*6 Kasım 1983'teki seçimler, Fotoğraf: AA arşivi
Beklenti ve arzu arasındaki etkileşim, hayal kırıklığının kozasını örer. Çoğu zaman, arzulayıp içimizde beklentiyi örgütlediğimiz şeyin gerçekleşmemesi hayal kırıklığı için yeterli gibidir.
Ne var ki, toplumsal sistem, geç modernite/kapitalizm... adını ve tarifini farklı koyabileceğimiz, ama ne olursa olsun kuşatıcı bir formda hayatımızı etkileyen majör aygıt, yaşamdan tam olarak neyi bekleyebileceğimizi, neyi ne kadar umut edebileceğimizi bulanıklaştırır. Çünkü bu aygıt, hem hayali hem gerçekliği, hem özgürlük ihtiyacını hem de özgürlüğün sınıfsallığını biri diğerini ezip geçmeyecek şekilde denge içinde üretip yönetir. Böylece yapay/sahte benlikler oluşturur ve dahası bireylerden-örgütlerden sahte benlikler talep eder.
Aslında beklenti, umut ve arzu birbirine benzer görünen farklı motiflerle çalışır. Arzu, istem gücüne dayanır; eylemcidir. İstem istasyonu ile sonuç istasyonu arasındaki mesafe çok kısadır, bu yüzden arzu devrimci dinamiktedir. Arzulayınca -metaforik manada- bağırırız, eyleme geçeriz, risk alır ve arzuladığımız sonucu elde edeceğimizi umarız. Zira, bebekken memeyi/biberonu arzuladığımızda bağırıp sonuca ulaştığımız güçlü bir referansımız vardır. Arzuya dayalı eylem, hoyrat, narsistik, bencilce görünebilir. Ama arzusallığın ardındaki istenilen şeyi acilen elde etme ihtiyacıdır. Bu yüzden eylemi değil, arzuyu konuştuğumuzda gerçek manada siyasallaşabiliriz.
Arzu gerçekleşmediğinde, istemin tatmine çıkamaması sonucu hayal kırıklığı üstümüzde boğucu bir kümülüs gibi kapanır. Hareketlerimiz ağırlaşır; özne arzusunun nesnesini kaybeder. Bazen bu ağırlıktan sıyrılmak için sonucu inkâr eder ve bir süre, işlerin "öyle" olmadığı, aslında kazanmış sayıldığımızı düşünmek isteriz.
Bazen arzuladığımız şeyi elde edemeyeceğimizle ilgili kesin kanıtlar ya da güçlü kanaatlar vardır. Örneğin ırkçı bir siyasal figür desteklediğimiz siyaseti domine ettiği halde, hâlâ demokratik bir seçeneğin açık olduğuna inanabiliriz. Bu yaşamını kaybeden kedimizi ara sıra evin içinde görmemizden çok farklı değildir. Bunun sebebi, ne bizim siyasal itikatimizdeki eksiklik ne de aymaz bir karakter olduğumuzdur. Olan, arzunun baskısı nedeniyle gerçekliği sınamanın zorlaşmasıdır.
Yapay benlikler birer arzu üretme fabrikasıdır ve arzularımız ile sonuçlar arasındaki çelişkide güçsüz düşeriz. Objektif ya da sübjektif nedenlerden, mesela demokratik olmayan seçim sisteminden, eşit olmayan yarışma koşullarından ya da öngörüsüz politikalar uygulamaktan ötürü planlarımız tutmaz, uğraşlarımıza yaptığımız duygusal yatırım sıkıntı veren bir belirsizliğe dönüşür.
Beklentilerimiz ise duygularımızın agorasıdır. Arzuya dayalı beklentiler bu belirsizlikte yalnızlık üretir. Yalnızlık aynı zamanda üretilen bir şeydir. Hal böyleyken, çok bağırdığımızda biberonu elde ettiğimiz zamanlardaki gibi yeterince çok istersek, arzu ettiğimiz şeye yeterince çok özlem duyarsak, onu elde edeceğimizi düşünürüz.
Ne var ki belirsizlik ve hayal kırıklığı siyasal çelişkilerde kaçınılmaz gibidir. Burada hayal kırıklığını yatıştıracak şey, daha çok çaba sarf edilirse işlerin iyi gideceğinden inanmak değil, hüzünlü iken agâh olabilmektir. Aslında hayal kırıklığı akıllıca bir hüsran yaşamamıza fırsat verir. Hayal kırıklığı ile umut arasında, ilk bakanın tersine pozitif bir ilişki vardır.
Öyle ki, umut bizi arzumuzla demokratik bir ilişki kurmaya sevk eder. Arzunun libidosunu kabul eder fakat arzunun yasasıyla yönetilmez. İstemi düşünsel süzgece yönlendirir. Umut her şeyden önce arzuyu da içine alacak bir düşünme sürecini ifade eder. Umut ettiğimizde, sınamaya başlarız ve bu sınama umut ettiğimiz şeyin gerçekleşmeme ihtimalini düşünmeyi de gerektirir. Mesela, umutlarımızın gerçekdışı olduğunu gördüğümüz yer, iki'nin sahnesinde üçüncü bir seçenek oluşturabilmenin de önkoşuludur. Hayal kırıklığı bu sahnede pozitiftir.
Arzu, umudun üstünden atlayarak beklentiyi örgütlediğinde, meşhur "umutların boşa çıkma durağı"nda ineriz. Umutsuzluğu takip eden acıdan uzak kalmak için ise ya umarsızlığa yöneliriz ya da birilerinin hüsranımızın sorumlusu olduğuna ikna olmaya çalışırız. Umut sürecinden hayal kırıklığına çıktığımızda ise umuda meyletmiş arzu ile yeniden buluşma ve kendimizi örgütleme şansı buluruz.
Seçim süreci temel siyasetten çok, arzu üzerinden ilerliyor. Ne var ki, bugün ahlak, tarafların kendi ihtiyaçlarının, dahası arzularının karşılanma talebiyle, bu taleplere dair üretilmiş doğrularla, aldatıcı benliklerle malul. Ve üretilmiş rıza da olsa, manipülasyonla oluşmuş da olsa, kitleler arzularının gerçekleşmesini ahlaki bir mesele olarak görüyorlar.
Tarihin her döneminde, özellikle yüzyılın başından yakın tarihe kadar etkili olan kurtuluş-özgürlük talebi/fikri, aldatıcı benlikler için üretilmiş arzuların gerisinde kalıyor. Bu durumda, bahsedilen arzuların dayanıksız olduğu, -söz gelimi- hayatın pahalı olduğu, ülkenin güvenli şekilde yönetilmediği, yerli otomobil üretme iddiasının yalan olduğu gibi argümanlar kitlelerin üretilmiş arzusuna takılıyor. Zaten bu arzular yalnızca tatmin istiyor ve tatmin gerçekleştiği an kendini imha ederek yerini başka bir üretilmiş arzuya bırakıyor. Ve günümüz iletişim olanakları geniş kitleler için kesintisiz tatmin fantezisi üretmeye muktedir.
Şimdi, zurnanın ne diyeceğini bilemediği yer şu ki, güçsüz kitleler için üretilmiş rızalar/arzular olduğunu kabul ediyorsak, belli bir bilince erişebilmiş "diğer" grup için de belli bir arzunun üretilmiş olabileceğini düşünmek durumundayız. Sanırsam, Kılıçdaroğlu şahsında üretilmiş arzunun bizi, kendimizi örgütlemekten uzaklaştırdığı sahnedeyiz. Bu yüzden hayal kırıklığı acı veriyor.
Tutumlarımız da acıdan kaçınmak ile aynı arzuyu daha çok istemek arasında gidip geliyor. Şu durumda, Kılıçdaroğlu'nun ilk turda kazanamaması ayrı; ikinci tur öncesi yoğun milliyetçi argümanlara yönelmesi/ırkçı gruplarla ittifak kurması ayrı; 2. turda kazanamayacak olma ihtimali ise ayrı ayrı hayal kırıklığı dinamikleridir. Hayal kırıklığının domine ettiği aldatıcı benlik kendimizi görmemizi, kendimizi örgütlememizi engelliyorsa, Kılıçdaroğlu sembolizasyonundaki arzumuzu tartışmaya başlayabiliriz. Öyle ki, Kılıçdaroğlu kazansın diye değil, Erdoğan gitsin diye üretilen rıza bu gerçek benliğimiz ile aldatıcı benlik arasındaki sıkışmışlığımızda yetersiz kalıyor.
Politik-duygusal eleştirellik, mükemmel olmadığını bildiğin bir şeyi kabul etmeyi ve ona yaptığın duygusal yatırımı kaybetmeyi birlikte göze alır. Bu kabullenişle, hem içimizdeki -geçmiş- ideallerin (fikir, imaj, ütopya...) kaybını yaşarken, yatırım yaptığımız nesnenin gelecekteki kaybını da kabul ederiz. Bu, hayal kırıklığının pozitif, hatta devrimci bir mana almasının koşuludur.
Birinci tur için arzularımızın umudumuzun önüne geçtiği kanaatindeyim. Bu yüzden hayal kırıklığını kucaklamakta zorlandık. Şimdi ise mükemmel olmadığını bildiğimiz şeyi kabul edebilmek noktasında değiliz: Son sahnede, kabul edilebilir olmayan şeyleri (ırkçı argümanların, antidemokratik protokollerin) kabul etmeyi denediğimizde sıkışıyoruz.
Kanımca, umarsızlıktan değil de eleştirel nedenle oy kullanmayanların endişesi bu yönde. Politik bir umut yerine arzu ve beklentiye dayalı bir siyasetin bizi gerçek benliğimizi inşa etmemizden uzaklaştırdığı, kırılganlaştırdığı ve edilgenleştirdiği gerçeğinin seçim sonucundan daha önemli olduğu göz ardı edilebilir bir eleştiri değil.
Kapitalist modernite, iktidar temsillerinden ve seçim zamanlarında muhalefetten tümgüçlülüğe* ve tatmin fantezisine dayalı sahte benlikler talep eder.
Bu, muhalefet eden ezilenin psişik bağışıklığını kırılganlaştırır. Umut ve tatmin fantezisi arasındaki fark, tatminin trajik olarak gerçekte hiç olmayacak olması ve umudun menşur-u layezali (hükmü sonsuza kadar süren ferman) olmasıdır.
Hayal kırıklığına uğrarız ve akılcı bir kader gibi yaşadığımız sahte benlikten, tatmin fantezisinden uzaklaşıp sistemin dinamiklerine karşı koyabilecek bağlantılarla ve gerçek araçlarla umut bağlamında meşgul oluruz.
Politik-duygusal eleştirellikle, umut fermanıyla...
*Bebeğin ana rahminde yaşantıladığı her şeyi becerebilme, kendine yetebilme duygusu.
(OG/AÖ)