir.
Sizler bu yazıyı okurken, yedi milyon kişinin “şüpheli” olduğu, yani neredeyse yüz kişiden sekizinin suç işlediğinin varsayıldığı bir memlekette soluk alıp verdik birlikte. Hal böyleyken, bizlere adaleti getirecek o mucize kişinin arabulucu olduğuna ve dar alandaki bu kısa paslaşmalardan bir futbol ziyafeti çıkacağına inanmak mümkün mü? (ÖA/HK)