Toplumlarımızda cinsiyetçilik; yasalar, kültürel imgeler, insanlık dışı tutumlar, korku, şiddet, hiyerarşik, ırkçı, emeğin patriyarkal dağılımı gibi yollarla korunur. Bedenlerimiz üzerine yapılan baskıların dayanağı, cinsel konularda ve üreme konularındaki bilgi akışıdır. Eğer devrimci feminizmin böylesi bir cinsiyetçiliğin nasıl sağlandığına dair bilinç uyandırmakla ilgileniyorsa, o zaman bizim yapmamız gereken daha çok iş, almamız gereken çok uzun yollar ve uyandırmamız gereken çok bilinç bulunduğunu söyleyebiliriz.
Eğer feminist devrim, toplumu öz denetim, katılımcı demokrasi, çokseslilik, eşitlik gibi öğeleri besleyen kurumlar ve yapılar bütünü olarak hayal ediyorsa, o zaman yolculuğumuz daha yeni başladı, diyebiliriz.
Şu andaki süreci hem en iyi, hem de en kötü zamanlarımız olarak değerlendirebiliriz. En iyi zamanlarımız, çünkü 1960'lar ve 1970'lerdeki son dönem kadın eylemciliği sürecinden bu yana, kadınlar bazı kazanımlar elde ettiler.
Artık eskisine göre daha fazla kadın ücretli olarak çalışıyor. Kadınların rolleri üzerinde değişen tutumlar ve fikirler var. İstihdam ve eğitim konularındaki ayrımcılığı önleyen kimi yasalar konulmuş durumda. Artık, kadın sağlığı klinikleri, kadınlara özel danışma merkezleri, kadın kitapevleri ve yayınevleri, kadın araştırmaları bölümleri, kampüs organizasyonları, kadınlara yasal yardım dernekleri, kadın tutuklulara yardım dernekleri, AIDS vakıfları, ekoloji hareketleri, kadın işçi örgütleri, üreme hakları grupları ve kadınlara yönelik şiddeti önleme komisyonları var.
Reform eylemleri içinde kaybolduk!
Bütün bunlara rağmen, en kötü zamanlarımızı da yaşıyoruz. Çünkü 1970'lerin ortasından bu yana feminist hareket düzenli bir biçimde marjinalleştirildi. Feminist odaklı bilinç ve değişimi tanıtacak köklü bir hareketten yoksunuz, pek çok radikal eylemci ve teorisyen akademik çevreler ve toplumsal reform eylemleri içinde kayboldu. Bu insanlar hala değerli işler yapıyorlar ama çoğunlukla zamanlarını genel geçer değerler içinde profesyonel tutumlar benimseyerek geçiriyorlar ve kadınlar üzerindeki egemen kurumlara meydan okumayı öncelikli bir iş olarak görmüyorlar.
Bir zamanlar hiyerarşinin olmadığı yapılara dayanan kadın dernekleri yerlerini hiyerarşik kurumlara bıraktılar. Reformcular başından beri adaletsiz olan iktisadi dizge içinde "eşit haklar" için mücadele verdiklerinden, onların da başarısı sınırlı. Kadınların konumu hala kötüye gidiyor. Erkek egemenliği evde ve dışarıda sürüyor. Kadınlara karşı şiddet hala varlığını koruyor, bu nedenle kadınların dünyada korkusuzca hareket etmeleri mümkün değil. Kadınların bir erkek olmadan yaşamasının yolları hala tıkalı. İş yerlerinde cinsiyetçi dışlamalar sürüyor. Kadınlar, özellikle de siyah kadınlar, hala hiyerarşinin en alt katmanlarındalar ve rahat bir hayati için çok mücadele etmek zorundalar. Üreme hakları konusundaki kazanımlar sürekli eleştiri ve saldırı yağmuruna tutuluyor.
Hem en iyi, hem en kötü zamanlar çünkü aileyi geçindirme görevi kadına geçse bile, kadının rekabet şansı az çünkü patriyarkal istihdam dağılımı kadınları hizmet sektöründeki geleneksel olarak düşük ücretlendirilen işlere yöneltiyor. Kadınların öz denetime ulaşmaları da iktisadi güvensizlik yüzünden engellenmekte. Bir kadın iktisadi özgürlüğü için bir erkeğin iki katı kadar çalışmak zorunda. Kişisel özgürlük ve cinsel özdenetim için mücadele eden kadınların karşısına zorbalık, sömürü ve taciz çıkıyor.
Devrimci değişim
Sonuçta kadınlar ayrımcılık ve bireysel haklarının çiğnenmesi ile mücadele ederken, devrimci bir değişim hakkında bilinç uyandıracak örgütlü bir başkaldırı mekanizmasından yoksun kaldılar. Kadınlar cinsiyetçi istihdam ayrılıklarını temel alan aile "ortaklıkları" kurmaya zorlanıyorlarken, ev işlerine "azıcık" yardım eden erkeklerin yanında hem ev işlerinde, hem çocuk bakımında uzmanlaştıkları yetmiyormuş gibi, bir de eve para getirmek için didiniyorlar.
Bu ortamda kadınlar, sınırlı eğitim olanakları, sınırlı yükselme şansı olan işler ve esnek çalışma saatlerini tercih etmek durumunda kalıyorlar. Kadınlar bu yeni cinsiyet düzenindeki konumlarını cinsiyet baskıcılığı ve patriyarkayı temelinden sarsacak kolektif meydan okumalar olarak değil, genellikle kişisel başarısızlık olarak görüyorlar. Böylece kadınlar hem ortaklıkları korumak için iki kat çalışıyorlar, hem de belli bir değeri olan kariyer hayatları edinmek için uğraşıyorlar. Bu arada cinsiyetçi medya kadınları dört bir yandan mesaj bombardımanına tutuyor.
Güçlü medya odakları, kitaplar, dergiler, TV reklamları, şovlar ve filmler yoluyla kadınları kurban, pasif, anoreksik dişiler olarak gösteriyor. Genç kadınlar görünümleri ve cinsel cazibeleriyle erkeklere uygun olup olmadıkları konusundaki dünya yalanlarına inanmak zorunda kalan tipler olmaya zorlanıyorlar. Yaşı ilerleyen kadınlar ise sanki ücretsiz evcil ev işleri hizmetlileri olmak zorundaymışlar gibi gösteriliyorlar: Aile içinde erkeklere hizmet etmek onların görevi!
Öteki imgeler de kadınları sürekli kiloları, ten renkleri, saç renkleri, yüz biçimleri, göğüsleri, bacakları vs ile ilgili güvensizliklere yöneltmeyi sürdürüyorlar.
Cinsiyetçilik değil, iletişimsizlik!
Sağ ideoloji, feministleri toplumdaki bütün sefaletin, düzensiz ailelerin, artan alkolizmin, terkedilmiş çocukların, fahişelerin, artan suç oranının sorumlusu olan erkek düşmanları şeklinde gösteriyor.
Popüler psikoloji; cinsiyetçiliği, birbirini daha iyi anlamakla çözümlenebilecek bir iletişim bozukluğu olarak gösteriyor. Popüler psikolojiye göre bir cinsin öteki cinse baskı uyguladığı filan yok. "Erkeklerin Mars'tan, kadınların Venüs'ten" geldiği tezine göre patriyarka filan da yok. Erkek ve kadın iki farklı kültür olarak resmediliyor ve "sorunlarımız", daha iyi iletişim kurarak, kitaplar satın alarak, feminizm gibi konularda hiç bir bilgisi olmayan danışmanların seminerlerine katılarak çözülebilecek şeyler olarak sunuluyor.
Moda dergilerindeki özgürlük
ABD'deki kadınların tercihleri sınırlandırılmış durumda: Gelenekleri reddedebilirler, arkadaşlarını ve ailelerini terk edebilirler ve ülke içindeki küçük feminist kültür alanlarının bir parçası olabilirler - tabii ki bunlara hoşgörüyle bakabilecek iş olanaklarına sahipseler...
Ya da "Allah vergisi" denilen rollerine, birilerine bağımlı eş ve anneler olarak yaşamaya devam edebilirler, erkeklerin yönettiği evlerde, onların kendileri içinde tanımladıkları hayatı sürdürebilirler.
Ya da göreceli çalışma ve alışveriş etme özgürlüklerini kullanarak, feminizmin radikal siyasi söylemlerden arındırılığı bir hayat tarzı seçimi gibi gösterildiği toplumlarda varlıklarını devam ettirebilirler. Bu hayat tarzı feminizminde, moda dergileri özgürlükleri ve örnek alınacak kadın imgelerini tanımlar. Bu imgeler de her an değişip durur.
Kadınların özgürleşmesi, bir ürünü sattırdığı sürece anlamlıdır. Bir kadın hem hırslı, hem şeker gibi tatlı, hem maceracı, hem bir ceylan kadar ürkek, hem zeki, hem çözüm yaratmaktan uzak, hem güçlü, hem bir iskelet kadar ince, hem agresif, hem kendi gölgesinden bile korkan biri, hem bağımsız, hem de çaresiz olabilir. Eşittir ama azıcık aşağıdadır, önemlidir ama etkisizdir, kendi siyasi fikirleri konusunda faşisttir ama makyajı konusunda devrimcidir. Hiç fark etmez. O bir dişidir ve alışveriş etmektedir: İşte, tam bir feminist!
Bu hayat tarzı feminizminde devrim, Revlon'un malzemeleriyle yüzünüzü değiştirerek yapılır. Feminizm, erkeklerinkinden farklı, sadece kadınlar için üretilmiş ince sigaraları tüttürmektir. Kendi bedenini denetleme hakkına sahip olmak, kendini daha fazla seveceği bir biçim edinmek üzere göğüslerine silikon taktırma kararını verebilmektir.
İşte, böyle, hem en iyi zamanlar, hem de en kötü zamanlar.
Vizyon ve dayanışma yok
En kötü zamanlar, çünkü feministler siyasi bilinci nasıl sağlam, devrimci bir toplumsal değişime nasıl tercüme edeceklerini henüz gösteremediler. Kurumsal cinsiyetçiliği eleştirdik ama cinsiyetçi yapıları yerinde bıraktık. Hatta onlara katıldık.
En kötü zamanlar, çünkü ABD'de sol görüşlüler arasında iyi işlenmiş bir vizyon ya da dayanışma yok. Bunun yerine birlikte çalışırken edinilen kimi deneyimlerin sonucu olan güvensizlik ve görüş ayrılıklarının meşruluğu var...
En kötü zamanlar, çünkü cinsiyetçiliğin temel taşı olan "insanlığın özünde erkeğin olduğu" fikri hala değişmesi ve hala sarsılmıyor. O zaman kadın da, sadece erkekle ilişkisine göre tanımlanıyor. Kadın asla eşit olamaz, o hep şimdi neyse o olmayı sürdürecek, kadın erkek olmayandır çünkü.
Toplumsal değişim mücadelemiz sürüyor
* En kötü zamanlar ama yine de ne iyi zamanlar. En iyi zamanlar, çünkü çözümler tam olarak belirlenemese de, değişimler yaşanmakta. Pek çok adını bilmediğimiz destekçimiz var, hem ABD'de, hem dünyanın öteki ülkelerinde toplumsal değişim için mücadele etmeyi sürdürüyorlar. Örneğin ben kişisel olarak genel geçer medya güçlerine karşı duracak iki haber ağının kurulmasına yardım ettim... Üstelik bizim iş yerlerimiz kurumsal hiyerarşiye alternatif, demokratik modeller olarak yapılanıyor. 1977'de kurulan South End Press, bu kurumlardan biri. İkinci organizasyon olan Z Dergisi de, Yunanistan'daki darbeyle mücadele edenleri konu alan Z adlı filmden ilham alınarak adlandırıldı.
* En iyi zamanlar çünkü kökten toplumsal bir değişimin olanaklılığı insanlık tarihinin önceki zamanlarına göre çok daha fazla. En iyi zamanlar çünkü, direniş ruhu, sadece ABD'de değil, bütün dünyada yaşıyor. (Athens'de yaptığı konuşmanın metninden derleyen: Gamze)
(*) Lydia Sargent kimdir?
Lydia Sargent, Z Magazine'in hem kurucusu, hem de bir çalışan. Sargent, Z Medya Enstütüsü ve South End press'in de kurucularından. Z Medya Enstütüsü'nde koordinasyon görevini üstleniyor.
Lydia'nın siyasi kökleri Vietnam Savaşı karşıtı harekete uzanıyor, o günlerden bu yana pek çok harekete katıldı.
Lydia, aynı zamanda çeşitli toplumsal temalı tiyatro oyunlarının yazarı, yönetmeni ve oyuncusu. Boston gibi çeşitli yerlerde etkin olan bir tiyatro grubu var. Halen oyun sahneleme, yönetmen, yazma işini sürdürüyor.
Lydia, Znet sisteminde bulanabilecek pek çok makalenin yazarı ve düzenli olarak yazdığı Hotel Satire başlıklı bir köşesi var.