25 Kasım, insanlık tarihinde kadınlara yönelen, alçak, vahşi bir şiddetin, bir insanlık ayıbının, bir utancın yıldönümü olduğu gibi aynı zamanda kadınların erkek egemen toplumsal şiddete karşı duruşun, dayanışmanın ilmik,ilmik örülmeye başlandığı şanlı yıldönümüdür de.
Yani utancın ve onurun, yan yana. Onurun, utancı, umudun-karanlığı galebe çaldığı buruk bir yıl dönümü. Bir yanda şiddet, savaş, militarizm, ırkçılık ve milliyetçilik üreten sömürücü zihniyetin hüküm sürdüğü tarihin çöp sepetine doğru yol alarak alçalan, Diğer yanda kanat çırptıkça yükselen, yükseldikçe özgürleşen, yeni insanlığın kadın aklında, kadın yüreğine de, kadın elinde yücelttiği; yaşam, barış, eşitlik, ve kardeşliğin, özgürlüğün, yani güzel ile çirkinin hesaplaşmaya durduğu günün yıldönümü.
Mirabel kızkardeşler...
Bundan tam 47 yıl önce, Dominik Cumhuriyetinde, Trujillo diktatörlüğüne karşı özgürlük mücadelesini yükselten Mirabel kız kardeşlerin, diktatörlüğün askerleri tarafından, tecavüz edildikten sonra vahşi bir şekilde katledildikleri, utanç gününün ve insanlık ayıbının yıl dönümüdür. Mirabel kız kardeşlerden birinin kod adının Kelebek olmasından da esinlenerek; o günden sonra bu üç kız kardeş, gerek Dominik’te gerek dünya da "Kelebekler" adıyla efsaneleştirilerek anılmaya başlarlar.
Önce 1981'de Dominik’te toplanan Latin Amerika Kadın kurultayında; 25 Kasım , “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Ve Uluslararası Dayanışma Günü” olarak kabul edilir. Daha sonra 1985 yılında, BM tarafından ”25 Kasım, kadına yönelik şiddetin yok edilmesi için uluslararası mücadele” günü ilan edilir.1981 den bu yana dünyanın dört bir köşesinden kadınlar, efsaneleşen bu üç kelebeğin tutuşturduğu ateşi harlıyor.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliğine, ayrımcılığa, ataerkil toplumsal şiddete, aile içi şiddete, savaşa, militarizme, ırkçılığa ve milliyetçiliğe, faşizme karşı; kadın dayanışmasını örüyor, seslerini yükseltiyorlar. Adeta kelebekçesine kanat çırparak özgürlüğe uçmayı sürdürüyorlar.
Kapitalizmden beslenen, militarizmle sarıp sarmalanan, din, töre ve geleneklerle içselleştirilen, feodal erkek şiddeti, sistem tarafından; değişik biçimler ve adlarla yeniden yeniden üretilmektedir. TV ve gazeteler aracılığı ile ırkçılık ve şovenizm körüklenerek, namus ve töre cinayetlerinin; sadece Doğu, Güneydoğu Anadolu’ya, dolayısıyla üstü örtülü olarak “Kürt’lere özgü” sorunmuş gibi yansıtılmaya çalışılmaktadır.
Kadınlar dünyanın heryerinde ulusal, sınıfsal, cinsel sömürüye uğruyor
Oysa biz kadınlar çok iyi biliyoruz ki; dünyanın her yerinde kadınlar olarak, ulusal, sınıfsal ve cinsel sömürü ve saldırılara maruz kalmaktayız. Sermaye gibi, şiddetin de maalesef vatanı milleti, dini, mezhebi yoktur. Bugün bu sömürü biçimleri milliyet, ülke, bölge ayrımı gözetmeksizin dünyanın her köşesinde vardır; ne yazık ki var olmaya devam ediyor.
Dünyanın her yerinde sınıfsal sömürü vardır. Adına çağdaş! demokrasinin beşiği! Denilen ülkeler bunun başını çekmektedir. Aynı şekilde kadınlar, dünyanın her yerinde cinsel şiddetin ve cinsel sömürünün değişik uygulamaları ile karşı karşıyadırlar. Ulusal şiddeti ise, bizim ülkemiz de dâhil farklı ulusların yaşadığı ve ulusal sorunun çözülmediği, demokrasinin olgunlaşmadığı bütün ülkelerde mevcuttur. Yakın tarihimizden bir kaç örneğe baktığımızda korkunç bir tablo ile karşılaşırız.
Ülkemizde, uygar(!) ve çağdaş(!) bir ülkenin şirketi olan ve Antalya serbest bölgede faaliyet yürüten Novamed adlı şirkette çalışan kadınların yaşadığı, bunun en yakın ve en canlı örneğidir. Sendikalaşmak için mücadele eden, tamamına yakını kadın olan işçiler; ağır koşullarda, sendikasız, sosyal güvencesiz, angarya ve ucuza çalıştırılarak; sınıfsal sömürünün kesintisiz sürmesi ve sömürü çarkının devamı ve garantisi için; kadınların ne zaman hamile kalacaklarına kendilerinin değil, patronları karar veriyor.
Böylece doğurma hakkına müdahale ederek ve yine hafta içi değil, hafta sonu eşleriyle birlikte olmaları yönünde baskılanarak, aslında insanın en doğal hakkı ve bir o kadar da mahremiyeti olan cinsel yaşamına müdahale edilerek cinsel şiddete maruz kalıyorlar.
Savaş anaları gözyaşına boğuyor
Yine son günlerde, ülkemizde çözümsüz bırakılarak kardeşin kardeşe boğazlatılmasına sebep olan ve bir o kadar da sorunların üstünü örtmek, halkın gözünü perdelemek için kullanılan “savaş” bahane edilerek uygulanan bir şiddet mevcut.
Anaları gözyaşına boğan, onları sevdiklerinden, yavrularından mahrum bırakan, gelinleri eşsiz, çocukları babasız, anneleri evlatsız bırakan bir savaşın doğurduğu şiddettir bu. Hatta savaşta düşmana! Esir düşen askerlerin sağ olarak kurtulmalarına sevinmeyerek, adeta “niye ölmediniz, keşke cenazeleri gelseydi.” “sevinemedim” diyerek analara, babalara, kardeşlere, yavuklulara evlatlara ayrı bir acı, ayrı bir şiddet uygulayan etkili ve yetkili zatı muhteremleri bile görmekteyiz. Halkın sorunlarının çözümü noktasında halka verebilecekleri hiçbir vaatleri bile kalmayan, sadece kan üzerinden politika yapan ucuzcu sermaye sınıfının ali menfaatleri için cenazelerin gelmesi gerekiyor(!)
Aynı bahanelerle tıpkı diğer partiler gibi, Anayasal güvence altında olması gereken ve çağdaş demokrasilerin olmazsa olmazlarından olan, bir siyasi partinin kadın milletvekillerinin -suçun şahsiliği hukuk ilkesi ayaklar altına alınarak - özel yaşamının didik didik edilmesi, kadına yönelik ırkçı, milliyetçi şiddetin tipik bir göstergesidir.
Biz sustukça...
Yıllık kadın ölümlerindeki bilançolara baktığımızda 1.ve 2. Dünya savaşlarında ki insan kaybından çok daha fazla kadın katlediliyor. Son günlerde artan bir hızla, tecavüz ve ölüm haberleri magazinleştirilerek, kadın bedeni üzerinden reyting uğruna kadın onuru yeniden çiğneniyor, feodal yapıları, mafyayı, çeteleri, fuhuş ticaretini, dizi adına, program adına evlerimize taşıyanlar, erkek otoritesini sarsılmaz bir kale gibi sunuyorlar. Ancak biz kadınlar biliyoruz ki biz sustukça, biz sessiz kaldıkça nice kız kardeşlerimiz, bu ataerkil vahşet elinde, namus adına, töre adına can vermeye devam edecek...
Daha kaç Sevgi Aguş “cilveli konuştuğu”, daha kaç Alev Er "piercing taktığı" daha kaç Oya Can "beyaz tayt giydiği" için öldürülecek? Ve yine, “devletin bölünmez bütünlüğü, bekası” adına daha nice kız kardeşlerimiz gözaltında taciz ve tecavüze uğrayacak, daha kaç Kürt kadını, yerinden yurdundan olacak, göç mağduru olarak; açlık ve işsizliğin, cehaletin pençesinde ömür törpüleyecek.
Daha kaç kız kardeşimiz berdel kurbanı olacak. Daha kaç asker anası, kaç Kürt anası acı kan gözyaşını içine akıtacak, Daha kaç işçi kız kardeşimiz fabrika tezgâhlarında karın tokluğuna, angarya çalıştırılarak taciz, tecavüz tehdidi altında yaşayacak?
Daha kaç kadın ölecek?
Daha kaç ev kadını gecenin bir yarısında tekme tokat kapının önüne konularak, açlık ve sefalete, ölüme terk edilecek? Sistem muhalifi daha kaç kadın ya da kadın örgütü anti demokratik baskı ve saldırılara maruz kalacak?
Ama unuttukları bir şey var... Biz kadınlar artık susmayacağız. Artık kendi yazgımızı kendimiz çizmek üzere, sözümüzü birleştirerek, örgütlülüğümüzü, dayanışmamızı örüyoruz. Artık yeter diyoruz!. Toplumsal cinsiyetçiliği tarihin çöp sepetine atmaya yeminliyiz.
Kadına yönelik şiddete, eşitsizliğe karşı ayaktayız, alarmdayız. Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak. Nerde bir kadın eziliyorsa, nerde kadına ve çocuklarımıza yönelik, cinsel istismar varsa, şiddet varsa, katliam varsa, savaş varsa, haksızlık varsa, sömürü varsa zulüm varsa, taciz, tecavüz varsa emin olun ellerimiz yakanızdadır. Hesabını soracağız.
İşte, her yıl bir öncekine göre daha da çoğalarak alanları dolduruyoruz. Daha geçen gün kadın koalisyonunda kenetlendik, Ankara’da. Ortak sözümüzle ortak gücümüzle siyasetin ortasında, “erkek siyasetine” artık yeter demek üzere ellerimizi birleştiriyoruz. Şimdi kelebekler zamanı. Her birimiz birer kelebeğiz.
Unutmayalım ki kelebekler kanat çırparak yol alırlar. Yalnızca 25 Kasımlarda 8 Martlarda değil, gün gün, her gün kanat çırptıkça özgürleşeceğiz. (KA/NZ)