Özellikle bilişim ve iletişim teknolojisindeki gelişmeler bu inancın bütün insanlık için iyimser sonuçlar içeren bir yorumunu güçlendirmişti. Bu yorum, Clintonlı yıllarda, yani 1990larda çok popülerdi; güleryüzlü küreselleşme yıllarıydı onlar. 11 Eylülden sonra ise işin aslında hiç de öyle olmadığı su yüzüne çıktı.
Soğuk Savaş
Soğuk Savaş döneminde, nükleer savaş tehdidi ve bu tehditle birlikte kontrollü gelişen silahlanma yarışı iki rakip bloğun ve bağlantısızların dış ilişkilerini belirledi. Bir bütün olarak toplumsal ilişkiler ise iki blok arasındaki siyasi ve askeri dengeyi sarsmayı başaramayan bir sermaye birikim stratejisi tarafından belirleniyordu. Batı Avrupada bu, genel kabul gördüğü üzere örgütlü kapitalizm ya da daha anlaşılır adıyla, refah devleti dönemiydi. Emperyalist metropollere bağımlı kapitalizmlerde ise ithal ikameye dayanan, birikimin hız ve miktarını ülke içindeki sınıf mücadelelerinin belirlediği benzer bir iç pazar yönelimli strateji egemendi.
1980li yıllarda bu model krize girdi. İngilterede buz kadın (Teatcher) ve Amerikada jön erkek (Reagan), adlarıyla anılan bir dönemi açtıklarında aslında bu kriz tarafından yönetiliyorlardı. Ancak, esas olarak refah devleti modelinin temsil ettiği sınıflar arası uzlaşının sermaye lehine yeniden kurulmasıyla sonuçlanan bu dönem sonunda, her ikisinin de başarısız olduğunu söylemek, kendilerini yöneten krizi yönetemediklerini ileri sürmek haksızlık olur.
Aksine, refah devletine yönelik saldırı, sermaye birikiminin önündeki engelleri açtığı gibi, Soğuk Savaş dengelerini alt üst edecek sonuçlar doğurmayı başardı. Sadece SSCB ve Doğu Bloku değil, ithal ikameye dayalı birikim stratejileri içinde hapsolmuş bağımlı kapitalizmlerin de sınırları, para-sermayeye (zira bu sınırlar genel olarak sermayeye hiçbir zaman kapanmadılar) bir önceki dönemle kıyaslanamayacak kadar çok açıldı.
Dönemin sonu, ki tarih olarak 1980li yılların sonuna gelir, henüz hafızalardan silinmemiş olsa gerek: Berlin Duvarının yıkılışı, Gorbaçovun gidişi, Türkiyede viski-lahmacun estetiğinin egemen olduğu Özallı yıllar.
Yeni Dünya Düzeni
Tam o günlerde, CIA maaşlı düşünürler yeni dünya düzeni kavramını ortaya attılar. Daha az bilinse de, düşük yoğunluklu savaş kavramı da o yıllarda iyice popülerleşmişti. İddiaya göre, yeni düzen öyle kurumsallaşmıştı ki, artık insanlığı felakete götürecek büyük savaşlar olmayacaktı, insanlık gelişme ve ilerlemeden eşit olarak payını alacak, ancak, bazı bölgelerde düzene yönelik tehditler oluşursa bunlar düşük yoğunluklu savaş stratejisi ile yönetilecek; keza bazı ulus-devletler de yeni düzene uyum sağlamaz iseler, düşük yoğunluklu savaşla dize getirileceklerdi. İkinci kavram, hala devam eden bazı gerilla savaşlarını açıkladığı gibi 1991de baba Bushun Körfez Savaşını açıklamaya da yarıyordu.
Geride bıraktığımız on yıl içinde, yeni dünya düzeni o kadar çok tartışıldı ki, kavramı duymayan orta düzeyde bir gazete okuru olduğunu sanmıyoruz. Yeni Düzen Amerikan hegemonyası (askeri ve siyasi) ve küreselleşmenin iyimser hayalleri ile karakterize oluyordu.
O dönemde, Marksistler arasında bile emperyalizm kuramının geçerliliğinin tartışılması gerektiğini ileri sürenler az değildi. Hatta, bazı ileri görüşlüler (!) Leninin yanıldığını, Kautskynin haklı çıktığını bile ileri sürmüşlerdi. Fakat Marksistlerin çoğunluğu, içinde bulunulan dönemin düzen değil, düzensizlik olduğunu derinlemesine analizlerle gösterdiler.
11 Eylül
11 Eylül, yeni dünya düzeni ve küreselleşme büyülü kavramları etrafında dönen aldatmacaya bir son verdi. ABD, 11 Eylülü hegemonyasına yönelik bir tehdit olarak algıladı ve terörizmle savaş adı altında hegemonyasına karşı çıkan bütün güçlere savaş ilan etti.
11 Eylülün bütün sıra dışı vahşeti ile birlikte, insanlar için şu nesnel sonucu doğurduğu görülüyor: küreselleşme masalı hilafına bir başka gerçek olabilir mi sorusu eşliğinde üzerinde yaşadığımız dünya sıradan insanın gözünde popüler bir sorun haline geldi.
Özellikle Amerikan yurttaşları, daha doğrusu vergi verenler açısından, bu tam bir gerçekle yüzleşme olmasa bile alternatif seçenekler sorusunu güncelleştirdi. Türkiye medyasında, ele alınmaya başlayan sorun budur: Acaba, Demokratların stratejisi, ki internetle dünyayı fethetmek diye özetleniyor, daha mı doğruydu? Soru bu şekilde sorulduğunda doğru bir yanıtı yok. O halde doğru soruyu sarmak gerekiyor.
Doğru Soru
Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz: kapitalizmin tarihinin maddeci ve bütünsel bir analizi yapılmadan olan biteni anlayamayız. Bu analizin teorik ve tarihsel sunumu bir yana, popüler bir sunumu bile aslında söz konusu olanın ABDnin tercihlerden bir tercihte bulunarak yanlış yaptığı olduğunu söylemeyi olanaklı kılmıyor. Biliyoruz ki, tarih, insanlar tarafından yapılır ama verili koşullar içinde...
Bu olanaklı olmadığı içindir ki, savaş karşıtı harekette, özellikle Amerikada ve Türkiye basınındaki savaş karşıtı kamuoyu oluşturucularında egemen olan silah tüccarlarının Amerikası yerine Bill Gatesin Amerikası olsa bu işler böyle mi olurdu yargısını gülünesi buluyoruz. Bu yargı ABDnin ne yapacağını bilmediğini esas alıyor.
Halbuki doğru soru, ABDnin neden güler yüzlü küreselleşme masalında ısrarcı olmaktan vazgeçtiğidir.
Murat Birsel Örneği
Murat Birsel, genelde böyle esaslı meselelerle ilgilenmez, Katolik kilisesinin (Papalık) savaşa karşı çıkmasında acaba üçüncü kehanet, Irak sonrası dünya savaşının çıkacağı mıydı da Papa, savaşa karşı çıkıyor türü eğlencelik yazılar yazar. Yani, Yasemin Çongar türü bilinçli bir Washington propagandacısı değildir. Fakat, geçenlerde, köşesinde yazdı: ABD, bu savaşı insan öldürmeden kazanmak zorunda, çünkü adına savaştığı yeni uygarlığın iddiası bu falan diye. Bildik hikaye, ABD, Irak halkına karşı savaşmıyor, Saddam canisine karşı savaşıyor, öyle olmasa savaş çoktan bitmişti bile masalı.
Aslında bu yazısı da diğerlerine benziyor denebilir, fakat önemi şurada; güler yüzlü küreselleşme ideolojisi ile terörizme karşı savaş maskesi arasında bir karşıtlık değil, koşutluk kuruyor. Bush aleyhtarlarının sandığının aksine, bu koşutluk daha doğru.
Neden?
Yeni dünya düzeni ideolojisi yayılmaya başlandığında, evet, aslında kimse bunun gerçek somut içeriği hakkında konuşmuyordu. ABD hegemonyasının vazgeçilmezliği ve küreselleşme maddi toplumsal temeli düzenin temel içeriği olarak betimleniyordu ama bunun nasıl kurumsallaşacağı, hangi uluslararası siyasi dinamiğe dayanacağı, hukuku ve en önemlisi kimin çıkarına işleyeceği belirsiz bırakılıyordu. İnternet türü önemi yadsınamaz gelişmeler de her ne olacaksa iyi olacak hissini körüklemek için olanak sunuyordu.
Halbuki sorun, genelde olduğu üzere, basit bir gerçekten kaynaklanıyor. Soğuk Savaş döneminde kurumlaşan sermaye birikimi süreci, Mandelin teorikleştirdiği çerçeveyi kullanacak olursak, uzun Kondratyef dalgasının evresi, 1970li yılların ortasında krize girmişti ve seksenli yıllardaki Thatcher-Reagan müdahalesi -ki, genelde yeni sağ ya da neo-liberalizm olarak nitelenir- bu krizi oyaladı; SSCBnin yıkılmasıyla kapitalist ilişkilere yeni toprakların açılması, para-sermaye hareketlerindeki serbestleşme, üretim sürecinin esnekleşmesi (böylece kapitalizm kendi kırsalını tümüyle tüketti) ve imdada yetişen yeni teknolojiler bu krizin belirgin bir çöküşe yol açmasını önledi. Ancak, uzun dalgalar teorik çerçevesini esas alacak olursak, içinde bulunduğumuz dönem, bir çöküş evresinin sonu ve bir yeni genişleme evresinin başlangıcıdır.
Öngörü
Sosyal bilimlerde öngörü olumsallığın kısıtları içinde yapılabilir. Fikre öncelik vermek anlamında alınmamalı bu varsayım. Koşullar ile sonuçları arasındaki ilişki, maddeci düşünceye göre de çizgisel bir nedensellik değil, olumsal bir nedensellik taşır. Bu ilişkiyi, rastlantı ile zorunluluk kategorilerinin diyalektik açıklaması içinde düşünmeliyiz. Belli bir mevsimde (sonbahar) belli bir ormandaki belli bir ağacın belli bir yaprağının belli bir saatte belli bir şiddetle esecek rüzgarla düşmesi, bütün bu belirlemelere rağmen hala rastlantıdır; ancak o yaprak düştüğünde rüzgarla yaprağın düşmesi arasındaki ilişki nedensel, zorunlu bir ilişki olarak belirlenebilir. Sosyal bilimde açıklama, tarih insanlar tarafından yapıldığı için, belirlemenin olumsal kısıtlarını arttırır. Yine de bu genel eğilimlerden söz edemeyeceğimiz anlamına gelmez: Sonbaharda esen rüzgar sararmış yaprağı düşürür.
Öngörü sorununa değinmemizin nedeni, ABDnin hareketinin karşı karşıya olduğu olumsal yıkılış tehdidini azaltma güdüsü ile belirlendiğini açıklayabilmek. Bunun için şu tezi ileri süreceğiz: Kapitalizmin uzun dalgaları arasındaki geçişler belirgin olarak gözlenebilir kriz anları -dönemleri- olmaksızın da mümkündür. Geride bıraktığımız yirmi beş yıllık dönem ve içinde bulunduğumuz dönem böyle bir geçişi düşünmemiz gereken bir dönemdir.
Wallersteinin maddeci analize katkısı şu: iktisadi analizi, maddi temelden kopmadan siyasi ve kültürel bir bütün içinde izlememizi olanaklı kılıyor. Hegemonya kavramının önemi burada. Elbette bir çok Marksist, Gramsci referansı ile, bunun Wallersteinin özgün bir katkısı olmadığını ileri sürecektir. Ancak Mandelin iktisadi uzun dalgalar analizini bütünleyecek hegemonya kavramı, sosyal bilimin her alanına nüfuz etmeye meyilli ve bu yönüyle indirgemeciliğe açık kapılar bırakan Gramsciyen hegemonya kavramından farklı düşünülmeli. İkincisi Maonun çelişkisi gibi her kilidi açan bir maymuncuk gibi yanlış olarak geliştirilmiştir. Laclau ve Mouffe da bu yanlışı mantıksal sonuçlarına kadar götürerek, Marksizmin köküne kibrit suyu dökmüşlerdi.
Şimdi katkının içeriğine gelebiliriz: bu aslında Türkiyeli genç bir Marksistin kullandığı bunalım dönemleri kavramının aydınlığını bütünlüyor. Her iktisadi uzun dalga siyasi dünya düzeninde yeni ilişki ve kurumlar yaratıyor. Kanaatimiz o ki, bu yeni siyasal ilişkiler (ulus-devletler arası ilişkiler) bir önceki dalganın çöküş evresinde kurumsallaşmaya başlıyor ve yeni dalganın genişleme döneminde en etkili biçimini alıyor.
ABD-AB
Eğer kavramsal çerçevemiz doğru ise -ihtiyat payı bırakıyoruz- ABDnin yaptığı, yeni birikim döneminde de siyasi ilişkiler içindeki merkezi rolünü yitirmemek kaygısından doğuyor. Bugün eğer ne yaptığını bilmiyor gibi görünüyorsa, bunun nedeni ne yaptığını bilmemesi değil, yeni dönemin henüz kurumsallaşmamasıdır.
Dünya sistemcileri, ellerindeki kavramsal araçlara rağmen uzun zaman, ABDye alternatifin doğuda yeşerdiğini düşündüler. Yanılgılarının nedeni, maddeci analize yaptıkları katkılar olmasına rağmen, tarihsel maddeciliğin kavramsal enstrümanlarının bir çoğundan kendilerini yoksun bırakmalarıydı. Halbuki, gerek siyasi bütünleşme yeteneği bakımından gösterdiği ataklık, gerekse de dünya sistemcilerinin Braudelden devraldığı sermayenin birikim merkezlerinin yönünü izleme ölçütü, alternatifin anakarada, Avrupada yeşerdiğini gösteriyordu.
Bugün, ABD karşısında Avrupa fikri iyice belirgin ve nesnel görünmektedir. Nitekim, wsws.org adlı sitede fikirlerini yayınlayan Marksist bir grup bunu yıllardır ileri sürüyor ve ABD emekçilerini Avrupalı kardeşleriyle savaşmaya değil birlik olmaya çağırıyordu. İkinci Körfez Savaşı, bu analizin daha yerinde olduğuna ilişkin çok fazla veri sundu.
Gelecek
ABD başarabilir mi? Bu, mümkün. Kimilerine ABD siyaseti Oğul Bush gibi zeka kırıntısı içermiyor gibi görünse de, gerçekte, oldukça başarılı bir çizginin izlendiği söylenebilir. Şundan: ABD, iyi niyetli bir İtalyan ve edebiyat profesörü bir Amerikalı eliyle yakın dönemin muhalefetinin eline bir kitap tutuşturdu. Bu kitap, ABD İmparatorluğunu muştuluyor ve evet ona karşı çıkıyor. Bütün estetik zarafetini bir yana bırakacak olursak iktidar üzerine konuşan bu kitap, önceki dönemin uluslararası hukukunu, BMyi falan eleştiriyor ve temeli özgürlük olan ABD federalizminin yayılmasına ehemmiyet veriyor.
Bu kitabın eleştirileri yapıldı.(*) Buradaki amacımız iki cümle ile koca bir yapıtı çöpe atmak değil; ABDnin başarmamasını sağlayabilecek tek güç olan muhalefetin neden ve nasıl yönlendirildiğini gösterebilmek. Şöyle düşünelim; biz İmparatorluğun kaçınılmazlığından söz ettikçe, ABD düşünce kuruluşlarının meşru ABD emperyalizminden söz etmelerini kolaylaştırmış olmuyor muyuz? Bugün ABD adına konuşanlar evet, kutsal Romadan söz eder gibi ABD emperyalizminden ve bunun gerekliliğinden söz ediyorlar. Böylece yeni dönemin içeriği beliriyor: ABD emperyalizmi... Bu yeni değil ama değil mi? Leninin sözünü ettiği kadar eski...
Geçişin bir dünya savaşı ile olma olasılığı ise, eğer uzun dalgalar arasındaki geçiş belirgin bir olmadan da mümkün ise, ki tezimiz budur, kanaatimizce oldukça düşüktür.
Yeni Düzen ve Devrim
AB kapitalizm içinde gerçek bir alternatif olduğu için değil, muhalefet başarısız olduğu için ABD başarabilir. Bu olasılık yüzünden geleceği düşünürken endişelenmemek elde değil. Ya AB merkezli yeni bir uzun dalga yaşayacağız, ya ABD merkezli, BMsiz, dünya coğrafyasının daha fazlasının ABD valilerince yönetildiği yeni bir birikim sürecine gireceğiz (belki de zaten girmiş bulunuyoruz, bunu iktisatçılar analiz etmelidir), ya da kapitalizmi tarihin çöplüğüne atacağız.
Böyle bakıldığında, ABD ne yaptığını bilmiyor gibi görünmüyor, ama Demokratlardan medet uman ABDliler, ABDyi bizim sosyal Avrupamız durduracak sanan safdiller ve Oğul Bushun yüzünde kapitalizmin mantığını değil de sıradan bir insan anlığının kapasitesinin sınırlarını görenler TV camlarının ötesine geçemeyen bir gerçeklik içinde yaşıyor görünüyor. ABDnin demokrasi adına savaştığını söyleyen ideologlara ise diyecek sözümüz yok, evet, öyle, öyle olmasa savaş çoktan biterdi!!!
Herkese kolay gelsin; ölen çocukların yası ise devrimcilerin kapitalizme açtığı hesap defterine yazılsın. Şimdilik...
Malum, emperyalizm, kağıttan kaplandır!
_______________________________________________
(*) Bianette İmparatorluk (Negri ve Hardt) üzerine geniş bir külliyat oluştu. Bakılabilir.