Çok kere anlatılanı
bir kere daha dinlemiyorsun
onca gülün diktiği gömlek
neresinden sökülüp kanar
ilmeği ne sanıyorsun?*
Faillerle mağdurların torunlarının, büyüklerin arasında bir zamanlar yaşanan/yaşatılan "büyük felaket"le ilgili cepheden yüzleşmelerin beklendiği bir çağ telaşındaki "pişkinlik" ve yavuz hırsızlık; üzerinde ısrarla durulması gereken bir yeni durum. Yeni bir durum derken, aslında yeni de değil, eskinin allanıp, pullanıp yeniden tezahürü demek belki de en doğrusu...
Midyat'a 20 kilometre mesafede Turabdin dağlarında, kara yolundan baktığınızda yumuşak eğimli tepenin üstüne konumlanmış bir eski zaman mekanı, dini ibadet merkezi Mor Gabriel Manastırı.
Milat sonrası dördüncü yüzyılda kurulmuş. Sakinleri 1.600 yıldır orada, o mekandalar, tek tanrılı dine inanmaya başladıklarından beri. Öncesi de var elbet. Yüzlerini güneşe dönüp ibadet ettikleri zamanlarda da ordaymışlar. Zaten manastırlarını da bir güneş tapınağının üzerine bina etmişler...
Doğunun, Yukarı Mezopotamya'sında bir organik kültürün inadına bekçileri, temsilcileri. İsa'nın son kuşları, onun dilinden (İsa) konuşmakla kalmayıp ibadetlerini de İsa'nın dilinden yapan bir kadim uygarlık Süryani kavmi. Kimileri bugünkü azlıklarına bakakalıp hüzünkar bir efsunla "Anadolu'nun solan rengi" diye yakıştırsa da asıl rengin orada olduğu bir gerçeklik Kadim Süryaniler...
Yıllar önce Deyruzahfaran'da Süryani Metropolitin odasında sohbet ederken manastırın ziyaret defterine yazılan bir cümleden söz etmişti metropolit: "Çok etkilendim. Bir de Allahlarımız ayrı olmasaydı keşke!" Sanırım hikayenin sırrı bu sözlerde. Tanrıların ayrı olması! Ya da ayrı tanrılara inanıldığına inanmak! Ayrılık; uzak düşmek ve karşı olmak sebebi mi, elbette değil. Ama kurgu bu...
Bir süredir, Midyat'taki Mor Gabriel Manastırı'nın salt duvarları, taşları değil; sakinleri Süryaniler de tedirgin. Niye tedirgin olmasınlar ki! Daha düne kadar bayramlarda, seyranlarda rahatlıkla, çat kapı kiliselerine gelen, çaylarını kahvelerini içen, hatta sohbetlerinde "Fille yê me!" dedikleri komşuları, kendilerini mahkemeye vermişler. Mahkemeye vermekle kalmamış işi "tehdide" de vardırmışlar.
Gerekçe, binlerce yıldır kullanılan ve manastırın neredeyse arka bahçesi sayılan manastır çevresinin manastır sakinlerince ihata duvarıyla manastıra dahil edilmesi. Manastır çevresindeki dört köyün Müslüman sakinleri uzun yıllardır alışmışlar ya manastırın çevresindeki alanı mera olarak kullanmaya. Kendilerince artık "kazanılmış" bir hak gibi telakki ettikleri "fiili durumun" devamını istiyorlar. İşte bütün mesele...
Aslında bu durumun ayak sesleri epeycedir hissediliyordu. Yeni, değil yani! Bölgede son otuz yıldır yaşanan şiddet iklimi, şiddetten beslenen farklı bir savaş rantiyesi yarattı. Paydaşlardan bir kesimi, görünür bir kesimi, koruculuğu kabul edip silah kuşananlar. Boşaltılan Kürt köylerinin metazori yeni sahipleri! Bütün bir bölge düzleminde köylerine dönen eski Kürt sakinlere nasıl tahammülsüzlük gösterip kurşun sıkıyorlarsa, diasporadan köyüne dönüp evini yapmaya yeltenen Süryani'ye de aynı önyargı ile bakıyor, dönmesin istiyorlar.
Bütün yaşananlar bunun yansıyan bir şekli gibi. Egemen devletle içli dışlı yöresel feodal otoritenin bölgeye dönüş yapan ve köylerini, evlerini yeniden onarıp, ayağa kaldıran ve adeta "kötü örnek" olan Süryani toplumunun fertlerinin, Kürt köylülerin de gözlerini açacağından, talepkar olacaklarından yana duydukları rahatsızlık, duydukları tedirginlik...
Geri dönüş için "Avrupai" ruh yansıtan diaspora Süryanilerinin ayak sesleri belli ki devletin riyakarca bütün çok dinli, çok kültürlü bağrışmalarına rağmen kimilerince rahatsızlık sebebi. İstedikleri kadar Süryaniler "İslamiyet açısından Mesid-ül Aksa ne denli önemliyse biz Süryaniler açısından da Mor Gabriel o denli kutsal" desinler, kimin umurunda.
Yıllar önce Savur'un Süryani köyü Kıllıt'a (Dereiçi) dostlarla gitmiştim. Daha önce de bir vesileyle paylaştım. Köyün muhtarı Cercis'le suyun başında köyün o yıllardaki Şarap Fabrikasının üretimi Süryani şarabıyla demlenirken köyden yükselen ezan sesi dikkatimi çekmişti. Sormuştum muhtar Cercis Yüksel'e; "Hayırdır muhtar benim bildiğim sizin köyde Müslüman yoktu!"
Muhtar ince bir ironiyle yanıtlamıştı: "Doğrudur. Köyde Müslüman yok. Ama Diyanetin işi işte! Bir cami yaptılar Süryani köyüne. Bir de imam atadılar. Biz de imam efendiye ayıp olmasın diye arada bir gidip arkasında saf tutuyoruz, ne yapalım!"
İşin açıkçası bugün Turabdin Metropoliti "sanık" konumunda. Binler yıldır kendilerine ait olan topraklarına sahip çıktıkları için. Feodal yapının muktedirleri bölgede az kalan Süryanilere diasporadan yeni sakinlerin katılmasını bir yana bırakın, hali hazırda yaşayanlara da gözdağı olsun, "hadlerini bilsinler" ve kaçıp gitsinler diye bir garip "dava" sürdürüyor...
Ne mi yapmalı?
Kanımca iki örgütlülük gerekli...
İkisi de aslında bir süredir yapılıyor. Yetmez! Israr edilmeli.
Biri Süryaniler açısından, şart! Bugüne kadar Süryaniler kendilerini salt dini ve otantik inanç kültürleri üzerinden tanıtma ve varlıklarını sürdürme telaşı içinde oldular. Zaten Süryani kilisesi ve din adamları da kilise üzerinden yürüyen Süryanilerin dışındaki toplumla dini motif temelli ilişkilerden memnun bir görüntü arz ettiler.
Ama bir süredir gerek Midyat'ta gerekse İstanbul'da Süryaniler sivil toplum örgütlerini kurdular. İstanbul'da Mezopotamya Kültür ve Dayanışma Derneği (Mezo-Der) ile Midyat'ta Midyat Süryani Kültür Derneği kuruldu. Bu iki örgüte karşı, örgütlerin bütün çabalarına rağmen, Süryani toplumu içindeki ruhaniler ve kilise diğer bütün inanç temelli karşı duruşlarda olduğu gibi egemenliklerini paylaşmak istemeyip ilan edilmemiş bir blokaj uyguluyorlar.
Oysa Süryani Sivil Toplum Örgütçülüğünün gelişmesi gerek. Bu hem bölgede hem de genel olarak Süryani toplumuna yönelik yaşanması muhtemel sıkıntıların önünü de keser. Bir başka açıdan dünyaya açılan farklı bir sivil yüz oluşur düşüncesindeyim.
Nitekim bunu fark etmiş olacaklar ki bu iki sivil toplum örgütünün yöneticileri yaşadıkları şehirlerden belediye meclis üyeliklerine de soyunmuşlar. İyi de etmişler, dilerim seçilirler. Ayrıca kilise üzerinden bir toplumun sadece inanç ve ibadet temelli yansıyan yüzünün yanında, sivil dünya üzerinden de Süryani toplumunun tarihi, kültürü, yaşam biçimi ve benzeri özellikleri bu örgütlülüklerle yansıtılmış olur.
Diğeri ise belki en az ilki kadar önemli. Süryani olmayanların Süryani toplumuna sahip çıkmaları! Tam da "özür dileme" mevzuu ülkenin gündemindeyken! "Mor Gabriel'e Dokunma" kampanyasında olduğu gibi, duruşmalara ve Süryanilerin yaşadıkları mekanlara görünür bir temsiliyetle katılma gibi, bölgedeki Süryanileri Kürt siyasal temsiliyetinin en zirvesindeki şahsiyetleriyle ziyaret ederek yapılıyor zaten.
Bir süre önce Midyat'ta bir vesile ile davetli olarak katıldığım bir panelde dile getirmiştim. Şimdi kadim coğrafyada ev sahibi ve çoğunluk konumunda olanlar, organik kültürün son ürkek kuşları Süryanileri en iyimser kabulle "turistik meta unsuru" gibi değil en az kendileri kadar kendilerinden sayıp aileden biri gibi sahiplenmek durumundalar. Yoksa ülke tam da bir grup haysiyetli aydının özür dilediği bu günlerde yeni özürlere ihtiyaç duyar. Aman duymasın / duymayalım, benden söylemesi...
"Göz göze geliyoruz:
Ben bunları söylüyorum
O bir şey söylemiyor"* (ŞD/TK)
* Murathan Mungan. Bazı yazlar uzaktan geçer. Metis Yayınları. Şubat 2009. İst.