Bahar ayları geldi de geçiyor, gevşeyebildi mi gönül yayları? Gevşeyen yaylarla şu şıra pek karşılaşmıyorum doğrusu. Aksine sertleşen gönüllerimizde bir “baharlanamama” hali var. “Bahar depresyonu” evreni sarmalamış da, kara delikteki hiçlik hepimizi yutsa kimsenin kılı kıpırdamayacakmış gibi.
Bilim insanları geçtiğimiz günlerde evrenin yok olmasıyla ilgili yeni bilgiler verdiler. İlgili haberde; “tüm maddelere kütle verdiği varsayılan Higgs bozunu, diğer adıyla Tanrı parçacığı tarafından yayılan negatif enerji balonun patlamasıyla evrenin aniden yok olabileceği” öne sürülüyor. Tabii insan düşünmeden edemiyor, evrene gönderdiğimiz negatif enerjilerin de bunda birazcık payı var mı acaba, diye. İnsanın evrenin küçük bir modeli olduğu düşünülürse, karanlık ve aydınlık iki içgüdüden (yaşam ve ölüm) oluştuğumuz varsayılırsa neden olmasın? Birbirimize ait ve dengiz neticede. Bahsedilen negatif enerjiyi depresif zamanlarımızın öldürücü enerjisi olarak düşünürsek daha bilindik gelecektir.
İşte bu yıkıcı güç zaman zaman yükseliyor. Bahar depresyonu diye bir şeyin olup olmadığı tartışmaya açık olmakla birlikte geçiş dönemlerinin sancılı olduğunu biliyoruz. Üstelik dilediğince yaşanamayan baharlar hoyrat yazlara, öfkeli kışlara dönüşüyor. Dolayısıyla depresif de olsa baharları kaybetmemeli. Zaten depresif duygunun yoğunluğu biraz da, ılık değil de yazmış gibi sıcak, kışmış gibi soğuk baharın kafa karıştırıcılığından besleniyor. Bahar dediğimiz mevsimin kontrollü bir geçiş sağlayacak kadar ılık olmasını bekliyoruz. Ve tabii baharın o ılımlı, yumuşak yapısını kaybedişiyle birlikte ruhsal dengelerimiz de hata vermeye başlıyor. Yormayan mevsim şartlarına ihtiyaç duyan metabolizmamız buna erişemediğinde bocalıyor. Benzeri psikolojik durumumuz için de geçerli. Zıt kutuplu duygu durumları çoğaldıkça çatışmalar artıyor. Çatışmalar arttıkça baş etmek için daha fazla güç ihtiyacı doğuyor. Bu güç nereden sağlanacak? Ruhsal güç kaynaklarımızdan, yani içsel zenginliğimizden... Aile, sosyal çevre ve arkadaşlıkları da dahil edebileceğimiz güven ittifakını da es geçmemek gerek. Bunlar olmadığında boşluğa yuvarlanmak daha çekici, boşluğun kendisi daha tanıdık oluyor.
Kierkegaard, Ölümcül Hastalık Umutsuzluk’ta şöyle diyor: “İnsan sonsuzluk ile sonlunun, geçici ile kalıcının, özgürlük ile zorunluluğun bir sentezidir, kısaca bir sentezdir.” Buradan bakarsak insanın tutarlı bir varlık olmasını beklemek belki de başlı başına bir çelişkidir. Gittiğimiz terapilerle, okuduğumuz kitaplarla, izlediğimiz filmlerle veya hepsinden bağımsız olarak var olduğumuz sosyal çevre ile bir kimlik içerisine yerleşmeye çalışıyoruz. Ancak içsel tutarlılığı koruyacağız derken nasıl oluyor da kaskatılaşıveriyoruz? Hakikaten bir sentez olduğumuzu kabul etsek biraz rahatlamaz mıyız?
Hayatı çoğunlukla siyah ya da beyaz görmek, yani sınırların keskin olması bizi birtakım deneyimlerden de alıkoyuyor. Örneğin karanlık tarafın ya da Freud’un deyimiyle Thanatos’un etkisi altındayken yaşamak, üretmek, çoğalmak isteyen tarafımız baskılanıyor. Karanlık öyle güçlü oluyor ki en küçük ışık huzmesine tahammülü yok. Melankolik ruh halindeki kişi kendisini sadece o ruh halinden ibaret zannediyor. Ve bu güçlü duygudayken de yeni bir deneyimin, tersi yönde bir eylemin içine giremiyor. Ya her zaman yapıp ettiklerinde kilitli kalmaya devam ediyor ya da onları da bırakıp ‘hiçlik’ haline teslim oluyor. Tıpkı negatif enerji balonlarının patlamasıyla karadeliğe yani hiçliğe yuvarlanmaya başlayan dünya gibi insan da kendisini olumsuzlukların kucağına bıraktığında ‘boşluk’ hissiyle dolup taşabiliyor. Oysa hayat çoğunlukla keskin çizgilere müsaade etmeyecek kadar kaygan, esnek hatta geçişken. Hayatta siyahı ve beyazı koyulaştırdıkça, “Bu böyle olacak!” dedikçe zorlanma oranımız artıyor. Diğer seçenekleri de görebilmek için renkleri sadece birazcık seyreltmek bile işe yarayabilir.
Tüm bunlarla birlikte bir de evrenden bize bir şeyler vermesini bekliyorsak vay halimize! Evrenin bizlere herhangi bir vaadi yok. Aynı maddeden oluşan varlıklarsak; bir şeyler beklemek yerine ondan bir şeyler öğrenmeyi denemekte fayda var. Kendi dengesini nasıl sağladığını anlamaya çalışırsak kendimizi anlamayla ilgili de yol kat edeceğimizi sanıyorum.
Konumuz ‘bahar depresyonu’yken onunla baş etmenin yollarından bahsetmeden geçmek olmaz. Depresif ruh halinin etkisini azaltmak biraz da kendimizden çıkıp dışarıya, diğerlerine ve dünyaya bakabilmeyi gerektiriyor. Kastettiğim kendimizden kaçmak asla değil. Eğer depresif duygular akın akın geliyorsa bir bildikleri vardır diye düşünüyorum. Dolayısıyla en başta onları anlamaya çalışmak, sonra da onların boyunduruğunu kırabilmek gerekiyor. Ve elbette gerektiğinde uzman desteği almak! Mevsimin geçişiyle gelen hafif depresif ruhlarımızı ise belki biraz daha sanatla, edebiyatla,doyurucu uğraşlarla doldurmakta fayda var. Doyum sağlamanın yolları son derece kişisel olduğundan örnekler çoğaltılabilir. Bahar temizlikleri nasıl tazelenme yaratıyorsa, bazı kitapların, filmlerin, seyahatlerin ve insanların da benzer tazelik hissini yarattığını düşünüyorum. Üzeri tozla kaplanmış yaşam enerjimizi parlatıp tekrar ortaya çıkarabiliyorlar.
Mevsimle uyumlanabilmek için onu tanımalıyız. Küresel ısınmayla birlikte iklimin değişen yapısını anlamak hayatımıza teknolojinin aşırı nüfuzuyla dönüşen yapımızı anlamaya oldukça benziyor. Bazen İstanbul’un iklimini tanıdığını fark etmek için Antep’e gitmek gibi; içinde bulunduğun ruh halini görmek için de uzaktan bakmak, bazı vasıtalar yoluyla bakmak gerekiyor. Böylelikle baharlar, geçişler, dönüşümler daha az kabuslu yaşanabilir. (BK/AS)