Yıllardır gördüğümüz bunca ezaya rağmen bitmedik. Daha öncesi de var elbette ama 12 Eylül Darbesi benim yaşımda biri için devlet zulmüne tanık olma anlamında bir milat sayılır.
Bir bitiremediniz bizi. Yaptığınız onca zulme rağmen bitmiyoruz. Cezaevine koyarak, yurtdışına gitmek zorunda bırakarak, iş vermeyerek ya da işten atarak, öldürerek... Her türlü ezayı yapsanız da bize, yine de bitmedik, bitmiyoruz. Biz kimiz? Biz sürekli içi kıyılanlarız. Ama bitmiyoruz.
Silivri cezaevinde Ahmet ve onun gibi tutuklu olan diğer gazetecilerin hapsedildiği cezaevi bloğunun berbat görüntüsünü gördüğümde aklıma geldi bu düşünceler. Devlet denilen ve bir kötülük aygıtı olarak da görülebilecek yapının şerrinden, şiddetinden, zulmünden bir kez daha tiksindim. Bir cezaevi bloğu neden böyle, bunu yapmanın gerekçesi nedir diyerek donakaldım. Ama ne yapıldığını anlatmadan önce söylemem gereken bir iki şey daha var.
Silivri yolunda
Ahmet’in 2011’deki tutukluluğun üzerinden altı sene geçti ve altı yıl aradan sonra tekrar Silivri cezaevinin yolundayız. Bu kez yanımızda Avukat Bülent Utku’nun kardeşi İdil Abla da var. Bülent Abi Cumhuriyet gazetesinin avukatı idi. Dört aydır tutuklu. Neden tutuklu bilmiyoruz.
Arabada giderken eşinin geçirdiği ağır ameliyattan ve artık çok yaşlanmış olan annesinin yaşadığı sağlık sorunlarından söz ederken bir an susuyor İdil Abla ve kimlik kartını evde unuttuğunu söylüyor. Arabayı durdurup derhal geri dönüyoruz, bir yandan endişeleniyoruz geç kalır mıyız diye, bir yandan da seviniyoruz durumu erken fark ettiği için. Yanında kimliği olmadan açık görüşe girmesi olanaksız çünkü. Üstelik OHAL nedeniyle açık görüşler iki ayda bir yapılıyor artık. Bir kaçırırsa…
Silivri cezaevine yaklaştığımızda askerler durduruyor ve kimlik kartlarımız alınıyor. Arabanın içi ve bagaj kontrol ediliyor. Aynı kontrol bir yüz metre sonra tekrar yapılıyor. Sonra bir yüz metre kadar sonra aynı kontrol cezaevinin ana kapı girişinde tekrar yapılıyor. Önceden böyle miydi diye zihnimi yokluyorum. Yok, kesin olarak böyle değildi.
İçeri girdikten sonra bizi cezaevi bloğuna götürecek servis araçlarının olduğu binaya gireceğiz. Ziyaretçilerin ilk durağı orası. Ama önce üzerinizde kimlik dışında kalan her şeyi araçta bırakmalı, ya da sizinle birlikte gelen bir yakınınız varsa ona vermelisiniz. Cebinizde taşıdığınız kâğıt peçeteyi bile. Sonra girişe yöneliyoruz ve tabii yine aynı üst baş aramasından sonra içeri girebiliyoruz.
Silivri cezaevi çok büyük, bir toplama kampını andırıyor. İçinde bir yerden bir yere gitmek için otobüslere binmek gerekiyor. Gideceğimiz bloğa bizi bir otobüs götürüyor. İçeri giriyoruz. Kimliklerimizi veriyoruz. Sadece birinci derecede yakınlar görüşe alınıyor. Anne, baba, eş, çocuklar ve kardeşler. Yine üst baş araması, sonra retina taramasından geçmek gerekiyor.
Retina taraması şart
Cezaevindeki otomatik turnikelerden geçebilmek için retina taramanızın yapılması şart. O turnikelerdeki retina okuma cihazına gözlerinizi iri iri açarak bakarak ancak turnike kapısının açılmasını sağlayabiliyorsunuz. İçeri girmek ya da dışarı çıkabilmek her defasında retina taraması yapılıyor. İki göze birden yapılıyor retina taraması. Altı yıl önce tek göze yapılıyordu ve işlemin bitmesi bazen çok uzun sürüyordu. Bu kez tarama cihazından gelen mekanik kadın sesi işlemin bittiğini duyuruyor kısa sürede. Devlet şiddetini gözümüze sokmak için tasarlanmış, böyle yerlerdeki cihazlarda neden kadın sesi kullanılıyor diye düşünmeden edemiyorum. Açık görüşü yapacağımız cezaevi bloğunun girişinde yine üst baş araması yapılıyor; bu kez çok daha ayrıntılı.
Sonunda içeri girebiliyoruz. Sonra retinanızı taratarak geçebildiğiniz turnikelerden geçip görüşme salonuna giriyoruz. Ama girmeden önce kapıdaki görevlilere size verilen küçük görüş kâğıdını vermek zorundasınız, onlar tekrar bir deftere kâğıttaki bilgileri geçiriyorlar. Bekliyoruz. Sonra bize gösterdikleri görüşme salonuna geçiyoruz.
Hamburger medyası
Nihayet kapı açılıyor önce Bülent Abi çıkıyor kapıdan neşeyle sarılıyoruz; mektubunu gazeteden okudum diyor; hızlı hızlı konuşarak hepimizi kurtaracak ve benim işsizlik sorunumu da çözecek bir proje geliştirdiğini söylüyor. Görüşme zamanı az herkes hızlı hızlı konuşuyor. Bülent Abi bir yandan ablasına sarılırken bir yandan da bana “organik burger” projesini anlatıyor;
“Derhal fizibilitesini yap sen, buradan çıkınca yapacağız ve hem de bir medya plazada” diyor.
“Plazalarda yapılan gazetecilik işleri ile burger işi arasında da bir fark kalmadı zaten” diyorum. Gülüyor.
Ahmet ile görüşme
Ahmet geliyor. Ahmet’in tutukluluğunun üzerinden iki ay geçti ve biz ilk kez açık görüşte konuşma fırsatı bulabildik. Açık görüş süresi bir saat; içimizde biriktirdiğimiz ne varsa hızlı hızlı konuşuyoruz. Geçen tutukluluğu ile en büyük farkın tecrit edilmek olduğunu söylüyor. Koğuş arkadaşları dışında hiç kimse ile bir temas yok. Kitap yok. Mektuplar verilmiyor. Yazdıkları herhangi bir şeyi dışarı göndermek yasak. Telefon ile görüşme 15 günde bir ve on dakika.
Ama en problemli konu avukat görüşünün “haftada bir saat” ile sınırlı olması ve o görüşmenin de “infaz memurları eşliğinde” üstelik “kamera ve ses kayıt cihazı” ile kayıt altına alınarak yapılması. Alınan kayıtlar daha sonra cezaevi yönetimince deşifre ediliyor. Avukat tarafından tutulan notlar cezaevi yönetimince okunuyor ve bir fotokopisi alınarak cezaevinde tutuluyor.
“Avukatım ile doğru düzgün konuşacak, hukuki meseleleri değerlendirip bir savunma stratejisi geliştirecek zamanımız bile yok, konuşamıyoruz” diyor Ahmet. Böyle bir durumda avukatınız ile görüşme yapmanın taşıdığı anlam nedir?
Bu durum sadece Ahmet’e özgü değil. En evrensel hukuk ilkelerinden biri olan savunma hakkı OHAL marifetiyle bütünüyle ortadan kaldırılmış durumda. Ülkemizde adalet kurumlarından hala söz edebilir miyiz? Böyle bir durumda savcılık soruşturmaları, iddianame, mahkemeler, duruşmalar ne anlam taşır; insan bir yargı mensubu olarak böyle bir hukuksuz sürecin içinde yer almayı içine nasıl sindirir bilmiyorum. Anlamak da istemiyorum artık.
Görüş saati doluyor. Kalkıyoruz. Bülent Abi kapıya doğru yönelirken “Organik burger işinin bir an önce fizibilitesini yap bitir” diyor. “Abi endüstriyel hayvancılık, fast food işleri dünyayı mahvediyor” diyemiyorum; olur der gibi başımı sallıyorum. Onlar “içeriye” giderken biz “dışarıya” çıkıyoruz.
Cezaevi bloğunun çatısı
Bu yazının başında cezaevi bloğunun tuhaf görünümünden söz etmiştim. Daha önceki gidişlerimde olmayan bir şeydi bu ve hemen gözüme takıldı. Kocaman cezaevi bloğunun çatısı bütünüyle dikenli tellerle örülmüş durumda.
Her koğuşun açıldığı küçücük bir volta alanı var ve gökyüzünü bir parça gören o alanların çatısı da dikenli tellerle kapatılmış. Tırmanmanın imkânsız olduğu, yüksekliğinden ötürü aşağıya günışığının bile doğrudan sızmadığı küçücük bir gökyüzü görüntüsünü dikenli tellerle kapatmanın, bir cezaevinin çatısını dikenli tel kafese dönüştürmenin gerekçesi nedir?
AKP hükümetinin adalet bakanının bu insanın içini tiksinti duygularıyla dolduran görüntü için yapabileceği adaletli bir açıklama var mıdır?
Ya! Bir gökyüzü kapatılmış ne var ki bunda diye düşünenler bile çıkacaktır belki de. Yıllar boyunca cezaevlerinde insanlara daha ne işkenceler yapıldığını; “Hayata Dönüş” adı verilen operasyonlar ile insanlara nasıl kıyıldığını ve devletin cezaevlerini her zaman bir eza evi olarak tasarladığını biliyorum elbette. Ama işte kafama takıldı yine de bir saç gibi dikenli tellerle kaplanmış o cezaevi çatısı.
Bu ülkedeki siyasal iktidar, adalet mekanizmasının içinde yer alan herkes bunca zulümden ne umuyor acaba? Bir zafer mi? Neyin zaferi, kötülükte ölçüsüzlüğün mü?
Bir bitiremediniz bizi. Yaptığınız onca zulme rağmen bitmiyoruz. Bitmeyeceğiz. Olduğumuz yerlerden daha adaletli, hakkaniyetli bir yaşam isteğimizi gücümüz yettiği ölçüde dile getireceğiz. Bunu gerçekleştirmek için çabalamaktan da vazgeçmeyeceğiz.
Devletin zulmüne uğrayanlar, eza görenler ama yine de doğru bildiğini söylemekten, doğru bellediğini yapmaktan çekinmeyenleriz.
Yaşadığımız, ürettiğimiz, yakınlarımıza, dostlarımıza, sevdiklerimize sahip çıktığımız, birbirimize tutunduğumuz yer burası çünkü. İyi bir gelecek özlemi içinde çabaladığımız memleket burası. Biz barış isteyenleriz. Bize hangi zulmü yaparsanız yapın hakkaniyet duygumuz kaybolmuyor ve elimizden de başka türlü davranmak gelmiyor. Gelmeyecek. (BŞ/NV)