1935 yılında, ilk Amerikan Yazarlar Kongresi, New York'ta Carnegie Hall'da gerçekleştirilmiş, iki yıl sonra ikincisi düzenlenmişti. Bir hesaba göre salonda 3.500 kişi vardı ve 1.000 kişi de kapıdan dönmüştü.
Çok hareketli etkinliklerdi bunlar; yazarlar toplanmış Habeşistan, Çin ve İspanya'daki korkunç olayları nasıl karşılayacaklarını tartışıyorlardı. Thomas Mann, C. Day Lewis, Upton Sinclair ve Albert Einstein'dan gelen telgraflar okunuyor; telgraflarda, büyük gücün kontrolden çıktığı ve sanat ile edebiyatın politika olmaksızın tartışılamayacağı görüşleri yansıtılıyordu.
Martha Gellhorn, ikinci kongrede yaptığı konuşmada, "Bir yazar," demişti, "artık bir eylem insanı olmak zorundadır. Ömrünün bir senesini çelik grevlerine ya da işsizlere ya da ırkçılık sorununa ayırmış bir kişi vakit kaybetmemiş ya da vaktini çarçur etmemiştir. O artık ait olduğu yeri bilen bir kişidir. Eğer böyle bir eylemin altından kalkabilirseniz ardından söyleyeceğiniz şey mutlaka hakikati yansıtacaktır. Söylenmesi kaçınılmaz ve gerçek olacaktır. Ve kalıcı olacaktır."
Martha Gellhorn'un sözleri bugün sessizlikte yankılanıyor. Zamanımızın büyük ve azgın gücünün tanınmış yazarlar tarafından kabul edilmesindeki felaket hiç tartışılmıyor. Politika olmaksızın edebiyat olamayacağı gerçeği onlar için değil sanki. Konuşmak, ses çıkarmak sorumluluğu onlar için değil -ki politikayla ilgisi olmayan Ernest Hemingway bile hissetmişti bu sorumluluğu.
Günümüzde, realizm demode ilan edildi; her tarafta ironik bir kibir var ve yanlış bir sembolizmden de geçilmiyor. Okuyuculara gelince, onların politik hayal güçlerinin yatıştırılması gerekiyor; alevlendirilmesi değil. Zaten, umurlarında mı? Martin Amis, bunu 'Visiting Mrs Nabokov'da iyi ifade etmiştir: "Benliğin tahakkümü bir kusur değil, evrimsel bir karakteristiktir. Bu böyledir."
Evet, 'evrim'miş işte. Hepimiz, apolitik bir bene doğru evrildik, kendi içimize bakmaya ve ağız dalaşlarına yöneldik. İnsanın kendisiyle ilgilenmesinin, başkalarının hayatlarına önem verilmesinden daha önemsiz ve daha az ilginç olduğunu unuttuk.
Birkaç yıl önce, o zamanlar yeni yeni sivrilen edebiyat eleştirmeni D.J. Taylor, 'Kalem Uyuduğu Zaman' başlıklı harika bir yazı yazmıştı. Sonra bu yazıdan hareketle, 'Boş Bir Kibir' isimli bir kitap da yazdı. Kitabında, İngiliz romanının neden sık sık bir "salon gevezeliği"ne indirgendiğini sorguluyor ve yazarların, mesela Latin Amerika'daki meslektaşlarının aksine, önemli güncel konulardan neden uzak durduklarını soruyordu.
"Hakikatin yerini sessizlik aldığı zaman..."
Başlıca edebiyat ödüllerinin aday listeleri de Taylor'ın tezini destekler nitelikte. Guardian gazetesinin edebiyat editörü Claire Armistead'e göre yazarlar, "her tür cemaatçilik ve dar görüşlülüğe" karşı çıkıyorlar. Peki başka neye kafa tutuyorlar?
Armistead, Guardian Kitap Ödülü'nün, kurgu dalında olmayan üç adayının "özel bir yaratıcılık" gösterdiklerini söylüyor. Bir tanesi, kelimelerle "tamamen eksantrik" bir tarzda oynayan bir nörolog hakkında.
Bir diğeri dağlarla ilgili. Üçüncüsü de eski Doğu Almanya ile ilgili. Armistead, bu kitap ile ilgili olarak, "Ne kadar tuhaf ihtiyar bir dünyada yaşadığımızı biraz daha iyi anlamamızı sağlıyor," diyor.
İyi de, Steinbeck ya da Joseph Heller'ın yazdıkları gibi, bu tuhaf ihtiyar dünyanın kalbine giden çağdaş eserler nerede? Eduardo Galeano'nun 'Latin Amerika'nın Açık Damarları', Jonathan Coe'nun 'Amma Paylaşım' ve Timothy Mo'nun 'Gereğinden Fazla Cesaret' gibi kitaplarının benzerleri nerede?
Şüphesiz, az tanınan yazarlar tarafından kaleme alınan sayısız kitap var. Bunlar, bazen çok parlak bir şekilde, açgözlü iktidarın gölgelerini açığa çıkarıyor ve merkez yayınlar arasında gözden kaçıyorlar. Elbette, "politik" olarak yaftalanıyor ve politikayı klişelere indirgememiş ya da TV dizisi haline getirmemişlerse kimseden ilgi görmüyorlar.
Bir eleştirmenin yazdığı gibi, sosyal demokrasinin George Bush'un akıl dışı tutumu ve onun arka planındaki McCarthy'cilik yüzünden tehlikeye girdiğini söylemek "aptalca"dır.
ABD'ye uçtuğunuz anda en temel özgürlüğünüz olan özel hayatınızı elinizden alırlar, sadece isminize bakarak bile üstünüzü arayabilirler -ki Edward Said'in sık sık başına gelmiştir bu-, öte yandan FBI halk kütüphanelerinin okuma listelerini sık sık denetlemektedir.
Sovyet muhalif Yevgeni Yevtuşenko, "Hakikatin yerini sessizlik aldığı zaman," diyordu, "sessizlik bir yalandır." Bugün hiçbir yazarlar kongresi, George Bush ile Tony Blair'in söylediği yalanlar ve işledikleri suçlarla ilgili endişelerini dile getirmiyor.
Oyun yazarı David Hare'in sessizliğini bozmuş ve Harold Pinter'a katılmış olması sevindiricidir. Ne diyordu Hare: "Amerika ateş gücünü sağlıyor, biz de saçmasapan lafları."
Acil bir durum içindeyiz. Britanya hükümetinin, "ilerici" Avrupa hükümetlerine aktardığı bir belgede, Batılı güçlere egemen ülkelere saldırmaları yetkisi veren bir dünya düzeni talep ediliyor.
Altı senedir, Blair İngiliz askerlerini beş ayrı savaşa gönderdi ve daha da göndermek istiyor. "Haklar ve sorumluluklar" dediği şeyden Blair'in anladığı bu: uzak diyarlardaki insanların hayatlarını yok etmek ve böylece hepimizi tehlikeye atmak ve küçültmek.
George Orwell ne yapardı böyle bir durumda? Orwell'in doğumunun yüzüncü yıldönümünü kutlamak için çeşitli etkinlikler düzenleniyor. Katılanların büyük bir bölümü, politik bakımdan emniyette ve resmen kabul görmüş liberal savaşçılar.
Orwell 'Hayvan Çiftliği'ni ya da '1984'ü, görece özgür toplumlarda düşünce kontrolü hakkındaki öykülere çevirseydi ne olurdu acaba? Ve bu kitaplarında, şirket-devletin denetimindeki disiplinli beyinleri, liberal kontrolün görünmez sınırlarını ve imparator kıyafetlerindeki yeni modaları ortaya serseydi? Gene kutlarlar mıydı doğum gününü?
"Büyük savaşların hazırlığı sürerken," demişti Bertolt Brecht, "Kimse, 'karanlık günlerdi' demeyecek. Denecek olan şudur: Şairleri neden suskundu?" (JP/ŞE/NM)
* Açık Radyo'dan Şerif Erol'un kısaltarak çevirdiği bu makalenin tamamı New Statesman'de yayımlandı.