*Francis Gruber'nin L'hommage à Callot adlı tablosunun görseli.
Hayatın çoğu insanın kendini tanımasıyla geçer. Yıllar boyu süren 'ben kimim?' sorunsalı içerisinde var olmaya çalışırız.
Ancak kim olduğumuz çok katmanlı bir meseledir. Tek cümlelik cevaplara sığmadığı gibi soruldukça karmaşıklaşır, bulundukça şaşırılır ve bilindikçe aranmaya devam edilir.
Varoluşçu terapist Emmy Van Deurzen yaşamın herhangi bir anında dünyada olma biçimimizin insan varoluşunun genel haritasında konumlandırılabileceğini söylüyor. Varoluşun tüm katmanlarını betimleyebilmek ve boyutlarını görebilmek için böyle bir harita hem terapistlerin hem de danışanların işine yarayabilir. Buna göre dünyada olma biçimimiz dört farklı boyutta gerçekleşir.
Bunlar: fiziksel, sosyal, kişisel ve tinsel boyuttur. Bu varoluş alanları iç içe geçip kesişebilir.
Ölümsüz gibi davranmak...
Deurzen bunları terapide kullanılabilecek bakış açıları olarak sunmuş olsa da bu dört boyuttan hangilerinden fazlaca söz ettiğimiz ve hangilerini hiç deneyimlemediğimiz ekseninde bakarsak belki hayatımızla ilgili genel bir fikre sahip olma şansımız olur. Hangi boyutlarda hangi çelişkilerle var olduğumuza odaklanarak kendimize dair derinlemesine bakışı destekleyebiliriz.
Deurzen'e göre bu boyutların hepsinde yaşam boyu temas ettiğimiz birtakım zorluklar vardır. Bu zorluklar çözümlenemez zorluklardır ve kaygı yaratırlar ancak onlara temas etmek; onları aşmak için gereken niyet ve kararlılığı sağlar. Şimdi birer birer bakalım. Varoluşçu Danışmanlıkta ve Psikoterapide Beceriler* kitabında şöyle anlatılıyor:
Fiziksel boyutta (umwelt) çevreyle ilişkileniriz. Fiziksel boyut; içinde bulunduğumuz dünyayı, bedenimizi, nesneleri, coğrafyayı, sağlık durumumuzu ve faniliğimizle ilişkimizi kapsar. Buradaki mücadele tabiat kuralları üzerinde hakimiyet kurmayla onları kabul etme arasındadır.
İnsanlar hayat boyu sağlık ve güven içinde yaşamayı planlar ancak hayat bunun yalnızca geçici olduğunu göstererek hayal kırıklığı yaratır. Ölümlü olduğumuzu bilir ancak ölümsüz gibi davranırız. Hayata karşı duruşumuzu seçmek ölümü nasıl gördüğümüzle ilgilidir.
Yani ölüm düşüncesi bizi yaşamı daha 'dolu'sürdürmeye teşvik edebilir. Buradaki ikilem faniliğin kabul ya da inkar edilemeyen sabit gerçeklik olmasıdır. Tüm kayıplar bizi bununla yüzleştirir. Yası ertelemek ya da ondan kaçınmak bizi gerçekten uzaklaştırır.
Sosyal boyutta (mitwelt) diğerleri ile ilişkileniriz. Bu alan içinde bulunduğumuz kültürü, ait olduğumuz ve olmadığımız toplulukları nasıl karşıladığımızı kapsar.
Hem kaynaşmak hem bölünmek istemek
Fiziksel ve duygusal olarak diğerlerine ihtiyaç duyarken bir yandan da onlarla anlaşma mecburiyetindeyizdir. Hepimiz yalnızlıkla, tek başınalığımızla ve hiç kimsenin 'ben' olmanın nasıl olduğunu bilemeyeceği gerçeğiyle yüzleşiriz.
Yine de diğer insanlarla bağlantılıyızdır. Onlar tarafından anlaşılmak isteriz. Diğerlerinden ayrı olduğuma dair farkındalığım olursa onları anlayabilir ve onlara saygı duyabilirim. Ancak buradaki çözülemeyen ikilem hem bireysellik ihtiyacına hem de bir bütünün parçası olma ihtiyacına sahip olmamızdır. Bir taraftan kaynaşmak bir taraftan bölünmek isteriz.
Kişisel boyutta (eigenwelt) kendiliğimizle, iç dünyamızla, karakterimizle ilişkileniriz.
Biz dayanıklı bir kendilik hissine ihtiyaç duyarken hayat bize sıklıkla zayıflıklarımızı hatırlatır. Bazen hayata dair bir kural kitabı varmış gibi davranırız, hatta terapiye bile bunun için başvururuz.
Oysa böyle bir kitap yoktur, kontrol bizim elimizdedir ve seçimler yapmaya ve bu seçimlerin sorumluluğunu almaya mahkumuzdur.
Yaşamdaki çoğu sıkıntı sorumluluk almamamız gereken noktalarda almamız ve sorumluluk almamız gereken konularda bunu reddetmemizden kaynaklanır.
Buradaki çelişki zayıflığımı ve kırılganlığımı kavradığım anda -özgürlüğüm çerçevesinde sorumluluk alarak- kişisel gücümü keşfetmemdir.
Kişisel değerler sistemi yaratmak
İncitilemezmiş gibi davrandığımız sürece insan olmanın kırılganlığı ile uzlaşamayız. Çözülemeyen ikilem ise kendi seçimimizi yapabilsek de çerçevesinde yaşayabileceğimiz değişmez ilkeler aramaya devam etmemizdir.
Tinsel boyutta (überwelt) bilinmeyenle ilişkileniriz. Kişinin hayatında olanlara bir adım dışarıdan bakabildiği yerdir. İdeal bir dünya hissi ve kişisel değerler sistemi yaratırız.
Anlam ve amaç buluruz. Değerler sistemimizin mutlak ve tüm zamanlar için geçerli olduğuna inanmak isteriz çünkü değerler sistemimiz bize doğruya ve yanlışa dair bir fikir verir.
Ancak sadece bizim tarafımızdan belirlenmiş olduklarıyla yüzleşmemiz gerekir. Absürtlük burada başlar. Genelde amaçlanan evrensel bir değer yaratmak, insan ölümlülüğünün ötesine geçmek, bir katkı sunmaktır.
Boşlukla ve hiçlik olasılığıyla yüzleşmenin karşılığı sonsuzluk arayışıdır. Amaçlanan insan faniliğinin ötesine geçmek, kalıcı bir şey bırakmaktır. Burada yüzleşilmesi gereken zıtlıklar amaç ve absürtlük, umut ve kader arasındaki gerilimle bağlantılıdır.
Elbette insanı tanımak sadece bu konulara indirgenemez ve pek çok ayrıntıyla doludur. Ancak bütünlüklü bir yerden bakmak açısından kitapta bahsedilen meselelerin önemli olduğunu düşünüyorum.
Cahillik mutluluk getirir mi?
Zaman zaman kendimize sormak faydalı olabilir; Tüm bu boyutlarda neredeyim, neyi nasıl deneyimliyorum ve hangisini hiç deneyimlemedim? En çok sıkışmışlığı nerde yaşıyorum ve genişlemek, ferahlamak için neye ihtiyacım var?
Bu büyük ve zor meselelerle nasıl temas ediyorum? Varlığımın hangi boyutunda kendimi daha rahat hissediyorum? Hangi boyutla ilgili daha içinden çıkılmaz noktadayım? Ve tekrar etmek gerekirse: 'Ben kimim?'
Bunları sormak bize ne kazandıracak? Yaşamda tıkandığımız yerleri, içinde kaybolduğumuz döngüleri ve düğümlenmişlikleri anlamamızı, bu anlayışla belki harekete geçmemizi sağlayacak. Kim olduğumuzu bilmek ulaşılması gereken bir hedef değil, yürünmesi gereken bir yola benziyor.
Bahsedilen soruların hepsini yaşamın bir yerinde bilinçli ya da bilinçsiz biçimde elbette soruyoruz. Zaten insanı diri tutanın bu merak olduğunu düşünüyorum. Bu kapsamlı araştırmaların hiç bitmediğini, bitmeyeceğini bilmek ve buna rağmen sormaya devam etmek...
Derinlemesine içsel bakışın huzursuzların işi olduğu, cahilliğin mutluluk getirdiği yönündeki genellemeye karşı çıkarak varoluştaki çelişkiler ve çözülmesi zor ikilemler hakkında fikir sahibi olmanın rahatlatıcı olabileceğini düşünüyorum.
Biraz cesaretle bakmak, bize sandığımızdan daha fazla kapı açabilir.
Varoluşçu psikoterapistler -ve diğer ekolleri benimsemiş çoğu terapist- olarak terapide yaptığımız çalışma aslında tam olarak bu sorulardan kaynak buluyor.
Danışanın içsel meselelerini anlamaya çalışırken bu boyutlar üzerinden bakmak, terapi sürecini danışan ve terapist için daha anlaşılır kılmaya yardımcı olabilir.
Deneyimlere büyüteçle baktığımız, derinlemesine betimlediğimiz, çıkmazları açmaya çalıştığımız alanlar varoluşun dört boyutundan ayrı düşünülemez.
Bu tarz büyük sorulara kapsamlı cevaplar bulabilmek zaman alacaktır. Terapi bir 'süreç' olduğundan seans odasındaki dakikalarla kalmayıp hayata yayılır. Ve insanın sadece semptomlardan değil 'bütünlük'lerden oluştuğunu unutmamak gerekir. (BK/PT)
*Varoluşçu Danışmanlıkta ve Psikoterapide Beceriler, E.V.Deurzen-M.Adams, ÇevEdit: F.J.İçöz Pan-Alethia, 2017