80'lerin öncesi ve sonrası
Önce, kısaca "ilk günlere" dönmek, 1980'lerin başındaki siyasi ortama, o koşulların örgütlenme kaygılarına ve olanaksızlıklarına değinmek istiyorum.
1980 askerî darbesi öncesindeki son 4-5 yıl, Türkiye'de siyasetin aşırı kutuplaştığı, solda çok büyük bir parçalanma yaşanan, çeşitli sol parti ve grup-grupçukların ideolojik olarak en yakınını "baş düşman" gibi görüp, ona göre politika yaptığı, şiddetin siyasetin önüne geçtiği bir dönem oldu. Sonradan kadın hareketinde yer alan kadınların pek çoğu, bu sol fraksiyonlarda yer alıyorlardı. Kadın örgütleri, yasal olmayan ana örgütlerin paravanası gibiydi. Hiçbirisi, bir kadın politikası güdemiyordu. Kadınlar, gruplarının ideolojisine hapsolmuşlardı.
Ben hiç parti üyesi olmadım. Ama, asistan ve doçent olarak ben ve ilklerden bazılarımız TÜMAS, TÜMÖD gibi sol eğilimli meslek örgütlerinde aktif militandık. 1978'de, İlerici Kadınlar'ın, kendi içlerinden bazı üyeleri ihraç etmesi üzerine bir parçalanma yaşanıp, başka bir örgüt kurulunca, bana bir çağrı geldi ve birkaç ay süreyle, İstanbul Aksaray civarındaki birçok örgütün "kadın seksiyonlarının" kapısını çalıp "ortak bir kadın" platformu için işbirliği yapılması için nabız yoklamıştım. Ayşe Düzkan'ı da o dönemde tanıdım. Dev-Yol'da!... Tabii ki, bu çabalardan hiçbir şey çıkacağı yoktu. Sonra darbe oldu. Siyaset bitti. Örgütler kapatıldı. Militanlar tutuklandı ya da yurt dışına gittiler. Erkekler hapse girerken, lider konumda olmadıklarından, kadın militanlar saklanarak da olsa toplum içinde yaşamayı sürdürebildiler.
Bu dönem, herkes için ciddi bir eskiyi düşünme, özeleştiri dönemi oldu. Bizim, altı kişi olarak oluşturduğumuz ilk "bilinç yükseltme" grubunda, eski örgütlerin, örgütlenme modelinin, kadınlar açısından ne kadar baskıcı, ne kadar otoriter, hiyerarşik, kişiliği, düşünceyi, sözü yok edici, ezici bir yapıda olduğu çok ayrıntılı olarak konuşulmuştu. Benimsenen ve uygulanmaya çalışılan, aşırı merkeziyetçi, lider sultasına dayalı bu yapılar, tipik bir "erkek" politikası anlayışının ürünüydü. Yeni arayışlarla yeni bir siyasal mücadele başlarken, bu eski yapıların korunması kesinlikle mümkün olamazdı.
Tersine, bütün bu yapıların tersine çevrilmesi, dönüştürülmesi gerekiyordu. Dolayısıyla, bu bizi ilk aşamada, çok haklı olarak "örgütsüzlüğü" savunmaya getirdi. Kitle değil, küçük grup, lider değil, eşit bizler, karar verici ve buna itaat edenler değil, birlikte karar oluşturan ve uygulayanlar, benliğini inkar etmiş militanlar değil, kişiliğine saygı duyulan, "ben" diyebilen kadınlar olarak, eski örgütlenmenin tüm unsurlarını alt üst ettik.
Hiyerarşiyi kesinlikle reddettik. En çok da doğal "liderlik" eğilimleri olanları kısıtladık. Toplantı yerinden oturma düzenine, söz almadan konuşma üslubuna kadar herşey değişti. Hem bilinçli hem de "kendiliğinden" biçimde. Kuşkusuz, içerisinde yaşanan sıkıyönetim koşullarının da belirleyiciliği vardı.
Artık, kamusal alanlarda, dernek lokallerinde değil, evlerde toplanılıyordu. Evlerde toplantılar, "çay partisi" görünümünde yapılıyordu. Konuşmalar sohbet, dertleşme, deneyim paylaşma, görüş alışverişi şeklini alıyordu. Kadınlar, birbirlerini karşılıklı olarak tanıyor, güveniyor, seviyorlardı. Oturma düzeninde, konuşmacı için podyum, dikdörtgen koltuk düzeni yoktu.
Tersine, koltuklar, minderler, bir daire şeklinde oluşurdu. Dairenin hiyerarşisi yoktur. Bugün "moderatör" denilen bir kişi olurdu, ama, istediğine söz verme/vermeme, sözü kabaca kesme yetkisi olmazdı. Rotasyonla herkes sorumluluk alır, herkesin görüş belirtmesi istenirdi. Bu da, çekingenler üzerinde bir baskı yaratırdı, muhakkak. Tıpkı çok konuşmak isteyenlerin de üzerlerinde kısıtlanma baskısı hissetmeleri gibi. Kararlar oylamayla alınmaz, mutlaka herkesin ikna edilmesine çalışılırdı. Yani amaç konsensüs idi. Tartışmalar her zaman verimli olmayabilir, konu dağılabilir, bağrış çağrış olabilirdi! Ama, hepimiz, bu tür toplantılardan çok, ama pek çok şey öğrenmiş, paylaşmış, zenginleşmiş, yenilenmiş olarak ve mutlaka yeniden toplanma arzusuyla ayrılırdık.
Sanıyorum, bu model, herkes "bilinç yükseltme" grubundan geçmeli fetişçiliğine düşülmeden, kendiliğinden, hemen her kadın grubunda benzer şekilde tekrarlandı. Ankara'da "Perşembe" grubu, sonradan "ayrılıkçılığa karşı kadın dayanışması grubu" vb...
Ben kendi adıma, 90'lı yıllarda oluşturduğumuz formel kadın örgütlerinde de, bu ilk deneyimlerin bir biçimde tekrarlandığını düşünüyorum. Örneğin, Kadın Eserleri Kütüphanesi'nin bir yıl kadar süren hazırlık toplantıları, az çok bu modelde, herbirimizin evinde, çay da içerek yürütüldü. Aynı şekilde, KA-DER'in ilk fikir jimnastiği toplantıları, evini açan Ceylan'ın ya da Suay'ın toplanmaya müsait evlerinde, bir yuvarlak masa etrafında yapıldı. Sonradan, kamuya açık alanlarda bir dizi daha formel toplantı düzenlendi.
Şimdi, bu örgütlenme midir, değil midir? Bence örgütlenmedir. Kadınların yaşam tecrübeleri, erkeklerinkinden farklıdır. Kadınların hayatı çok parçalıdır: ev, iş, çocuk, siyaset. Hepsini neredeyse iç içe, yan yana, peş peşe kotarmak durumundasınız. "Profesyonel politikacılık" kadın mesleği değildir. Politikayı da koşullara uygun yaparak, değişimi sağlayabilirsiniz. Evler, bence bugün de, kadın örgütlenmesinin en temel birimidir. Derneklerin çeşitli komisyonları, alt birimleri evlerde daha rahat çalışırlar. Kaldı ki, KA-DER'in seçmen eğitimi seminerlerinden çok iyi bildiği gibi, seçim kampanyalarında, en etkili, en verimli kampanya tekniği de "kapıdan kapıya" denilen ev ziyaretleridir. Özellikle "ev kadınlarına" ulaşmak için.
Batı ve bizim farkımız nereden geliyor?
Şimdi burada kısa bir karşılaştırma yaparak, bizde gelişen bu "örgütsüz" örgütlenme ile, Batı'nın bizden eski ve bizden büyük kadın hareketlerine bir göz atarsam, şöyle benzerlik ve farklılıklar görüyorum:
Batı'da da yeni dalga kadın hareketi, küçük grup, bilinç yükseltme, sadece kadınların katıldığı toplantılar, spontane eylemler ile başladı. Çünkü orada da, kadınlar, erkeklerin kadın sözünü bastırmasına tepkiyle kendi içlerine kapanıp, benzer modeller ürettiler. Ancak, Batılı ülkeler demokratikti. Bizdeki gibi, örgütlenme yasakları, kısıtlamaları yoktu. Ayrıca, her ne kadar yeni hareketler, eski yapılara, parti ve sendikaların örgütlenme ve işleyiş tarzına itiraz ediyor olsalar da, o ülkelerde, partiler, özellikle sendikalar çok güçlüydü. Dolayısıyla, kısa süre içinde, batıda yeni dalga feminizminin, kendi dışındaki bu örgütleri etkilemesi, kitleselleşmesi ve aynı zamanda bu geleneksel yapıları da bir ölçüde dönüştürmesi sonucunu doğurdu.
Ayrıca, çok geniş tabanlı yeni kadın örgütleri doğdu. Kadın taleplerine duyarlı Yeşiller gibi yeni partiler kuruldu. Gene de, örneğin şiddete karşı mücadele veren kadın örgütleri, genellikle, mahalle veya semt bazında örgütlenmiş, küçük grup niteliğindeki örgütler tarafından kuruldu ve işletildi.
Bizim hareketimizin geniş çaplı bir örgütlenmeye gidememesinin, dolayısıyla da "yok" denilen örgütlenmenin fetişleştirilmesinin nedeni, kadın hareketinin zaafından değil, Türkiye'ye özgü sosyal ve siyasal yapılanmanın zaaflarından kaynaklanmaktadır. Demokrasi eksikliği, dernek, vakıf mevzuatlarının aşırı kısıtlılığı, bürokratikliği, devletin toplumun örgütlenmesini engellemek için elinden geleni yapması, kadın hareketini aşan ciddi sorunlardır.
Diğer taraftan, kadınların formel sektörde (sendikalaşarak) çalışma oranlarının çok düşük kaldığı, daha çok örgütsüz enformel sektörde çalıştıkları bir toplumda, kadın hareketi istediği kadar "örgütlenme modeli" geliştirsin, sonuç almak hiç de kolay olmayacaktır. Örgütlenebilen kadınları "elitizmle" suçlamak da bu durumda, yalnız haksızlık değil, sosyoloji bilmemektir.
Farklı örgütlenme biçimleri
Bana kalırsa, Türkiye kadın hareketi, son yirmi yılda, yalnız ideolojik yenilenme, politika oluşturma, politikalarını benimsetebilme açılardan başarılı olmakla kalmamış, örgütlenme açısından da hayli başarılı olmuştur. İyi bir örgütlenme, ne için, ne amaçla, neyi elde etmek için örgütlenme sorusuna yanıtla bulunabilir. Her ele alınan konu, o soruna özgü bir örgütlenme gerektirir. Tek tip örgütlenme olamaz. Bir merkezden verilecek kararlarla binlerce insanı harekete geçirebilmek,örgütlenmenin başarı ölçütü değildir. Eğer sendika değilseniz?
Kadın hareketi, ideolojik mücadelesi için, 80'li yıllar boyunca, kamuoyunun dikkatini çeken çarpıcı eylemler yaptı: Dayağa Karşı Yürüyüş, Mor İğne, Geceleri İstiyoruz, Düdük, Siyahlı Kadınlar, Cumartesi Anneleri vb. Bunların hepsi, o eylemi düşünen, tasarlayan, sloganlarını yazan, bilfiil gerçekleştiren, basını harekete geçiren, kısacası bütün örgütlenmeyi üstlenen ad hoc (o iş için oluşmuş) komitelerce yürütüldü. Bence en iyi örgütlenme modeli bulunmuştu!
1990'lara gelindiğinde, sorunlar teşhis edilmiş, sorunların üzerine sürekli gitmek gerektiği anlaşılmıştı. Kalıcı örgütler kurma aşamasına gelinmişti. Yasaların biraz esnemesiyle, dernekler kurulmaya başladı. Vakıf modeli, bazı avantajları yüzünden yeğlendi. Ama, artık, 1984'teki "Kadın Çevresi" gibi yasa kısıtladığı için "şirket" kurmak zorunluluğu gibi bir engel kalmamıştı. Kadın hareketi bu örgütlenme, dernekleşme yolunu da hayli etkili şekilde kullandı. Türkiye?de en yaygın örgütlenme, din amaçlı ve hemşerilik dayanışması temellidir. Bu alanın dışına çıktığınız zaman, hangi sektör ne kadar örgütlüyse, kadınlar da o kadar örgütlüdür. Ve kadınlar akıllıca örgütlüdür; örneğin aynı amaç için birbirine rakip üç dernek kurmazlar!
Uçan Süpürge'nin 2004 rakamlarına göre, Türkiye'de 2000'li yıllarda kadın örgütü sayısında bir patlama vardır. Kadınları ilgilendiren hemen her alanda örgütlenilmiştir ve bunlar çalışan, yaşayan örgütlerdir. Üniversiteler, barolar, odalar gibi kurumlarda, belediyelerde, ekonomide, iş yaşamında, mesleklerde, kültürde, eğitimde, şiddetten doğum kontrolüne, kadın hayatını ilgilendiren her alanda çalışan yüzlerce örgütten söz ediyoruz. Kuşkusuz, üyelik tabanları fazla geniş değildir. O yüzden hepsi para sıkıntısı çekerler, dernek üyeleri çok yorulur ve yıpranırlar, ama bu zorluklara rağmen yaşamakta ve gelişmektedirler. Zira her derneğin amacına baş koymuş, sorunu çözmek, onu aşmak birinci hedefi olan kadınların inadıyla kurulmuşlardır. Benim kaba tahminim, Türkiye'de kadın örgütlerinin, yarım milyon kadını seferber edebilecek bir güce eriştiği yolunda ki, bu hiç de azımsanacak bir sayı değil.
En yakın dönemde, Medeni Kanun ve Ceza Kanunu reformlarında sağlanan başarının da kanıtladığı gibi, Türkiye'de kadın hareketi, başarılı lobicilik kampanyaları yapacak (yasama organını etkileyecek) düzeyde de örgütlenmiştir. Burada kilit mesele, "küçük olsun benim olsun" anlayışını aşıp, kadın örgütleri arası dayanışmayı, işbirliğini, işlevsel platformlar oluşturmayı başarabilmektir. Bunlar ister istemez, esnek, değişken, değişen ihtiyaçlara göre genişleyip daralan, yenilenmeye açık örgütlenmeler olacaktır. Kadın hareketinde örgütlenme, önü sürekli açık bir, deneme, sınama, yanılma, doğruyu bulma, iyileştirme çalışmasıdır.
İflah olmaz iyimserliğimle, Türkiye Kadın Hareketi, son yirmi yılda, çok iyi bir yol almıştır, önemli reformlar gerçekleştirmiştir ve bundan böyle de Türkiye'nin ve kadınların kaderini değiştirmek için çok şey yapacaktır, diyerek sözlerimi bağlıyorum. Teşekkür ederim. (SD/BB)
* Şirin Tekeli'nin "Kadın ve Politika: Örgütlü Kadınlar Geleceği Örgütlüyor" toplantısında yaptığı konuşma...