*Jean Luc Godard'ın "Alphaville" filminden.
**Burjuvazi kendi suretinde/imgesinde bir dünya yaratır, ancak yarattığı bu dünyanın da bir suretini/imgesini yaratır ve buna 'gerçekliğin yansıması' der.
2000'lerin başında, Ankara'da bir film festivalinde, kuyrukta filmi bekliyoruz. Uzaktan kültür gurmeleri mitingini andıran bir kalabalığın içindeyiz. Çin sosyalizminden ve Mao'nun felsefesinden etkilenmiş, taşra liselerinden yeni çıkmış üç toy, heyecanlı genciz: Malatyalı, Dersimli, Fatsalı.
Godard'ı (Jean-Luc) dünyadaki en entelektüel Maoistlerden biri olarak tanıyoruz, hakkında bildiklerimiz bundan ibaret. Ve kendisinden -galiba- Yılmaz Güney sineması ile Sovyet propaganda sineması arasında bir vizyon bekliyoruz. James Roy Mcbean'ın Godard'a ithafla söylediği yukarıdaki alıntıyı anlamaktan 50-100 kilo gerideyiz.
Film alışık olmadığımız dezorganize görüntülerle, diyaloglarla başlıyor, tabii. Arada Mao'nun elden ele geçen kızıl kitabı, pankartlar, sloganlar dudaklarımızı gevretse de, filmi yalnızca muazzam bir "dağınıklık" olarak hissedebiliyoruz. Godard sinemasında dağınıklığın bir algı değeri olduğundan ise 50-100 mil uzağız. Yani dağınıklığa bile dağınıklık diyebilecek durumda değiliz. (Taşralılık uzaklığın dağılmayı topladığı bir psişe oysa, ama şimdi konumuz o değil) Gözümüz ve gönlümüz kültür devrimine kendini vermiş taşralı bir Çinli Kız'ı arıyor, film ise bizi Fransa'da bir burjuva evinde lakırdı yapan 5 şehirli Fransız gencin peşine takıyor. Film Çin'de falan çekilmediği gibi kaştan ayak bileğine kadar Fransız ve dahası, gösterimde Türkçe altyazı da yok.
Godard sinemasına altyazı dahil çerçeve çizilemeyeceğini bilen şuurlu izleyiciler merakla filmi izliyor ama belki ilk kez Fransızcaya muhatap olan biz taşralılar kıpırdanmaya, sağımıza solumuza homurdanmaya başlıyoruz, tabii. O an bizim için tuhaf olan şey, salonun durumdan, yani hem sinematografik dağınıklıktan hem de Türkçe altyazı olmamasından pek de rahatsız görünmüyor olmasıydı. Derken, homurdanmalarımıza homurdanan bir izleyiciye homurdanmamızın sebebini altyazı olmaması olarak gerekçelendiyoruz ve izleyici "Fransızca bilenleri rahatsız etmeyin bari" diyor.
Godard dağınıklığı
Yıllar sonra geleneksel psikoterapiye eleştirel bakıp, alternatif beceriler geliştirmemiz gerektiğine inandığımda ve 500'ün üstündeki terapi yaklaşımları yerine tarihsel birikimimize minimalistik bir duyarlılıkla yaslanmak istediğimde bu anıyla yeniden karşılaştım. Zira Godard sinemasıyla bu ilk tanışıklığın yarattığı hayal kırıklığı, beni "Godard dağınıklığının" peşine düşmeye kışkırttı ve bir zaman sonra onun, sıkılmayı-rahatsız olmayı ve yapı bozumu psişesini örgütleyen devrimci aklının yanına düşebildim.
Godard'ın sinema tarihindeki önemi üzerine ölümü üzerinden geçen şu üç haftada çokça yazı yazılmıştır, eserleri estetik, politik ve sinema teorisi itibariyle çok kez irdelenmiştir, kuşkusuz. Ben Godard'a psikoterapi bağlamında başka bir atıfta bulunacağım.
Bundan sonra anlatacaklarım psikoloji profesyonellerini ilgilendiriyor gibi gözükse de, tam da Godard'ın mirası nedeniyle öyle değil. Godard sinemayı reddederek sinema üretti ve bu reddediş izleyiciyi izleyenliğe karşı kışkırtmasıyla mümkün oldu. Sinemayı karşısına aldığı yer, izleyiciye alımlayıcı olmayı ve "verili kurguyu" sorgulattığı yerdi. Psikolojide ise endüstriyelleşme çağındayız ve bu haliyle endüstriyel psikoloji bir kurgu üretim sistemi olarak "toplumu çerçeveleme" düzenini neredeyse oluşturmuş görünüyor. Bu çağ, bir yandan psikolojiyi toplumun gözüne sokup, her şeyi psikolojize ederken, diğer yandan psikoloji profesyonellerini toplumdan ayırarak psikolojik çerçeveyi bilen, o çerçeveye dayanarak müdahale etme meşruiyeti atfedilmiş muktedir bir sınıf oluşturuyor. Buna karşın güçlü dayanakları olan eleştirel psikoloji çalışmaları üretilmişse de bu değerli teorik birikim psikoterapi başta olmak üzere kendine bir eylem alanı oluşturmakta zorlanmaktadır.
Endüstriyel psikoloji, özellikle ana akım psikoterapi deneyimlerine dayanarak ürettiği bilgiyi gerçekliğin temsili, yansıması olarak sunuyor. İşte Godard'ın sinemayı bir temsil/yansıtma yerine, bir gerçeklik provokasyonu olarak ürettiği yer bize, gerçeğe/doğruya vekâlet eden(!) konvansiyonel psikolojiye muhalefet edeceğimiz ve bir eylem alanı oluşturacağımız yeri de işaret ediyor: Bir iktidar paradigması olarak psikolojinin gerçeği "üreterek" toplum üstünde oluşturduğu vesayetin kırılması, ancak psikoloji/psikoterapi üzerine toplumun müdahalesiyle mümkün. Dahası, psikolojiyi psikoloji profesyonellerinin elinden almakla mümkün.
Godard'ın, sinemayı sinemadan ayırarak oluşturduğu praksis, bugün ana akım psikolojiye karşı alınabilecek devrimci tavra dair çarpıcı bir ilham gibi görünüyor. Godard yansıtma gücünü elinde tutmayı, bir anlamda gerçekliğe vekâlet eden yetkeyi reddederek filminin bir film olduğunu anlatmak istedi. Psikoloji profesyonelinin de büyüyü bozup psikolojik çerçevenin bir kurgu olduğunu anlatması, yani önce kendine karşı çıkması, kendi bilgi ve eylem alanına tam şüpheyle bakması, özetle "özdüşünümsellik" bize eleştirel psikoterapinin de apsisini verecektir.
7'nin karşısındaki 7
Peter Wollen'ın Godard'ın sinemasını analiz ettiği makalesinde sinemanın yedi günahına karşı koyduğu yedi erdem, psikolojinin kendisine karşı olma ihtiyacına dair bir kaide olarak da okunabilir.
Wollen, bu makalesinde ana akım sinemanın oluşturduğu yedi ölümcül günah olarak tanımladığı "Anlatı Geçişkenliği, Özdeşleşme, Şeffaflık, Tek Diegesis, Kapalılık, Haz, Kurgu" karşısına yedi ana erdem olarak "Anlatı Geçişsizliği, Yabancılaştırma, Ön Plana Çıkarma, Çoklu Diegesis, Açıklık, Rahatsız Olma, Gerçeklik" kavramlarını ortaya koyar.
"Anlatı geçişkenliğine karşı anlatı geçişsizliği", Godard'ın film akışında belli bir nedensellik zincirinden ayrılmasına vurgu yapar. Bu zincir birbirine sahip çıkan bir tutarlılık arz eder: Film açılır, dramatik durum ifade edilir, daha sonra denge bozulur, bozulmaya yönelik reaksiyonlar oluşur ve en sonunda yeni bir denge oluşur.
Geleneksel psikoloji tıpkı Hollywood sineması gibi toplumsal ilişkiler ve bireysel psişelere dair üretilmiş imgelerin birbirine "tarif edilen" neden - sonuç ilişkileri ile bağlı olduğunu sayıltılar. Godard, imgeler arasında tutarsızlıklar oluşturarak, olayların ardışıklığını kesintiye uğratır. Bu bize "psikolojik kurgu"nun her birimizin psişesi üstüne kurduğu örgüyü kesintiye uğratmaya sevk eder. İyileşmenin/iyi oluşun bireyin içinde bulunduğu yapıya eleştirel bakmasıyla, kendi akışını kesintiye uğratmasıyla, birbiriyle bağlantısız görünen imgeleri yan yana koyabilmesiyle mümkün olduğu Godardyen bir terapi argümanı olarak pekala üretilebilir. Bize rahatsızlık, huzursuzluk, sağlıksızlık olarak görünen ve konvansiyonel psikoloji tarafından tescillenen(!) örgünün hem kamusal imgelerde hem de terapi bağlamında kesintiye uğratılması eleştirel psikoterapinin belki de başlangıç saiki olarak ele alınmalı. Godard film akışına alakasız görüntüler, sesler, imgeler, ara yazıları koyarak anlatımın devamlılığında bozulmalara yol açar. Tam burada yani, imgeler arasında iyi kurulmuş bir olay örgüsünü önemsizleştirerek, psişeyi kendi gerçekliğine davet eden boşluklar açar. Temsili (verili) özneyi parçalayarak, çelişkiyi, eleştiriyi ve özgürlüğü sahneye çıkarır.
Konvansiyonel psikoloji de topluma bir psikoloji bilgisi ve örgüsü sunar. Ürettiği muhtelif gösterenlerin gerçeğin temsili olduğuna ikna eder. Birey, kendi huzursuzluğuna dair imgeleri bu örgüden alır ve bilinçdışı temayülle kodlar. Terapiye başvuranların şikayetçi oldukları konuları bazen muazzam, kronolojik bir örgüyle ve neredeyse tanımlanmış analizlerle anlattığına tanık oluruz. Sorunu tanımlamış gibidir. Bütün sorunun baş etme becerilerinde olduğuna inanır. Oysa çoğu zaman sorun inandırılmış olunan bu motiftedir.
Godard filmlerinde zamansal olan akışı da çoğu kez sekteye uğratır, farklı düzlemlerdeki imgeleri bir araya getirerek kronolojik akışın düzenini bozar. Zaman akışını kaybettiğinde izleyici kurguyla mesafelenerek kendiliğini hisseder.
"Kendi" ile bağ kurmak, günümüzde popüler birçok psikoloji yaklaşımının da konusu/iddiasıdır. Ne var ki, kendi ile bağ kurmak çoğu zaman ancak sarsılmakla mümkün ve anlatısal geçişliliği kesen ve seyirciyi "kendi konumu"yla yani kendiliğiyle bağ kurmaya yönelten Godard, bize bu konuda çok şey anlatıyor.
Yabancılaşmanın olanağı
Godard'ın özdeşleşmeyle derdi vardır. Özdeşleşme karşısında yabancılığa alan açar. Zira özdeşleşme sinemanın izleyiciyi çerçeveleme olanağıdır. Özdeşleşme aynı zamanda ruhsal krizin de önemli tartışmalarından biridir. Psişenin mikro alanından, toplum-iktidar ilişkilerine kadar özdeşleşme bir çıktı, paravan, savunma ve haliyle analiz başlığıdır. Godard özdeşleşmeyi kırmak için ilgili karaktere uymayan başka sesleri, karakterin izleyiciye doğrudan seslenmesini vb. kullanır. Özdeşleşme bize hem bireysel psikoloji hem de toplumsal düzeyde analiz şansı verir ama nihayetinde özdeşleşmeyle ne yapacağımız hem psikoterapi hem sosyal psikoloji için önemli bir sorunsaldır. Godard özdeşleme yerine yabancılığın açtığı alanı göstererek bu sorunsalda bize şahane bir göz kırpar.
Wollen'ın Godard sinemasına dair bahsettiği diğer önemli erdem ise "şeffaflık yerine ön plana çıkarma"dır. Zira Godard, imgelerin temsil yetkesiyle değil, imgeleri inşa etmekle ilgilidir. Konvansiyonel psikoloji toplumu, oluşturduğu imgenin gerçekliğin temsili olduğuna inandırır. Godard'ın sinemasında ise imgeyi olumsuzlama becerisine tanık oluruz. Örneğin filmlerinde kasıtlı gürültü oluşturarak olumsuzlamayı pozitif bir alana çeker ve imge inşasını ön plana alır. Negatif olumluluk/pozitif olumsuzluk ve gürültünün yapıbozumcu gücü bugün eleştirel psikoterapinin ihtiyaç duyduğu tartışma başlıklarındandır.
Psişenin çoğulluğu
Godard'ın psikoterapi tartışmalarına doğrudan katkı sunabilecek diğer erdemi, tekli diegesis yerine çoklu diegesis tavrıdır. Tekli diegesis, zaman ve mekânı tek bir doğrultu ve düzlemde çalışır. Dramatik birlik esastır. Düzlem içindeki tüm arkülatif ilişkiler, geriye gidişler, dramatik birliğe sıkı sıkıya bağlıdır. Her şey öngörülebilir bir evrende gerçekleşir.
Godard, çok katmanlı çoğul bir diegesis kurduğunda sanki psikanalizin temel tezlerinden "ben'in bölünmüşlüğüne" dayanıyor gibidir: Hiçbirimiz kendi saf hayatımızı yaşamayız. En başta "ben" kendi içinde bölünmüştür. Benlik inşası, yapay benlikler, personalar düzlemi, tek katmanlı bir psişeyi olanaksızlaştırır. Godard, psişenin çok katmanlılığı, hatta çok evrenliliği konusunda psikoterapiye omuz verir gibidir. Öyle ki "Le Mepris"te farklı diller konuşan karakterleri izleriz, ne var ki, bu çok katmanlılığı tek bir doğrultuda/dramatik bir akışta takip etmemizi de istemez ve filmin farklı kesitlerinde ayrı dilleri konuşan karakterleri önümüze koyar.
Godard, Wollen'ın ifadesiyle "bizimle kendi kelimeleriyle konuşmakta ısrar etmeyen ama daha çok kendileri vasıtasıyla konuştuğu" bir bağlam koyar. Bağlam demişken, çift anlamlılıkta bizi alternatif anlamlardan bir tanesine yönelten bağlamdır. Yani bağlam rasyonel zeminde bir tür demiryolu makası işlevi görür. Godard ise filmlerinde, söylemleri yan yana koyar ve yeniden bağlamlandırır. Burada psikoterapiyi rüzgarlandırabilecek olan şey, yan yana konularak yeniden bağlamlandırılan söylemin ayrışmaya değil, yüzleşmeye yol açmasıdır. Yani benlik çok katmanlıdır ve bağlam yalnızca arabulucu değil, üretilen bir yüzleşme düzeneğidir.
Bilhassa dijital benlikler çağında, çok evrenlilik/benliğin düzlemsizliği ve bağlamlandırma konusu, psikoterapide Godardyen bir tavra olan ihtiyaca başka bir yerden işaret etmektedir.
Godard'ın altıncı erdemi, karşı sinemada tatmine yönelik duygulara yer olmamasıdır. Godard filmlerinde haz verme amacı gütmez, aksine yükselen hazzı engellemeye yönelik çeşitli trükler uygular. Bu, özdeşleşerek rahatlamanın önüne geçmeyi amaçlayan bir müdahaledir. Godard rahatsız olmayı negatif bir olumluluk olarak çalışır. Psikoterapi bağlamında, rahatsız olmayı, kendi karanlığımızla buluşmayı terapötik bir eksen ve iyileşmenin ön koşulu olarak tartıştığımızda Godard'ın haz oluşturma yerine rahatsız ettiği, böylece sorgulamanın ve kendine müdahale etmenin yolunu açtığı yerde buluşmuş oluyoruz.
Kendi dilini konuşmayan psikoterapi
Yedi erdemin sonuncusu olan "kurgu karşısında gerçeklik" fikri, belki de Godard ve psikoterapi köprülemesinde en güçlü taşıyıcı unsurdur.
Karşı sinemaya göre sinema hakikati gösteremez, hakikati ortaya çıkaramaz. Çünkü hakikat görüntülenmeyi bekleyen bir şey değil, Deluezyen bir kaçamak yapacak olursak, bir oluştur. Yani hakikat, sinemacı/fotoğrafçı onu görüntülesin diye orada durmaz. Bu yüzden sinemanın hakikate dair yapabileceği, ancak anlamlar üretmektir, anlamlar arasında semantik örgüler kurmaktır. Psikoloji de topluma sunduğu kurguyu hakikat olarak telakki eder. (Bununla birlikte, psikoterapinin bir anlamda hakikati bulmayı amaçlaması dramatiktir.)
Sinemanın hakikati ortaya çıkaramazlığı aslında, psikolojinin hakikati ortaya çıkaramazlığının bir sonucudur. Bir kurgu olarak psikoloji ve bir müdahale olarak psikoterapi hakikate dair tıpkı sinema gibi ancak anlamlar üretebilir. Hatta her psikoloji yaklaşımı kendi anlamlar evrenini kurar. Bu bize eleştirel psikoterapinin hakikatle değil, kendi anlam dünyasını üretmekle ilgilenmesi gerektiğine işaret eder.
Gerçeklik-kurgu ilişkisinde, Godard'ın aktörlüğe olan tavrı, psikoterapistlerin toplum nezdindeki müphem/huzursuzluk veren imajına dair de önemli bir fikir verir. "Une Femme Mariee"de aktör, -gerçekte olduğu kişi olarak- rolleriyle olan ilişkisi konusunda sorgulanır. Çoğu danışan bu sorgulamayı terapisti için de yapmak ister, terapist benliğinin perdelediği insan halini merak eder. Ve konvansiyonel psikoterapi, gücünü bu gizilliği, bu perdeyi koruyarak tutabileceğine inanır. Görüşme odaları danışmanların/terapistlerin persona kaleleridir. Godard, başkalarının sözcükleriyle konuştukları, daha doğrusu başkalarının sözcüklerini kendi sözcükleriymişçesine söyledikleri için aktörlere güvenmediğini belirtir. Her geçen gün terapi alan/veren insanların dramatik şekilde artması, terapi yöntem ve anlayışlarının katlanarak çoğalması ve terapiye yönelik güven endeksinin düşüklüğü terapist ve aktör arasındaki bu analojide, aslında psikoterapistin söylediklerinin de kendi sözcükleri olmamasında aranabilir.
Nihayetinde psikoloji tam da yazının başında Godard'a atıfla söylenen şeydir. Kapitalizm kendi suretinde semantik bir örgü üretir. Psikoloji bu örgünün hem nedeni hem sonucudur. Sonra bu örgünün de bir suretini yaratır ve buna gerçekliğin yansıması der. Psikoterapinin işi bu ikincil suretle ilgilenmek, gerçeğin yansıması olarak inanılan şeyde hakikat aramaktır. Ve Eleştirel bir psikoterapi önce eleştirel bir psikoterapiye inanmakla ve kendini psikolojinin karşısına koymakla mümkün olacaktır.
Sinema tarihinin ve Marksist birikimin en entelektüel isimlerinden Godard bir güz vakti ötenazi ile öldü. Onun ve "karşı sinema" mirasının psikoterapiye hem analiz hem müdahale konusunda kışkırtıcı bir ilham olması umuduyla ve gözü pekliğe şükranla.
"bundan böyle apaçık hakikatleri kabul etmeyi reddediyoruz" (Le Gai Savoir", filminden)
(OG/AÖ)