Kendiyle karşılaşmak çoğumuz için öyle sert ve katlanılamaz duygular içeriyor ki, yumuşak bir benzerimizi piyasaya sürüp sahalardan uzak durmak istiyoruz. Kendimize de dünyaya da dokunmazsak meselelerin yanından geçip gidebilir, onlar yokmuş gibi davranabiliriz sanıyoruz. ‘Hemen formüle edilecek ve hayata geçirilecek cümleler’in, birinin bizim için sorunlarımızı çözmesinin fazlasıyla meraklısıyız üstelik. Kitaplardan ve yazarlardan da, psikologlarımızdan ve hatta dostlarımızdan da bunu talep ediyoruz. Böylelikle esas konu neyse ona yine temas etmemeyi başarıyoruz.
Yekta Kopan son romanı Sıradan Bir Gün ile sadece hap bilgiler içeren kişisel gelişim kitaplarına değil modern çağın kendinden uzak, çelişkiler içinde kıvransa da büyük cümleler kurmayı seven insanına güçlü eleştiriler getiriyor. Okuruna yüzleşmek ve anlam oluşturmanın cesaretle bir ilgisi olduğunu hatırlatıyor. Bu vesileyle kendisiyle hem kitabını hem de içinde bulunduğumuz ‘suretler’ zamanını, yüzleşmeyi ve ‘kendin olma’yı konuştuk.
Sıradan Bir Gün’ün kahramanı Armağan Gündoğdu’nun alelade bir günde sokakta bir kadın cinayetine tanık olmasıyla kendi iç hesaplaşmasına giriştiğini görüyoruz. Kaçınamadığı bir duruma verdiği tepkiyle içindeki kuyulara bakma cesareti gösteriyor. Sıkıştığı yerden çıkmaya doğru bir adım bu, ‘kendini aşma’ya… Peki, siz bu romanı yazarken kendi yaşamınızdaki kuyulara bir fener yaktığınızı düşünüyor musunuz? Bu feneri yakacak motivasyonu başka nasıl bulabiliriz hayatta?
Kurmaca bir metin yazmaya, o metni omzuna alıp taşıyacak karakterler yaratmaya başladığınızda öncelikle kendinize bakarsınız zaten. Bu hesaplanan bir davranış değildir. Yazarın “aradığı” yerlerin başında “kendisi” gelir.
Ben de bu romana çalışmaya başladığımda, öncelikle kendime baktım. Sizin söyleyişinizle “kuyulara indikçe” daha da derine gitmem gerektiğini görmeye başladım. Sonra da uzun sürecek bir yüzleşme ve hesaplaşma dönemine girdim. Bu hesaplaşmadan yüzümün akıyla çıktığımı ya da içimdeki ikiyüzlülükten arındığımı söylemiyorum; ama sert bir yüzleşme oldu tabii.
Sadece Armağan’ın karşılaştığı bu olayla, yani bir cinayetle değil, daha pek çok durumla aramdaki mesafeyi kapattığımda nasıl biri olabileceğimi düşünmekle kalmadım. Benim için temel sorun, nasıl “böyle” biri olduğum, olduğumuzdu. “Böyle” derken ne demek istediğimi, romanı okuyanlar anlayacaktır.
Biz ne zaman bu kadar hesaplaşmalardan korkan, ikiyüzlü davranan ve daha da fenası her yanlış adımını rasyonalize edebilen canlılara dönüştük. Bütün bu hesaplar kendini aşma’yı sağlar mı bilemem, ama o sıkışmışlıktan çıkmak için bir adımdır. Ve o sıkışmışlık hali, sürdürülebilir bir şey değil. Boğuyor insanı. Siz boğulduğunuzu düşünmüyor musunuz? Bütün bu insan ilişkilerinden, sahte kimliklerden bunalmıyor musunuz? Eğer cevabınız, evet ise zaten o motivasyona sahipsiniz bence. O sıkışmışlıktan çıkmak istemekle başlıyor süreç. Buna karar verebilmekle...
Armağan bir gölge yazar. Ünlü düşünürlerden devşirdiği cümlelerle kişisel gelişim kitapları yazıyor. Bugün en temel anlamsızlık duygumuz da buralardan filizleniyor sanki. Ne yapacağımızı bilmiyoruz, bir yol göstericimiz yok ve taklit ediyoruz. Yol gösteren arama çabamız bile ‘anlam’ bulamamanın bir ürünü gibi. Dolayısıyla ‘otantik’ bir varoluşa oldukça uzağız. Yaşadığımız zamanda, üstelik herkes ve her şey çok ulaşılabilirken, ‘kendi gibi’ olmak sizce nasıl mümkün olur?
Sorunun içindeki bir noktaya takıldım. “Herkes ve her şey ulaşılabilirken” dediniz. Sizce gerçekten ulaşabiliyor muyuz? Ya da ulaştığımız kişiler ve bilgiler “gerçek” mi? Özet bilgiler, yönlendirici içerikler her an elimizin altında, bununla yetinebilir miyiz? Her an ulaştığımızı sandığımız insanların “gerçek” hallerini mi görüyoruz yoksa bir kadrajın içine sığdırılmış suretlerini mi?
Son zamanlarda sıklıkla şunu söylemeye başladım: “Lütfen biraz da kadrajın dışında kalanlara bakın”. Bilgi için de aynı şeyi söylüyorum. Bir gazete haberini ele alın, haberin sınırları ve fotoğrafın kadrajı ne ise o bize sunulan bilgi oluyor. Aradan iki ay geçiyor, bir bakıyoruz ki kadrajın dışında başka bir olay dönüyormuş. Onlarca haberin üç-beş ay geçmeden yalanlandığının farkındasınız değil mi?
Ben şimdi size bir roman yazsam, ilk elli sayfada anlattıklarımla ikinci, üçüncü, dördüncü elli sayfada anlattıklarım birbirini yalanlasa, okur olarak romanı kafama atmakla kalmaz, bu romanı basan yayınevinden ve eğer varsa öven eleştirmenden de hesap sorarsınız. Değil mi? Bu en doğal hakkınızdır. Kötü bir romana tepki göstermekte bir an bile tereddüt etmeyiz. Ama dünyanın bütün egemenleri bize on sayfada bir yalan söylüyor. “Kendi gibi” olabilmek, bu yalanlarla yüzleşmekle başlıyor belki de. Kadrajın dışına bakabilmek, hikayenin anlatılmayan bölümünü araştırmak, kendisini bize hep süslü-püslü selfie’si ile sunan siyasetin makyajsız halini görmeye çalışmak... Anlamı oluşturmak için bütüne bakmak değil, öncelikle o bütünü parçalarına ayırmak. Sonrasında kendimize ait bir bütün yaratarak kendi anlamımıza ulaşmak.
Armağan’ın çok etkileyici bulduğum bir cümlesi de var: “Ne haber/ne olsun/senden ne haber basitliğindeki hayatımı Camus pardösüsü giymiş gizemli bir karakter gibi yaşamaya çalışıyordum.” Okuyan insanlar olarak çoğunlukla ‘entelektüel oluş’u kendimize ve ‘öteki’ne dokunmamak için bir kalkan olarak kullanıyoruz galiba. Hal böyleyken nasıl derinleşeceğiz? İlişkilerde veya hayata temasımızda sizce nedir derinlik?
Bu soruların cevabını veremem. Düşündüğüm kadarıyla zihnimde oluşanları da paylaşmak istemem açıkçası. Çünkü o zaman Armağan aracılığıyla dalga geçtiğim şeyi yapmış olurum; hemen suda eriyip içilecek vitaminler gibi, hemen formüle edilecek ve hayata geçirilecek cümleler üretmiş olmak. Şunu yaparsak derinleşiriz, böyle yaparsak sığ kalırız falan demek benim haddim değil. Ama şu “ötekine dokunmamak için entelektüel oluşun kalkan yapılması” yaklaşımınızı düşüneceğim. Zihin açıcı bir yaklaşım. Belki bir gün sırf bunun üstüne konuşuruz.
Derinlik konusunu açmışken, Rita Felski’den bir alıntıyla devam edeceğim: “İnsanı okumaya yönelten güdülerden biri de gündelik deneyimlere ve toplumsal hayatın şekline ilişkin daha derinlikli bir algı kazanma umududur” diyor. Peki, gerçeklikten ziyade ‘simülasyon’larla yaşadığımız bu günler için konuşacak olursak, sizce okumak ve yazmak derinlikli olana varmayı sağlayabilir mi? Nasıl?
Okumak eyleminin zihindeki karşılığıyla, gerçeklikten ziyade simülasyonlarla yaşamak dediğiniz durumu farklı görüyorum. Belki yakınlaştırabileceğimiz noktalar vardır ama bu sadece bir zorlamayla mümkün olur. Okuma eylemi ile daha derinlikli ve kendimize ait bir karar mekanizması oluşturmak istediğimiz düşüncesine katılıyorum. Çoğu okur da bu cümleyle tanımlamasa bile, bu bakıştadır kanımca.
Benim ilgimi çeken sorularınızdaki “derinlikli olana ulaşmak” arzusu. Sanırım vasatı aşmak arzusu bu. Okumak eyleminin, “iyi okur” olmanın dinamikleri konusunda son zamanlarda elimde olan Tim Parks kitabı “Ben Buradan Okuyorum” çok zihin açıcı.
Öncelikle şunu söylüyor Parks; sınıfsal ve entelektüel bir önyargıya sahip olanlar kabul etmek istemese de, bilgece bir hayat yaşamanın edebi kurmaca okumaktan geçmeyen pek çok yolu vardır. Bu yaklaşımına katılıyorum. Ama bunu söylerken ya da sorgularken bile, yazmak eylemiyle aktarıyor düşüncelerini. Karşısındaki okurdan, yani benden, bu düşünceleri sorgulamasını ve kendi içinde tartışmasını bekliyor.
Okumak, herhangi bir konuda ortalama olan zihni bir anda değiştirmez. Ama sorgulama yapmaya başlamasını sağlar. Sözünü ettiğiniz “derinlikli olana ulaşmak” o sorgulamayla, hesaplaşmayla ve kendinle yüzleşmeyle başlıyor bence.
Aile Çay Bahçesi’ndeki Müzeyyen’in şöyle bir serzenişi vardı: ‘Aile dediğin şey bitmeyen bir mide yangını babaanne.’ Birçok öykünüzde de baba ile olan çatışma ön plana çıkıyor. Babanın sorunlu varlığı ya da yokluğu... Ve son romanda yine ailesiz bir karakterin çıkmazlarını okuyoruz. Ailenin sizin edebiyatınızdaki yerini nasıl değerlendirirsiniz? ‘Olması gereken aile’ye dair neler söylersiniz?
“Olması gereken aile” diye bir mutlak olmadığını söyleyerek başlayayım. Bir de benim en dar çerçevede ele alırken bile hem baba hem de aile kavramlarında daha geniş bir çerçeveden bakmayı arzuladığımı.
Çoğu zaman baba, kimi zaman da anne ile kurulan iktidar yapısına farklı açılarından bakmakla ilgilendim her zaman. Aynı şekilde aileden yola çıkarak daha büyük topluluklarla, toplumla...
“Kol kırılır yen içinde kalır” sözüyle büyüdük, hala aynı noktadayız. Aile için de böyle, ülke için de. Aile içindeki kötülükleri, ülkedeki hataları görmezden gelelim. Kötülüklerin, düşmanlıkların hep dışarıdan geldiğine inanalım. Aile içi şiddeti yok sayalım, baskıları yok sayalım, yalanları görmeyelim... Toplum olarak da böyle davranalım.
İkiyüzlülüğün temeli ailede atılıyor. Akşam oturmasına neşeyle gittiğiniz bir komşunuzun ya da bayramlaşma sırasında muhabbetle sarıldığınız bir akrabanızın arkasından, eve dönünce türlü laf edildiğine şahit olmadınız mı hiç? Hah, işte tam bu noktada sorunuzun cevabını vermiş oldum sanırım; olması gereken aile nedir bilemem ama en azından ikiyüzlülüğü öğretmemesi gerektiğini söyleyebilirim.
* Sıradan Bir Gün, Yekta Kopan, Can Yayınları, 2018
(BK/EKN)