En belirgin yanıyla tecrit, hazırlayıcı ve uygulayıcı açısından, -dışarıyı da kapsayacak şekilde- radikal muhalefet paradigmasına dönük stratejik bir tenkil yöntemine dönüşürken, tecrite karşı direnç gösteren odaklarda ise, insan hakları mücadelesinden, işçi sınıfının iktidarı mücadelesine kadar varan karmaşık bir satıhta, mühim bir dönemeç, boşa çıkarılması gereken bir risk eşiği olarak anlam buldu.
Zira tecrit, ince bir tahkimattan süzülen, cezaevinin coğrafi sınırlarını çok aşan, çok bileşkeli bir rejim olarak tasarlandığında, karşısında yaşam bulan direnç de, o oranda hatta biraz daha fazla- bir rejim halini aldı. Bu rejimin başat argümanı olan iki ölüm orucu eyleminin (96 ve 2000) bilançosu ve kapsadığı zaman aralığı da direncin rejimleştiğini destekler nitelikte. Tecrit karşıtı mücadele, zaman zaman yükselen ve azalan tansiyonuna karşın, kimi zaman hapishanelerdeki mahkûmların fiili tavırları ve tutuklu ailelerinin çabaları derekesinde, kimi zaman ise, hatırı sayılacak ve toplumsal olma vasıflarına varan muhalefet birliktelikleri ölçüsünde yaşam buldu. Ama asıl önemlisi, hapishane konusu eşiğinin çok yükseğinde bir politik sosyalleşmeye, bir kolektif siyasal kültür deneyimine neden oldu.
Bununla birlikte, tepkinin siyasallaşması sürecinde, çeşitli muhalefet kesimlerinin, yaşadıkları içgörü sonrasında benlik algılarında gerçekleştirdikleri restorasyon, birbirleri arasındaki benzerlik ve ayrılıkları yeniden gözlemlemelerine yol açarak, kimi benzerlik ve farklılıklar için de pekiştirici oldu. Muhalif unsurlar arası eş dost, akraba tanımlamalarının tazelenmesine, yeniden düzenlenmesine vesile oldu.
Bu bağlamda tecrit gündemine nesnel olarak değil, kendini rahatsız eden yönleri itibariyle, kendi siyasal molekülleri arasındaki boşlukları doldurduğu siyasal bir harç olarak yaklaşma türünden bir tutumu deneyimledik. Buraya, yazının sonuna bağlayacak şekilde ara verip, tecridin politiğine bakmakta fayda var.
Tecridin politiği
Hazırlığı ve geçirdiği evreleri ile, muhatapları ile, politik bir çelişkinin varabileceği en uç nokta olan kitlesel ölümleri ile aşırı politikleşmiş bir gündem olan tecridin, mimari, hukuki, psikolojik yaklaşımları kapsayacak bir politik algıdan mahrum olarak değerlendirilmesi, onu bir rejim olarak kavramaya yetmiyor. Bağlamı, iktidarın siyasal paradigmaları dışına çıkmışlar ile, radikal siyaseti, gelişmiş entelektüel yöntemlerle tenkil etme (devamında hedefleri çok daha ileri genel bir tahakküm istikrarı elde etme) hevesindekiler arasındaki bir muharebe sahası olarak adlandırmakta herhangi bir beis yok.
Bu adlandırma, taraflardan, yasalara karşı belirgin bir ret tutumu içinde olanın, savaş söylemi ile hareket etmesini de anlaşılabilir görmeyi gerektirir. Taraflardan diğerinin yasalardan müteşekkil olması, informal ve aleni bir savaş söylemi kullanmasının önüne engeldir. Yoksa, mahkumların siyasal inançları uyarınca tedarik ettikleri kolektiviteye dönük basbayağı bir harbe giriştiği, iktidara biat ettirmek üzere, mahkumların ideolojik ideallerine sıkı bağlılıklar tesis ettikleri ortak yaşamlarına dönük pekala ağır bir müsadereye kalkıştığı gayet açıktır. Bu durumda akademik cenahta rahatsızlık uyandıran mahkûmların dilindeki savaş söylemini, hak verip vermeme münakaşasından bağımsız olarak yadırgamamak gerekir.
Bir disiplin olarak psikolojinin, tecrit kurgusunun müsadere kudretinin yetkinleşmesinde oynadığı belirleyici rol, dahası, tecridi rahatlıkla psikolojik bir infaz konsepti olarak adlandırmamıza neden olan ürkütücü kodlar, ve tutukluların yaygın tanımı uyarınca hapishanenin genelkurmayı görüntüsü ile, F tipi hapishanelerde tecrit rejiminin selametini sağlamakla görevli psikologların üzerine mesai yaptığı spesifik iş, başta psikologlar olmak üzere, herkesi, salt tecrit uygulamalarının sonuçlarının sakıncaları ile değil, nedenleri ile, yani politiği ile yüzleşmeye itmektedir.
Zira, duyu ve algı kaynaklarının sınırlandırılması, uyarımların seyreltilmesi, psiko-sosyal yoksunluğa maruz bırakma, tretman uygulaması gibi mahkumların ruh sağlığını en ağırından tehdit eden riskler, tecritin bahsi geçen politiğine ilişkin birer teknik tartışmadan ibarettirler. Bireyin mevcut yaşına gelene kadar sahip olduğu değerleri açık bir risk altında bırakan, kişiliğindeki asli unsurlara yönelen bu örüntünün, iktidarın siyasal düzleminin dışında olan mahkûmu yalnızlaştırıp dirençsiz kılmak, kişiliksizleştirip pişman kılmak ve taşıdığı ideolojik bütünlüğü etkisizleştirmek dizgesindeki seyri, iktidarın politik zafer çabasının fizibilitesinden başka şey değildir. Bu noktada salt sonuçla ilgilenen akademik-mesleki hassasiyetin ve paçasından rahatsızlık verici şekilde çekiştirildiğini hissettiği için, kendi varlık nedenleri üzerinden kıpırdama gereği duyan kesimin, başını çevirdiğini gözlüyoruz
Yeni genelge
Daha önce bağlamak üzere, ara verdiğim noktaya, bu baş çevirmenin en güncel yeri ile devam edelim. Kamuoyu, Adalet Bakanlığının 21 Ocak tarihinde yayınladığı ve tecrit sisteminde pek sınırlı iyileştirmeler öngören genelgesini, uygulamadaki kuşkular bir yana, hak ettiği hukuki, politik belirleyeciliğin çok ötesinde bir algı ile karşıladı. Tecridi tarif etme ve tavır belirleme konusunda kabaran damar, yerini, düşen bir ivmeye, bir rahatlamaya, bir vicdan boşalmasına, tarif ettiklerini unutmaya bıraktı. İyi ama, genelgenin, yalnızca belirli hükümlere bağlanmak şartıyla, birlikte vakit geçirme zamanını arttırmayı öngören hükmünün, tecridi bir bütün olarak ortadan kaldırır nitelikte olmayışı gün gibi ortadayken, bir anlayış olarak terk edilmeyen tecrit halen uygulanmakta iken, tecrit, insanların üçer ya da tek kişi olarak kapatılması gibi bir uygulamanın çok ötesinde bir rejim iken, eni sonu, gerek mesleki ve akademik tarafın, gerekse de tecrit karşıtı muhalefet unsurlarının daha önce tarif ettiği şekliyle, ancak çok daha geniş yasal düzenlemeler ile ortadan kalkabilecekken, bu sükuneti neye bağlamalı?
Ortada bir tutarsızlık olduğu kesin. Kamuoyunun-bilhassa sağlık çalışanlarının ve hukukçuların- genelgeyi hatalı yorumlaması, tecrit kavramı üzerine yapılan bunca etütten sonra olası değil. Paçasından çekiştirilmeleri nedeniyle, gerçekleştirdikleri içgörü sonrası, kendi öz siyasal eksikleri uyarınca tecrit karşıtı tavır belirleyenlerin, paçalarının özgür kaldığını söylemek yanlış olmaz sanırım. Öyle ya, insanları rahatsız edenin, bir bütün olarak tecrit değil, ölüm sınırına yaklaşan oruç eylemcileri olduğu da çıplak gözle gözlenebiliyor. Medyada artık yer bulmakta zorlanan tecrit başlığı altındaki haberlerin de, genelgenin irdelenmesinden, uygulamaların takibinden çok Behiç Aşçının tedavi süreci üzerine yoğunlaştığı düşünülürse bu kesimlerin vicdan travmasının gerçekte hangi noktada yoğunlaştığını kestirmek güç değil.
Doğru, çoğu kez, Lucretiusun meşhur efelenmesi (Ölümden korkacak ne var; ben varken o yok, o varken de ben yokum), ölümü tolere etmemize yardımcı olurken birilerinin çok yakında bir yerde, o varken de var olarak an an ölmesi, ölümle birlikte yaşamaktan imtina etmemesi, çoğu kesimin siyasal evsafını da, vicdanını da, ferasetini de darmadağın etti. Sonra, bu kesim, içgörü geliştirerek, esasen konu itibariyle değil, kendisi itibariyle süreçle temas etti; müdahil oldu. Velhasıl, genelgeyi olumlu bir adım olarak gören eylemcilerin eylemlerine ara vermesi sonrasında da, yükselen tansiyonlarını dengeleyerek, mahallelerine döndüler.
Oysa ki, belki bir başka yazıda, uzun uzun yazmak gereken ve tecridi, çok kısıtlı müdahalelerle halel gelmeyecek şekilde güçlü bir rejim yapan hüküm ve uygulamalar olduğu gibi dururken, süreç, tecritin bir anlayış olarak terk edilmesi için, insan onurunun kaldırmadığı bu ifadenin yaşamlarımızdan bütünüyle çıkması için kamuoyunu tutarlı olmaya itmiyor mu? (OG/EK)
____________________________________
* Onur Gülbudak/Psikolog