Yirmibeş yıl... Çeyrek yüzyıldan söz ediyorum. Yıl 1981. Üniversiteden ayrılmışım, Yazko bana ve bir grup arkadaşıma kadın konusunda bir yayın hazırlamayı önermiş. Kabul etmişiz.
Nasıl bir yayın istediğimizi belirlemek için Gülnur (Savran), Yaprak (Zihnioğlu), Ferai (Tınç), Şule (Aytaç), ben, zaman zaman da Stella (Ovadia) bir araya geldiğimizde, yapmak istediğimizin feminizm olduğunu biliyoruz. Ama, feminizm nasıl bir şey? Onu hiç birimiz tam olarak bilmiyoruz henüz.
Teorik ve ideolojik birikimimizi gözden geçirmemiz, her şeyi sil baştan ele almamız gerekiyor. Sonradan "ilk bilinç yükseltme grubu" diye adlandırdığımız bu çalışma sırasında kendimize mihenk taşı olarak seçtiğimiz biri var: Duygu.
Çünkü Duygu iki yıldır Kadınca'yı çıkarıyor. Bu o güne kadar yayınlanmış en başarılı, modern, yenilikçi kadın dergisi ve çok okunuyor. Ama, bizim teorik feminist grubunu tatmin etmeyen bir tarafı var. Tam da adını koyamıyoruz... Örneğin o günün Türkiye toplumu için bir tabu olan "kadının orgazm hakkı" Kadınca'nın savunduğu çok ilerici bir hak.
Ama, bize göre dergi gene de yeterince politik değil, yeterince eleştirel değil... Dolayısıyla, bilinç yükseltme grubu kendini tanımlarken, bir ölçüt, bir mihenk taşı olarak Kadınca'yı alıyor. Amaç, Duygu'nun yaptığından farklı bir şey yapmak. Taa o günlerden başlayarak Duygu, Türkiye'de feminizmin gelişmesi üzerinde belirleyici oldu.
Sonra, tam yılını hatırlamıyorum; biz "teorik" feministler olarak artık biraz laf etmeye, görüş belirtmeye başlamışız. Duygu, Kadınca'nın benimle bir görüşme yapmasını istedi. Hafızam beni yanıltmıyorsa, Filiz Kocali ile görüştük.
Ben bu söyleşide Kadınca'yı yeterince siyasi ve eleştirel olmamakla eleştirdim. Biraz da sert bir tonla. Yazı yayınlanmadan önce Duygu benimle şahsen görüşmek istedi. Gittim. O eleştirel paragraf üzerine konuştuk. "Bir yayıncı kendisinin eleştirilmesini nasıl kabul eder?" dedi. Ben de herhalde, "o paragraf olmazsa, yazım çıkmasın" gibi "keskin" laflar ettim. Sonra sayı yayınlandı ve mucize!
Yazı benim eleştirilerim kesilmeden yayınlanmıştı. Duygu ile yüz yüze gelişimiz ilk o söyleşi vesilesiyle olmuştu ve ben Babıali'de eşi benzeri pek bulunamayacak bu demokrat kadının medeni cesareti karşısında büyülenmiştim. Zaten, o dönemden sonra bizim "teorik feministler" grubu ile Kadınca'nın çeşitli konularda fikir alışverişi sıklaştı, hatta düzenli hale geldi.
Bizler, dünya kadın hareketini, eylemlerini, kazanımlarım, teorik problemleri yakından izliyorduk. Meselenin kapitalizmle, sosyalizmle, demokrasi ile ilişkilerini derinliğine tartışıyorduk. Ama, öylesine kabız, kara kuru bîr dille konuşuyorduk ki, insanların bizi dinlemesi, anlaması, dediklerimize katılması, fikirlerimizi benimsemesi pek kolay değildi. İşte Duygu'nun feminist hareket bakımından asıl büyük önemi burada ortaya çıktı.
1987'deki aile içi şiddet yürüyüşünden itibaren Duygu, feministlerin gündeme getirdikleri meselelere sahip çıktı. Dergisinde bu sorunlara geniş yer verdi ve meseleleri bizlerin yaptığından çok farklı, çok anlaşılır bîr dille anlattığı için de, sorunlar gündeme oturdu.
Aile içi şiddet kampanyası sırasında Duygu, dönemin başbakanı Turgut Özal'ın karısı Semra Özal ile bir görüşme yapmıştı. Semra Hanım kadın sorunlarının sahipliğine soyunuyordu. Ama, dayak konusu gündeme geldiği zaman verdiği bir cevap vardır ki... Bu çabanın boşuna olduğunu derhal görüyordunuz. Kadınca şöyle bir soru sormuştu:
"Kadınlara uygulanan şiddete karşı Avrupa ülkelerinde çeşitli önlemler alınıyor; bu konuda bizde de bir şeyler yapılması gerekmez mi?" Semra Özal'ın cevabı, mealen şöyleydi:
"Dayak meselesini, Avrupa ülkeleriyle bizde aynı gözle görmemek gerekir. Bizde bu mesele önemli değildir... Duygu, eleştirel olmak için eleştirel değildi. Ama, naif görünen bir söyleşi çerçevesinde, iki cümlede, Türkiye'de iktidar sahiplerinin kadına yönelik şiddete hangi gözlüklerle baktığını açık etmişti.
Daha önemlisi, Kadınca'nın okurları, feminist hareketin teorik dergileri olan Feminist'in ya da Kaktüs'ün ulaşmayı düşünemeyeceği kadar geniş ve aynı zamanda sınıfsal olarak çeşitli kesimlerdendi. Duygu, feministleştikçe, feminizmin geniş kadın kitlelerine taşınması, onlara maledilmesi gibi son derece zor ama, hayati bir rol üstlendi.
Bir kişisel anım da şu: Duygu, Kadının Adı Yok romanını yayınlamıştı. Kitabı, yayınlandıktan birkaç gün sonra okudum. Kadınların, kadın olmaktan kaynaklanan meselelerini, orta sınıftan bir kadının evlilik ilişkisi içerisinde o kadar yalın, ama açık seçik bir dille anlatmıştı ki, büyülendim.
Hemen ona iki satırlık bir mesaj gönderdim, "Bu kitap Türkiye feminizminin manifestosudur" diyordum mesajımda. Bilmiyorum sakladı mı? Ana; mesajı aldığına sevindiğini ifade etti.
Hatırlıyorum. Bu kitap, başlı başına, az önce Kadınca konusunda ileri sürdüğüm görüşün bir başka kanıtıdır, Kısa sürede çok satan kitaplar listesine girmesi, 50'den fazla baskı yapması, o yılların bugünkünden de geri olan fikir özgürlüğü ortamında rahatsızlık yaratması, "poşete" sokulmaya kalkışılması, bunun etrafında yapılan polemikler ve nihayet, "kadın filmleri" ustası Atıf Yılmaz tarafından filme alınması, Türkiye'de feminizm düşüncesinin, adı böyle konmasa da, geniş kadın kitlelerine malolmasının, milyonlarca kadının, kendi yaşamlarına ilk kez sorgulayıcı bir bakışla bakabilmelerinin aracı olmuştur.
Bir başka anım, birkaç yıl sonraya ait...Köln'dekî bir toplantıya birlikte davet edilmiştik. Onun davet edilme nedeni çok açıktı. Kadının Adı Yok'un ünlü yazarıydı; kadın hakları davasının yılmaz savaşçısıydı... Benim davet edilme nedenim ise çok daha mütevazı idi. O sıradaki Köln Başkonsolosumuz, benim İstanbul Üniversitesi'nden bir örgencimdi. Benim de kadın konularında çalıştığımı biliyordu; ama beni çağırma nedeni muhtemelen daha çok, eski hocaya gösterilen saygıyla ilişkiliydi.
Konsolosluk binasındaki podyuma birlikte çıktık. Ve dinleyicilere, tam da sîze şimdi anlatmaya çalıştığım şeyleri söyledik. Birbirimizden çok farklı olmamıza rağmen, ortak bir mücadelenin farklı uçlarından tutmayı nasıl becerebildiğimizi ve bunun ikimizi de nasıl mutlu ettiğini anlattık...
Dinleyicileri, belki de ufak çaplı bîr "çatışma"ya tanık olmayı beklerken böylesi bîr karşılıklı sevgi ve saygı seline tanık olmak, hem şaşırttı hem de etkiledi.
O seyahatten dönüş yolunda, Duygu, havaalanına geldiğimizde, kendisi birinci mevkîde uçarken benim ekonomik biletle uçtuğumu farkedince hemen devreye girdi ve ne yaptı etti beni de birinci mevkie aldırttı.
Sonra da pilot onu kokpite davet ettiğinde, ben de hayatımda ilk defa, onun sayesinde pilot mahallinin nasıl bir yer olduğunu görme şansına eriştim.
8u birinci mevkide uçma meselesi, benim açımdan bir de hayıflanma nedenidir. 1988'de Kassel Ünîversitesi'nin düzenlediği, sonradan 1980'lerde Türkiye'de Kadınlar başlığıyla kitaplaşan sempozyumun programını oluştururken, konuşmacılardan birinin Duygu olmasını çok istemiştim. Önce kabul etti.
Ama, sonradan, üniversite bütçelerinden finanse edilen konferanslara, zaman zaman çartırlarla gidildiğini, otelde değil, üniversite kampüslerînde kalındığını öğrenince gelmekten vazgeçti. Eğer gelmiş olsaydı, eminim kitabımız, onun adı sayesinde, çok satarlar listesine girmese de büyük prestij kazanacaktı...
Duygu ile ilgili son anım, çok yakın tarihli. İki yıl önce geçirdiği ameliyatlardan sonra, onu yaşatmak için olağanüstü bir sevgi yumağı oluşturan İnci, Duygu'yu, iki kez, artık benim de yerleştiğim Bodrum'a getirdi. Ve iki seferinde de, Duygu ile ben, birlikte denize girdik. İki küçük kız çocuğu gibi el ele tutuşarak birlikte yüzdük, yüzündeki mutluluk ifadesini sîze anlatamam.
Yaşamaktan, denize giriyor almaktan, dostlarıyla birlikte olmaktan duyulan, saf, huzurlu bir mutluluktu bu.
Ama bence, bu mutluluk ifadesinin ardında mutlaka bilincinde olduğu bir başka gerçek yatıyordu, İnandığı bir davayı sonuna kadar götürebilmiş, nice mücadelenin ardından nihayet bazı kazanımların elde edildiğini görebilmiş bir kadının haklı mutluluğu, haklı gururu da vardı bu güzel yüz ifadesinde.
Zira, 1979'da Kadınca'yı yayınlamaya başladığı günden, iki yıl önceki son yazısına kadar kadınların uğradıkları haksızlıkları, bunların neden kabul edilemez olduğunu, kadınların da insan olarak temel insan haklarına, yaşama, saygı görme, mutlu olma haklarına sahip olduğunu bıkmadan usanmadan ve üstüne üstlük, itici olmayan, tatlı, yumuşak bir üslupla anlatmış olan bir kadının, 90'lı yılların sonunda nihayet elde edilen kazanımlardan mutlu olmamasına, bu başarıda benim de payım var dememesine imkan yok.
Evet, onun bu başarıdaki payı çok büyüktür. Basın ve medyanın dördüncü, belki de en büyük güç olduğu modern siyasi sistemlerde, değişimin sağlanmasında medyanın rolü çok açık. Ve eğer Duygu, olduğu yerde olmasaydı, yaptığı işi yapmasaydı, Türkiye'de, Aile İçi Şiddete Karşı Yasa, Medeni Kanun ve Ceza Kanunu reformlarıyla kadınların elde ettikleri hakların kazanılması için daha çok beklerdik, diye düşünüyorum.
Bunu yalnız ben söylemiyorum. Bilimsel bir referans vermeme İzin verin: 2000'de New York'ta yayınlanan Zehra Arat'ın derlediği "Türk Kadın İmgesinin Yapıbozumu" adlı bilimsel derlemeye verdiği makalesinde Prof. Arzu Öztürkmen de aynı şeyi savunuyor: "Kadınca ve Duygu olmasa, feminist düşünce, dolayısıyla kadın hakları bilinci sosyal yasaların değişmesini sağlayan bir itici güç olamazdı" diyor.
Sana olan şükran borcumuzun bilincindeyiz, Duygu. Mutlu uyu. Rahat uyu. Ve gözün arkada kalmasın. Çünkü artık Türkiye'de de Kadınların Adı Var. Ve onlar bu adı korumaya kararlılar. (ŞT/BA)
* Bu yazı, Şirin Tekeli'nin Duygu Asena için Atatürk Kültür Merkezi'nde (AKM) düzenlenen buluşmadaki konuşmasının tam metnidir.