Kadın-odaklı habercilik yapan, bu habercilik anlayışını kavramsallaştırarak, model alınacak bir habercilik/gazetecilik pratiğine dönüştüren bianet, 2007 yılından bu yana, adını ana akım medya haberciliğinde failin saklayan örtük dile tepki ile “Erkek Şiddeti Çetelesi” olarak koyduğu rakamlarla, kadına yönelik cinayet, yaralama, tecavüz, tacizlerin ve bunlarla ilgili diğer bilgilerin çetelesini tutuyor. Çünkü, hep akılda tutmak gerekli; Türkiye’nin kadına yönelik şiddet özellikle de cinayetler açısından son 10 yılda ulaşmış olduğu rakam hem utanç, hem de alarm verici.
Bir diğer can yakan şiddetin sonuçları, gerilla (1609) ile asker (901) ölümleriyle karşılaştırıldığında varılan 2510 sayısının da neredeyse iki katı ve 4825. (1)
4 senede 853 cinayet
bianet’in basına yansıyan haberler üzerinden tuttuğu son ve 2013 yılına ait kadına yönelik erkek şiddeti çetelesine göre, erkekler geçtiğimiz yıl içerisinde 214 kadını öldürdü, 167 kadına tecavüz etti, 161 kadına tacizde bulundu. Böylelikle son 4 yılda erkekler tarafından öldürülen kadınların sayısı 853’e, tecavüze uğrayan kadın, kız çocuğu sayısı 685’e, tacize uğrayan sayısı ise 846’ya vardı.
Erkekler tarafından öldürülen kadınların sayısının 2010’da 217; 2011’de 252; 2012’de 165; 2013’de ise 214 olmasına bakarsak, yılda 212 gibi “ortalama” rakama ulaşılıyor. Buna karşılık tecavüzlerin “ortalaması” 171, tacizlerinkinin ise 213 olduğu görülüyor. Ancak, erkeklerin kadınlara tecavüz ve tacizleri konusunda erişilen rakamların, sadece bu belirli şiddet türlerine yönelik ve basına yansıyanlardan derlenmiş olduğunu hatırlar ve basına yansımayan şiddet biçimlerinin aslında bir çok kadın için aslında gündelik hayatın neredeyse bir parçası haline gelmiş olduğunu düşünürsek, durumun bu rakamların anlattığından çok daha vahim olduğunu hemen söyleyebiliyoruz.
Kocalar, eski kocalar, sevgililer...
Ancak rakamlar bize daha fazlasını da söylüyor, bunun için de 2013 Erkek Şiddeti Çetelesi’ne bakmaya devam edelim;
Geçtiğimiz yıl öldürülen 214 kadının 104’ünü kocaları, 12’sini eski kocaları, 25’ini sevgilileri, 6’sını eski sevgilileri, 10’u babaları, 9’u damatları, 18’i akrabası olan diğer erkekler (kayın peder, dünür, ağabey, kardeş vs.) öldürmüş. Üstelik bu sıralama son 4 yıl için de neredeyse aynı ve çetele, önce kocalar, sonra eski kocalar ya da sevgililer şeklinde devam ediyor. Ayrıca bu sonuçlar ayrıca 2007-2011 yılları arasında gerçekleşen cinayetlerle ilgili verilen başka rakamlarla da örtüşüyor. Örneğin kimi araştırmaların verilerine göre, eski ya da boşanmak üzere olduğu kocası tarafından öldürülen kadınların oranı, erkek cinayetlerinin yüzde 47’sini oluşturuyor. Bu oran 2012 yılı itibariyle ise yüzde 69’ a çıkmış durumda.
Çetelenin kadına yönelik erkek cinayetlerine ilişkin olarak derlediği verileri tamamlayan başka bir rakam ise, 2013 yılında öldürülen 214 kadının yüzde 15’inin (32’sinin) boşanmak istedikleri için öldürülmesi, yüzde 19’unun ise yine aynı nedenle şiddet görmesi; yüzde 13,5’inin ise şiddet gördükleri için şikayetçi olduğu ya da koruma tedbir kararı çıkarttığı halde öldürülmüş olmaları. Bu bilginin diğer detayları ise şöyle; 13 kadının katilleri hakkında tedbir kararı sürüyordu; dört kadının katilleri hakkındaki koruma tedbir kararları cinayetin hemen öncesinde sona ermişti; 12 kadın ise katilleri hakkında defalarca şikayette bulunmuş ancak talepleri cevapsız kalmıştı. Ayrıca dört cinayet de, şiddet suçundan yattıkları cezaevinden izinli ya da denetimli serbestlik kapsamında çıkarak ya da tahliye edilen erkekler kocalar/eski kocalar tarafından işlendi..
Kadınların öldürülme ve şiddet görme nedenleri ile bu rakamlar, son 4 yılın ilgili rakamlarıyla karşılaştırılınca durum daha da vahimleşiyor; örneğin, 2012’de 24 kadın korunma ile ilgili hukuki süreci başlatmasına; 9’u defalarca şikayette bulunmasına; 7’si uzaklaştırma kararı olmasına; 1’i korunma kararı ile sığınma evinde bulunmasına olmasına rağmen öldürülmüştü. 3 erkek cinayetinin faili ise şiddet uygulama suçundan ceza almış ancak denetimli serbestlik kapsamında dışarı çıkmış, cezası ertelenmiş, ya da paraya çevrilmiş kocalar/eski kocalardı. 2011’de korunma talep ettiği, savcılığa veya poliste şikayet ettiği, sığınma evlerine yerleştirildiği halde 11 kadın öldürülmüştü; 2010’da ise şiddet gören kadınların yüzde 42’sinin fail erkeğin tehditi altında oldukları biliniyordu, haklarında daha önca karakola veya savcılığa başvurulmuştu. Yüzde 27.27’si ise ayrılmayı, boşanmayı istediği, boşanmayı ya da barışmayı kabul etmediği için öldürülmüştü.
Rakamlar üzerinde konuşmaya devam edersek, çeteleye göre, 2013 yılında Erkek şiddeti en çok İstanbul’da (131) gerçekleşti, bunu Kocaeli (52), Adana (45), İzmir (44) izledi. Buna karşılık, 2012’de İstanbul’u (162), İzmir (54); Adana (50); Ankara (37) izlemiş; 2011’de yine İstanbul’un (65) ardından, Adana (55), Antalya (38); İzmir (35); 2010 yılında ise; İstanbul’u, (25) Adana (16) izlemişti.
Meşru bir şiddet kültü içinde erkekliği sınananlar ülkesi
Bütün bunlar, her biri apayrı içimizi burkan acı ve öfkelendiren şiddet ile hayatları elinden alınmış kadınları sonuçta birer rakama indirgemekle birlikte, karşı karşıya bulunduğumuz sorunun çeşitli boyutlarını sergilemek açısından bize çok sey anlatıyor.
Öncelikle, İslami-muhafazakar ideoloji ile neo-liberal ekonomik politikaları 2002 yılından bu yana kendisine üç seçim kazandıracak kadar “başarı”(!) ile eklemlemiş bu arada da “aile”yi korumayı, nüfusu artırmayı, doğum kontrolünü ve kürtajı zorlaştırmayı, erken evlilikleri özendirmeyi vs. vs. öncelikli politikaları haline getirmiş; Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın adını Aile ve Sosyal Politikalardan Sorumlu Devlet Bakanlığı olarak değiştirmiş bir iktidarın ülkesinde, sorunun bizzat öncelikle çekirdek, sonra da geniş aile içinde olduğunu gösteriyor ve bizi erkeğin egemenliğini —o ya da bu şekilde— tehdit altında görmesi gibi bir “gerçek” ile yüzleştiriyor.
Aslında uzak ve yakın geçmişi bir şiddet sarmalı ile örülü, şiddetin sorumlularının hesap vermediği, ya da sadece karşı-şiddet ile hesap vermeye zorlanabildiği, “gücü gücüne” yetenin şiddet kullanımının normalleştirildiği, okuldan, sokağa ve askerlik kurumuna kadar meşru bir şiddet kültü içinde erkekliği kurulan ve sınanan erkeklerin ülkesinde, ailenin kadına yönelik erkek şiddetinin her türlüsünün mahali olarak karşımıza çıkması yeni ne de şaşırtıcı.
Değişen kadın ve iktidarını tehdit altında hisseden erkek
Aileyi mercek altına yatırmak gereği üzerine giderek daha fazla vurgu yapmak zorunda kalmamızın nedeni ise elbette, çok yakın zamanlara kadar “aile içi şiddet” diyerek yine failini sakladığımız sorunun daha katlanmış ve medya aracılığıyla daha görünür hale gelmiş olması.
Ancak, rakamların söylediği başka, belki farkında olduğumuz ancak vurgu ile söylememiz gereken önemli şeyler de var. Bir yandan cinayetlerin en çok İstanbul, Adana, İzmir, Ankara ya da bölgeler itibariyle öncelikle Marmara bölgesinde işleniyor olmasına; diğer yandan kadınların kocalar veya eski eşler tarafından boşanmayı istediklerinde ya da boşandıklarında, devletten korunma istediklerinde, hatta sığınma evlerinde öldürülmelerine bakarak artık şunları iddia edebilecek durumdayız:
Mevcut koşullar özellikle de metropollerde yaşayan kadınları hızla değiştiriyor ve ne erkekler, ne onun en erkek kurumlarından birisi olarak iktidar, ne de örgütlü kadın hareketi hemcinslerinin bu hızına yetişemiyor, bu yeni kadınlığın bedeli de bu yalnız bırakılmış kadınlara çıkarılmış oluyor.
Bir yandan, son 30 yıldır bir bölgesinde yaşanan iç savaş nedeniyle 45 ile 50 bin kadar yurttaşını kaybederek içinden geçtiğimiz şiddet sarmalının psikolojik etkileri, diğer yandan bu sarmalın da parçası olduğu politik, sosyolojik ve ekonomik nedenlerle hızı azalmadan devam eden kentleşme, diğer yandan neo liberal politikalar sonucunda gelir dağılımındaki hızla genişleyen uçurum erkekleri olduğu kadar kadınları da hızla değiştiriyor, ancak farklı farklı yönlerde.
Artık kendisine gerektiğinde en kolay gözden çıkarılabilecek ucuz iş gücü olarak daha çok ihtiyaç duyulan kadınlar, normlarının, orada bulunmanın yol ve yordamının oluşmasına hiç katılamadıkları, erkek egemen kamusal alana çıkmış oluyorlar bir kere ve bütün dezavantajlı hallerine rağmen, oranın dinamikleri içinde mevcut olanın kaderleri olmadığını farketmeye, başka bir hayat yaşayabileceklerini hayal etmeye başlıyorlar, hatta hayallerini gerçekleştirmeye yeltenecek kadar gücü de kendilerinde bulmaya başlıyorlar. Ancak tam bu noktada, bu en küçük eşitsiz (aile) birimdeki iktidarını tehdit altında gören yanı başlarındaki erkek (koca, eski koca, sevgili, nişanlı, baba, erkek kardeş…) her kimse işte onun, hızlı ideolojik muhafazakarlaşma tarafından küstahlaştırılan ve de ellerine başkaca bir şey geçemediğinde uçlarını iyice bileyledikleri direnci ile karşılaşıyorlar.
Üstelik bu hızlı ideolojik muhafazakarlaşma ilk anda sanıldığı gibi, sadece “mütedeyyin” kesimlerin tekelinde de değil. Örneğin, kendi kesimlerini yeterince temsil ederler mi bilmem, mütedeyyin ve laik kesimden—bu konuda daha önce şöhretleri bilinen— iki isim, Ali Bulaç ile Serdar Turgut, kadın cinayetlerinin artmasının müsebbibini bir çırpıda kadınlar olarak ilan eden yazılar yazmışlıkları, birbirileriyle bu yazılar üzerinden erkek dayanışması oluşturmuşlukları var.
Ali Bulaç, “Evden Cami’ye” (Zaman, 03/12/2011) ve "Ev'den İşe" (Zaman 05/12/2011) başlıklı iki yazısında; ‘kadının cami’ye, işe diye evden çıkması karşısında ‘erkeğin fıtri rolünü kaybetmesinin onu, kadına karşı şiddete, vahşi cinayetlere sürüklediğini’ yazarken, Serdar Turgut’a göre de (Habertürk, 19 Aralık 2011), Batı’da olduğu gibi [Türkiye’de de] kadının iş hayatına atılması, aile değerlerini çözüyor, kadının eşini aldatma ihtimalini artırıyor, bu da cinayetlere sebep oluyor!
Devletin ikili rolü
Bu arada Devlet de tabi, bu süreçte paradoksal gibi görünen ancak aslında bir açıdan da tutarlı ikili bir rol oynuyor; bir yandan ideolojik olarak aileyi kutsamaya, devam ederken, diğer yandan kadınları ev içindeki düşmana karşı korumaya yeltenmesindeki samimiyetle davranmıyor. Bu da, kadınların çoğu zaman bağıra çağıra gelen erkek şiddetinden, sığınma evlerinde bile korunamaması sonucunu yaratıyor. Yoksa üzerinde hukukçuların anlaşmış oldukları gibi kadına yönelik şiddeti önlemeye ve cezalandırmaya yönelik düzenlemeler konusunda önemli adımlar atılmış durumda ama bunu uygulama konumunda olanların zihniyeti ve gönülsüzlüğü (kim onların da evlerinde karılarını, kızlarını dövmediklerini garanti edebilir?), kadını tam da hayatını değiştirmeye yeltendiği, hatta bunu becerdiği anda erkek şiddetinin nesnesi haline gelmekten koruyamıyor.
Özetle, bianet’in 2013 Erkek Şiddeti Çetelesi, son dört yılınkilerle birlikte okunduğunda, cinayet başta olmak üzere kadına yönelik şiddetin ulaşmış olduğu durum —Ali Bulaç ve Serdar Turgut’u hiç de şaşırtıcı olmayan biçimde buluşturacak şekilde— esas olarak kadınların, giderek daha fazla, aileden başlayarak, kamusal alandaki de dahil erkek egemenliğini tehdit eder görülmeye başlanmalarıyla ilgili. Bunun için, en azından çetelesi tutulabilenler üzerinden söylenirse, en hızla ve yakıcı biçimde metropollerde yaşanıyor; bunun için kadına en “yakın” erkekler tarafından ve ev içinde gerçekleştiriliyor; bunun için de kadınlar korunamıyor.
Bu nedenle Türkiye’deki mevcut bütün, barışcıl direnişler karşısında hınçla güç kullananların; doktorlara saldıranların; Hrant Dink’e kıyılması sonrasında beyaz bereleriyle sokaklarda dolaşanların; mahkemelerdeki zanlı koltuklarında arsızlıklarını sürdürenlerin; karakollarda bu zanlıları pohpoflayanların; kendileriyle yüzleşmekten korkup, LGBT bireylere yönelik nefret suçları işleyenlerin; “Çocuk gelinler”in kocalarının değil de, düpedüz “pedofilllerin” vb. vb. temsil ettiği şiddet formlarının, arkasında —hep kendisini tehlikede hisseden devletimizinki gibi— bir “erkeklik sorunu” var.
Bütün bu nedenlerle, kanımca bu çetelelerin tutulması ile yetinilmemesi, bu şiddet öznesi erkek faillerin kim olduğununu anlamamızı sağlayacak çok sayıda çalışma yapılması, erkeklerin kendileriyle yüzleş(tiril)meleri gerekiyor.
Örneğin bianet’in 2010 çetelesi, cinayet, tecavüz, taciz gibi adli makamlara ve basına yansımış kadına yönelik şiddetin faili erkeklerin kimler olduğu, hangi mesleklerden geldikleri, eğitim durumları ve yaşları, gösterdikleri gerekçeler gibi bilgiler de içeren çok kapsamlı bir çetele. Ancak belli ki, bunların haberler üzerinden yakalanması her zaman kolay değil. Örneğin 2010 çetelesine göre; kadınların katil zanlısı olarak kovuşturmaya uğrayanların yüzde 8.82’si emekli ya da halen görevde olan polis ve askerler; yaralanmayla sonuçlananların faili yüzde 33.33 ile yine onlar; taciz faillerinin başında yüzde 34.65 ile öğretmenler; yüzde 11.88 ile asker, polis ve güvenlik görevlileri; tecavüz faillerinin başında yüzde 25.7 ile yine görevde ya da emekli asker, polis ve güvenlik görevlileri geliyor. Ve bunlar tek başına ne kadar çok şey söylüyor değil mi? Bu yüzden bu çetelelerin bilgilerini tamamlamak üzere çok çok çalışılması gerekiyor.
Bir de en sonunda iğneyi kendimize batıralım, kadınların örgütlü dayanışmasının, kızkardeşlerimizi yalnız bırakmayacak şekilde daha da güçlenmesi gerekiyor. (SA/ÇT)
***
(1) Bu rakamlara siviller dahil edilmemiş, diğer yandan Milli Savunma Bakanlığı verileri ile, PKK kaynaklarına dayanarak verilen rakamların derlenmesiyle varılmıştır. http://ww.bianet.org/bianet/insan-haklari/144594-askerde-949-intihar-iddiasi, http://www.hpgsehit.com/index.php?option=com_k2&view=itemlist&layout=category&task=category&id=3&Itemid=111 ve http://www.ntvmsnbc.com/id/25424390
(2) Yukarıda andığım bir başka veriye göre kadınların %73ü koruma talebinde bulundukları için, %27'si ise sığınma evlerinde kaldıkları dönemde öldürülüyordü
(3) BİA 2011 çetelesinde şiddetin gerçekleştiği kentlerle ilgili rakamlar yılın ikinci 6 ayı için verilmiş. 2010 rakamlarında ise, şiddetin illere göre dağılımı verilirken, sadece sıralamada önde gelen ilk iki kent sıralanmış.