90’lı yıllar. İstanbul’dan akraba ziyaretleri için her yıl geldiğimiz Diyarbakır’dayız. Kavurucu bir Ağustos sıcağı. Babam ve kardeşimle birlikte bir an önce kendimizi amcamların evine atmaya çalışırken, babamı çağıran sese doğru dönüyoruz. Camında Mihribanım Kasetçilik yazan video ve teyp kasedi satan bir dükkandan çıkmış genç adam yanımıza gelip babamın elini öpmeye çalışıyor. İçeri davet ediyor. Babamla laflıyorlar. Eski bir tanıdık olsa gerek. Soğuk ayran ikram ediyor, ferahlıyoruz. “Kim bu?” diye meraklı gözlerle bakarken, nihayet babam fark ederek araya girip, bizi tanıştırıyor. “Bunlar kızlarım, bu da Bîbî (hala) Gulê’nin oğlu”. Bîbî Gulê de kimdi? Bizim bildiğimiz babamın bir tane halası vardı o da Bîbî Kamile’ydi. Dükkandan çıktığımızda babam hikayeyi anlatarak bizi aydınlatıyor.
Gulê’yi bir aracı vasıtasıyla Malatyalı bir aile istemeye gelmiş. Gulê buluğ çağına erdiği için ilk çıkan kısmetine vermişler. 1940’lı yıllarda Malatya onlara çok uzak gözüktüğünden düğüne de gitmemişler. Sonrasında Gulê’yi evlendirdikleri adamın Alevi olduğunu öğrenince pişman olmuşlar. Lakin iş işten geçmiş. Hacı olan dedem bu “utancı” kızkardeşini yok sayarak telafi etmeye çalışmış. Bir daha ismi anılmaz olmuş. Öyle ki biz de bu halanın varlığını yıllar sonra tesadüf eseri öğrenmiş olduk.
Bu “aile sırrı” yönetmen Şükrü Alaçam’ın gerçek aile hikayesinden yola çıkarak, çatışma ve önyargılara naif bir biçimde dokunan Locman adlı filmden çıktığımda bir kez daha aklıma geldi.
Başrollerini Alican Yücesoy, Yeliz Kuvancı, Nisa Sofia Aksongur ve İlber Kaboğlu’nun paylaştığı, yönetmen Şükrü Alaçam’ın gerçek aile öyküsünden esinlenerek kamera arkasına geçtiği ilk filmi “Locman”, 9 Mart’ta vizyona girdi.
Makinistlikten depo şefliğine terfii ile tayini çıkan Uğur ve ailesinin kah dertli kah eğlenceli yerleşme macerasını konu alan film 12 Eylül öncesinin çalkantılı günlerinde Divriği’de geçiyor.
Eşi Handan ve çocuklarının yeni ortamlarına uyum sağlamaları için çaba sarfeden Uğur ve “demiryolcu” dostlarının samimi öyküsü, önyargı ve korkuların, birlik ve güven duygusu karşısında çözülmesine odaklanıyor.
Demiryolcuların hayatlarından renkli ve canlı kesitleri Yeşilçam esintileri ile harmanlayan Alaçam, bu ilk deneyiminde, masalsı ve dokunaklı bir dil yakalamayı başarıyor.
Senaryo yazımında, Şükrü Alaçam’a Mine Ölçe Çakan’ın eşlik ettiği eserin yapımcılığını Işıl Çuhadar üstlenirken, görüntü yönetmenliğini Mehmet Zengin’in, yapım tasarımını Hakan Yarkın’ın gerçekleştirdiği filmin sanat yönetmeni Ahmet Vahapoğlu. Kurgusunu Arzu Volkan’ın yaptığı filmin müzikleri ise Hasan Yükselir’e ait.
İlk filminin heyecanını yaşayan yönetmen Şükrü Alaçam’la raylar arasında geçen çocukluğunu, filmin macerasını ve önyargılar üzerine konuştuk.
Çok naif, çok içten, çok bizden bir film yapmışsınız. Bir aile hikayesi filme nasıl dönüştü?
Filmdeki Berrak karakteri benim ablam. O öldükten sonra ben dünyaya gelmişim. Küçüklüğümden beri ablama karşı başka bir sevgim olduğunu hissettim. Mezarına gitmekten hiç çekinmez, ürkmezdim. Çocukken hatırladığım fotoğrafta şunu görüyorum. Dedemin yattığı mezarın yanında babaannem için alınmış ama ablam ölünce yanına gömdükleri küçük bir mezar. Ben gider o taşa sarılırdım. Niye sarılırdım bilmiyorum. Niye sarıldığımı şimdi düşünüyorum. Aslında onun ölümü bana hayat vermiş. Belki o ölmeseydi ben olmayacaktım. Onun yaşamı bana hediye ettiğini düşünürüm. Bu filmi yaparak ben de ona bir hediye vermek istedim.
Yola çıkarken naif ve sıcak bir film olsun istedim. Festivale mi gidecek? diye soruldu. Bir film festival için yapılmaz. Benim için her şeyden önce film var. Bir film için ne gerekiyorsa o yapılır. Neyi hak ediyorsa, hangi şekilde değer buluyorsa onun için yapılır. “Festivale gitmek için bu planı çekelim” diye değil, film için çekelim bu planı. Çatışmaları bile naif olacak. Çok büyük çatışması olan değil anlık, küçük çatışmaları olan bir film olacağını baştan beri ifade ettim. O şekilde çıktık yola.
Alevi-Sünni çatışması demek istemiyorum, bunun için iki tarafın da elinin güçlü olması lazım. Önyargı diyelim. Aşure metaforu üzerinden bu önyargıya bir gönderme var...
Hayata karşı, insanlara karşı önyargı hep var, sonradan tanıdığımızda yanılıyoruz. Benim de önyargılı davrandığım zamanlar çok olmuştur. Tanımadan etmeden yaftayı yapıştırıyorsunuz. Ne olursa olsun insan ilişkileri konusunda da bunu yapıyoruz. Alevi hikayesinde de biraz öyle. Bize ilk sorulan soru da şu oluyor. Hanginiz Alevi? Değiliz.
Bu hikayeye eklenen bir şey mi? Yoksa böyle bir şey yaşanmış mı?
Gerçekte yaşanmamış ama çok korkutulmuş annem. “Orada Aleviler var onların elinden yemek yenmez” diye. Ama annemin şimdiye kadar da görüştüğü o Alevi komşuları. “Sizin için de hep böyle şeyler demişlerdi, hiç de öyle değilmişsiniz, diye cahilce şeyler söyledim” diye anlatır.
Dilimize yerleşmiş ne yazık ki. Egemen kibriyle konuştuğumuzun farkında bile değiliz...
Türkiye’de bu çok yapılıyor. Kim zayıfsa hemen üste çıkılıyor. Aleviler, Türkler, Kürtler. Bu hep yapılan bir şey. Çalıştığın yerdeki konumlandırmada bile bu yapılıyor. Biz insan olarak bakmayı düşünemiyoruz bir türlü. İnsan, ilk önce insan. Biz bu mekanizmanın içerisinde doğayla biriz, insanla biriz. Hiçbir canlıdan hiçbir farkımız olmadığını düşünüyorum. Ne zaman öyle bakmaya başlarsak başka şeyler olur ama Türkiye’de biraz zor sanırım.
Kendinizi öncelikle “demiryolcu” olarak tanımlıyorsunuz. Raylarda geçen bir hayatın ayrıcalığı nedir?
Çocukluğum demiryolunda geçti. Raylarda büyüdüm. Türkiye’nin neresinde olursa olsun istasyon ve raylara gelince kendimi evime gelmiş gibi hissediyorum. Yaşamı da insanları da çok başka. Ben Türkiye Cumhuriyetinde değil Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demir Yollarında büyüdüm. Teller var, “girmek tehlikeli ve yasaktır” der. Arkasında bizim hayatımız var. Tellerin arkasında evler çocuklar, hayatlar. Ama şimdi onları da yok ettiler. Şimdi gittiğimde o lojman kültürünün de kalmadığını gördüm. İnsanlar birbiriyle eskisi gibi değil, bir yok olmuşluk var ama bir özlem de var.
Demiryolcular birazcık daha başka. Benim özüm demiryolcu. Ortaokul biterken meslek lisesi kapandığı için gidemedim. Ama hep makinist olmak istedim. Babam makinistti, annemin babası da makinistti. Annemin dedesi de makinistti. Hep babadan oğula geçen bir meslek gibi. Küçüklüğünden beri içinde olduğun için tanıyorsun o sistemi. Bizim ailede ne yazık ki giderek ölüyor bu meslek. Eskiden tren çok kullanılırdı. İnsanları bir yerden bir yere taşırken insan tanıyorlar. Her vagonda ayrı bir hikaye. Demiryolcular Anadolu’nun bir uçtan bir ucunu biliyordu.
Demiryolu “erkek dünyası” gibi gözükse de filmde kadınlar ön planda. Öyle miydi peki?
Demiryolcularda kadının yeri daha ön plandaydı. Şimdiki durumla kıyaslandığında kadının konumlandığı yer çok farklıydı. O yüzden de demiryolları “erkek dünyası” diye geçer ama kadının ağırlığı her zaman hissedilirdi. Bu film de erkek dünyası içerisinde geçen bir kadın filmi aslında.
Doğayla olan ilişki de var. Şimdiki çocuklar hayvanları sadece fotoğraflarda, internette görüyor...
Çocukluğumun geçtiği demiryolunda bahçe içinde bir evimiz vardı. Babamın çalıştığı yer evimizin karşısıydı. Babam çalışırken görebiliyorum. Bahçede bir çınar ağacı vardı. Şimdi Samsun’daki bütün o demiryolu lojmanlarını yıktılar ve ağacı da kestiler. Ben çok üzülmüştüm o ağacı kestikleri için. O bahçe benim her şeyimdi. Tavşanım, köpeğim, kedim, kaplumbağam bile vardı. Kendime ait bir cennet kurmuştum. Sonrasında başka lüks bir lojmana taşındık. Apartmandı, 7. kata taşındık. Hiç sevemedim o evi. Çünkü gitgide uzaklaşıyorsun. Kademe kademe koparak gidiyorsun.
Şimdiki yaşama baktığımızda insanlar site içinde, güvenlikli, çelik kapılı binalarda yaşıyor. Benim çocukluğumda bütün kapılar açıktı. Kapı çalmamıza gerek yoktu. İstediğimiz yere girip çıkabiliyorduk. Acıktığımızda, o evlerden birinin mutfağında yiyebiliyorduk. Ama biliyorduk ki özel yerlere girilmez. Mesela yatak odası gibi. Çok başka bir çocukluk yaşadık.
Şimdiki duruma konfor olarak bakılıyor ama o zaman daha konforluymuş...
Kesinlikle. Şimdiki çocukların yaşantısının ilerde psikolojik ve sosyal durumlarına nasıl yansıyacak merak ediyorum. Neye dönecek bilmiyorum. Ben insanlara güvenerek büyüdüm.
Bu güven projeye de sirayet etmiş sanırım?
Bu proje insanlara güvendiğim için bu noktaya geldi. Bakanlık desteği aldığımızda cebimizde beş kuruş paramız yoktu. Borçla gidip mülakata girdik. Ama insanlara güvendik ve bu aşamaya gelmesinden çok mutluyum. Üzüldüğüm durumlar oldu, kırıldığım noktalar oldu, beni sömüren ya da bu durumdan nemalanmaya çalışanlar oldu ama hep “değişmeyeceğim” dedim. Ben buyum ve kendime anladığım şekilde bir dünya kurmak istiyorum. Çalışırken bile “arkadaşlar mutlu bir şekilde çalışalım. Zorluklar olacak, çekeceğiz ve gülerek tamamlayacağız” dedim.
O bakış açısı hayatınızdan yansıyan bir durum.
Mesela şöyle bir şey var, yönetmen bağırır, eder. Benim sette belki bir kez sesim yükselmiş ve üzülmüşümdür. Otorite diye bir şey yok. Burada herkes bu film için emek harcıyor. Benim için bana sette çay getiren insanla kendimi farklı görmüyorum. Bütün herkes çok değerli benim için. Bende bir adalet duygusu var ve hep onu korumaya çalışıyorum. Elimden geldiği kadar. Yanlış da yapabilirim ama içimdeki o adalet ve eşitlik duygusuna inanıyor ve güveniyorum. Hayatımı hep ona göre şekillendiriyorum.
İlk filmdi. Oyuncu seçiminde ve teklif götürdüğünüzde referansınız neydi, o güven duygusu nasıl oluştu?
Alican’la konuştuğumuzda senaryoyu okumak için aldı ve üzerinde not almak için izin istedi. Bir hafta sonra buluştuğumuzda “tek bir not bile alamadım. Her şey çok iyi, çok mutlu oldum” dedi.
Çekim aşamasında ne gibi zorluklarla karşılaştınız?
Filmi çekerken başımıza o kadar çok şey geldi ki. Burdur’da sete hazırlanırken darbe oldu dediler. 15 Temmuz sonrası Ağustos’ta başladık. Divriği'de çekmeyi çok istedim. Ancak demiryolu modernizasyonu sebebiyle elektrik telleri vardı ve dönem işi olduğu için orada çekemedik, çok yenilenmişti. Sonrasında Tokat Zile’yi düşündük. O arada Samsun-Sivas demiryolu hattı kapandığı için son bir ay kala yeni bir mekan arayışına girdik ve Burdur oldu. Ekibin yarısı sahada, yarısı İstanbul’da. Kara kara ne yapacağımızı düşünüyoruz. Filmi çekmeden kimse anlayamıyor. Çektikten sonra “A ben öyle düşünmemiştim” oluyor. Biraz da yönetmene güven duymaları gerekiyor. Yeliz tam da bu yolda çıktı karşıma. Herkes gözümün içine bakıyor, darbe de olmuş her şey karman çorman. “İptal mi etsek çekebilecek miyiz?” diyorlar.
Tüm ekibi Burdur’a gönderdim. “Ben tek burada kalıyorum ve size söz veriyorum, Handan’ı bulup geleceğim.” Onlar ertesi sabah Burdur’a gitti. Oradan dekor yapıldığına ilişkin videolar gönderiyorlar ama kadın oyuncu yok. Yeliz projeyi çok beğendiğini ve yer almak istediğini söyledi. Sete ne zaman gireceğimi sordu. “Hemen yarın” dedim. Oyuncuya böyle söylenir mi? (gülüyor) Şaşırdı. Kabul etti ancak bir şartı vardı. Dedesinin hasta olduğunu ve dört hafta sürecek çekimler sırasında bir kez İstanbul’a gidip dedesini ziyaret etmek istediğini söyledi. “Elbette” dedim. Her gün sıkıntı, problem var. Filmi yetiştirmeye çalışıyoruz.
Dört hafta çok kısa değil mi?
Bütçeden kaynaklı. Elbette kısa bir süre ama en verimli şekilde çözmeye çalışıyorsun. Yeliz ikinci haftanın sonu Ankara’ya gidince “film yetişemeyecek” diye ekiple bir kavgamız oldu. “Arkadaşlar gerekirse sahne atarım ama ben bu insana söz verdim. Batarsam da ben batarım” dedim. Onlar da haklı olarak filmi düşünüyorlar ama ben daha farklı bir yerden bakıyorum. İş yapılır ama o değerler başkadır.
Yeliz döndükten sonra dedi ki “Çok ilginçtir, dedem benim yaptığım işleri hiçbir zaman sorgulamadı ama ilk defa bunu soruyor. Nasıl geçti, neler yaptınız diye.” Sonra dedesi bana müthiş bir mektup yazmıştı. “Her şey çok güzel olacak, merak etme” diye. Setin 4. Haftasına girerken dede vefat etti. Yeliz başkasından öğreniyor vefatını. Yoğun bakıma girerken bile anneannesine “Sakın Yeliz’e söylemeyin o filmin bitmesi gerekiyor” demiş. Hikayeyi çok sevdiği için. Benim için unutulmaz bir şeydir bu. Ercan Kesal “iyi bir film için işaretler olması gerekiyor sizde çok fazla işaret var” dedi. Nasıl, neyle bütünlendiririm bilemiyorum ama çok fazla işaretler vardı. Hayatın bu akışını ve güzelliğini de seviyorum.
Anneniz mi anlatıyordu hikayeyi?
Annemle ilk konuştum. Annemle de bir yere kadar konuşabiliyorsun ama tıkanmaya gelince soramıyordum. Berrak ablam dört buçuk yaşında öldüğünde Burçak ablam üç aylıkmış ve o Alevi komşular ablama bakmışlar.
Ağabeyim, Berrak 1980’de öldüğünde 10 yaşındaymış. Ağabeyim de bazı şeyleri unutmuş mu, silmiş mi. Hatırlamıyor. Sonra o dönemki komşuların peşine düştüm. Buldum ettim. O Alevi aile Ankara’da yaşıyor. Annemle onları buluşturdum. Fotoğraflarını çektim. İlk görüşte kucaklaşıp ağlaştılar. Divriği’ye gitmeliydim, orayı görmeliydim. En son üç yaşındayken gitmiştim ve hatırlıyorum. O fotografik hafıza çocukluğumda Divriği’ye dair hatırladıklarımla o fotoğraf birleşti. Doğru hatırlıyormuşum. Ablam 4 yaşına geldiğinde o Alevi aileye göstermek için götürmüş.
Trenle gittik Divriği’ye. Depo müdürü bizi aldı, babamın o dönemki evraklarını çıkarttı. Hala duruyormuş. Burası babanın yeri. Ben evraklara bakarken o çıktı. Yarım saat sonra geldi, “hadi gidiyoruz” dedi, biz de mekan bakmaya gideceğimizi düşündük. Bir baktık eşine sofra hazırlatmış, yoldan geldik ya dolapta ne varsa her şey çıkartılmış ve şahane bir sofra hazırlanmış. Ben orada hikayeyi anlattım. Ablamın anısına bir şey yapmayı istediğimi söyledim. Bunlar birbirlerine bakıp, geçen yıl aynı lojmanda ve aynı yolda bir demiryolcunun 6 yaşındaki kızının kazada öldüğünü söylediler. Bu belki de sadece Berrak değil, onların da anısına bir şey oluyor. Ailemden iki kişinin demiryolunda devam ettirdikleri hayatları karayolunda son buldu. İnsanlar umarım bunu düşünürler. Demiryollarında insanın başına bir şey gelmiyor ama karayolunda hayatını kaybediyorlar. Demiryolunu hep “komünist icadı” olarak görüp küçümsediler. O insanlarla buluşmak beni çok mutlu etti. Belki de hiçbir filmde bu duyguları yaşayamam. Küçüklüğümde buharlı lokomotif var. Bizim ev, lojman babam lokomotifi bahçeye çekiyor. Bütün sülale, mangalda balık yapıyorduk. Sette de ilk buharlı lokomotif çalıştığında eski bir dosta kavuşma gibi hissettim. Benim için ayrı bir yeri var buharlı lokomotifin.
“Manevra var” deyince hareket eden o vagonda yaşama hikayesinden söz etseniz biraz? Nasıl olmuş?
Annemleri Divriği’ye gittiğinde lojman çıkmadığı için vagona taşınıyorlar. Tren kazalarında ya da yol yapımlarında işçiler o vagona binip gidiyorlar. Bir ay falan orada çalışıp sonra geri dönüyorlar. Burası onların evi oluyor. Bir ay boyunca yaşamışlar. Her akşam komşular gelip gidiyor. Hiç yalnız bırakmamışlar. Hep birlikte otururken “manevra var” diyerek küt diye vurup gidiyor. Demiryolu sahası içinde otopark gibi düşünün, o vagon çıkacaksa birini alıp başka yere koyuyorlar, sonra o vagonu oraya getiriyorlar. Arkadaki araba çıkacaktır, üç arabayı alırlar. O yüzden bir hareketlilik var. Annem “gece depoda yatıyor, sabah istasyonda kalkıyorduk” diyordu. Her taraf kapkara, her gün temizliyor. Çok zorluk çekmiş ama şimdi baktığında ona zorluk gibi geliyormuş ama çok mutluymuş. Yaşarken bazen fark etmiyorsun. O yüzden ben şimdi yaşadığım her anı yaşarken fark etmeye çalışıyorum.
Çocukların hepsinin ilk filmiymiş onları oynatmak nasıl oldu?
Oyuncu koçu Müfit Aytekin çocuklarla ilgilendi. Ben sadece ne istediğimi söyledim. Çocuk iletişimi başkadır. Onu oynatabilmek başkadır. Çocukların oyunculuk başarısını Müfit’e borçluyuz. İlk filmleriydi ama müthiş oynadılar. Sette çocuklar olunca anneler de oldu. Her çocuğun annesi harikaydı. Pideler, bisküviler set piknik alanına dönüyordu.
İşçiler çay içerken, yüz yüze bakıyor şimdi herkesin telefon karşısında boynu bükük. İletişim adı altında bir iletişimsizlik söz konusu ve insanlar mutsuz.
Biz bu işin birçok ön çalışmasını ofiste çalışmak yerine Doğu Ekspresi’nde yaptık. Trende çalışırken bir hayat akıyor gözünüzün önünden. Şu anda Ankara’dan kalkıyor, Haydarpaşa’dan kalkmasını bekliyorum. Hak ettiği şey Haydarpaşa’dan kalkmasıdır. Ankara-Kars arası 25 saat sürüyor. Yan kompartımanla iletişime geçiyorsunuz, insanları tanıyorsunuz ve şu an Doğu Ekspresi trend olmuş. Yer bulamıyorsunuz. İnsanlar treni keşfettiler. TV kanallarındaki röportajlara bakıyorum daha çok gençler kullanıyor. Gençler aslında birbiriyle iletişimi de keşfediyor. İlla her şey telefonla olmuyor, bir süre sonra o sanallık o yavanlık mutsuz ediyor. Güven burada oluşuyor. Dediğiniz gibi insanlar artık birbirlerinin yüzlerine bakmıyorlar.
İşinizi yaparken nereden beslendiğinizi sorsam?
“Ne kadar film izliyorsun?” diye soruyorlar. İzlerim ama hiçbir zaman örnek almaya çalışmam. Hep kendimi bulmaya çalıştım. Ben filmlerimi de görüntülerimi de hayatın içerisinden bulmaya çalışıyorum. O yüzden çok geziyorum, çok yürüyorum, yürürken kulaklıkla müzik dinleyenler var. Onu yapmam ben, hayatı duymaya, görmeye çalışırım. Buradan beslendiğimi düşünüyorum. Oturup da günlerce, aylarca film izleyerek “nasıl film yapılır” diye bakmak değil, yaşamın içerisinden bulmaya çalışırım. Belki de yöntemi budur. Anadolu’yu çok önemsiyorum. Samsun’da büyüdüm. Dünyaya kafayı yoran insanlar vardı ve hala ordalar. Anadolu aydınlarının elinde yetiştim, onlardan beslendim. Anadolu’ya bakamama sorunumuz var. Hep bir şeyleri taklit etme derdimiz var. Özenme var. Kendi içimizdeki değeri bulsak başka bir şey olacak.
Müziklerini Hasan Yükselir yapmış...
Bülent Sönmez bizi Hasan Yükselir ile tanıştırdı. Hasan Abi bize ilk mail attığında benim hissettiklerimi dile getirmişti. Müziklerine başladı. Bir noktaya gelince stüdyoya gireceğiz para lazım diyor. Sonra gidip kendisi bunun için sponsor buldu ve stüdyoya girdi. İnanmışlık başka bir şey. Kimse bunu yapmaz. Yaratıcılığını koyuyor, sonra da gidip kendi parasını bulup devam ettiriyor. Bu çok önemli bir şey. Demiryollarında böyle bir yapı vardı. Bu film de böyle bir yapıyla oldu.
Kaç yıllık bir süreçte ortaya çıktı?
Başlama süreci, senaryo yazım aşaması ve yapım süreci beş yıl sürdü. Nail Şenatalar’la bu işin ilk yapım aşamasında çalışmaya başladık. Sonrasında elini hiç çekmedi ve maddi manevi her konuda destek oldu. İlk başta yaratıcılık anlamında yanımızda oldu. Senaryo yazımında Mine Ölce Çakan eşlik etti. Senaryo yazılırken devamlı Nail’e gidiyordum, Nail bana çok başka şeyler anlatıyordu. Kafam karışıyordu. Bu çalışma metodu başkadır. “Filmle ilgili şurayı yanlış yapmışsın” falan demiyordu, başka şeyler konuşuyorduk.
İlk 2013’te Bakanlığa başvurduk. Finale kaldık, çıkmadı. 2016 da yeniden başvurduk, destek aldık. Ve o bize start verdi. Nisan’da çıktı, hemen sete girmek istedik. Çünkü biliyorduk ki demiryolu devamlı değişiyor. Sürekli yenileniyor, bakımlar yapılıyor. O yüzden hemen çekelim dedik. Demiryolcuların ve TCDD'nin inanılmaz desteği oldu. Bu film yapımının bana kazandırdığı şeylerden biri de demiryolcularla bire bir çalışma imkanı bulmam oldu.
Filmi izlerken Alevi biriyle evlendirildiği için yok sayılan büyük halamın hikayesini anımsadım. Yakın zamana kadar kimse öyle bir halanın varlığından haberdar değildi. Belki de bu film bu tür itiraflara vesile alacak.
Ön izleme yaptırdığımız insanlardan çok güzel tepkiler alıyorum. İnsan bir filmi izlerken bir şeyi itiraf ediyorsa bence bu filmin başarısıdır. Bu film birilerine itiraf ettiriyor. Herkese olmayabilir. Seven, sevmeyen olur. Herkesin beğeni ve beklentisi başkadır. Ama ben çok mutluyum. Başlangıçtan beri yaptığım her şeyden mutluyum. Sömürmek değil anlatmak ifadedir. Bu bir Alevi filmi değil. Bu bir aile filmi ve içerisinde bir önyargı hikayesi var. Kimseyi sömürmek düşüncesinde değilim. Ben bunları anlattım. Onların takdiridir bunu görmek. Hiçbir şekilde buradan yakalayamam. Bu önyargı hepimizin yaşadığı hikayelerden oluşuyor.
Yazarken “O dönemde Çorum var Maraş var katliamlar var daha sert anlatmalısın aşureyle anlatamazsın” şeklinde eleştirenler oldu. Evet anlatırım. Böyle anlatacağım. Katliamlara sebep olan bir şey var ve o da önyargı. Keserek biçerek anlatmak çok kolay ama esas o çekirdeği çıkartabilmek.
Film 9 Mart’ta vizyona girdi. Büyük prodüksiyonlarla yapılmış, içeriği zayıf ama gişe rekorları kıran filmler giriyor vizyona. Bu popüler kültürün gölgesinde beklentiniz nedir?
Sektörde çok büyük kavram kargaşası yaşıyoruz. “Film izlenir mi, izlenmez mi” gibi durumlar yaşanıyor ama ben filmin hikayesi nasıl oluştuysa öyle devam edeceğine inanıyorum. Önemli olan insanlarla buluşturabilmek. İnsanların ne hissettiği...
Piyasa içerisinde dik durmaya çalıştık. Ekip konusunda müthiş sahiplenme var. Kafanda bir hayal var ve bu hayali gerçekleştirmek için hepsi bunun bir parçası. Bu filmi ben değil biz yaptık diyorum, hep birlikte yaptık. Bu bir ekip işi. Biz elimizden geleni yaptık. İzleyici büyük bir güç. Halk büyük bir güç. Onlar istedikten sonra kimse engel olamaz. İzleyiciye ulaştırmak için elimizden gelen her şeyi yapacağız. Bana “ya sen deli misin, ilk işini yapıyorsun, dönem işi yapıyorsun, çocuk var, hayvan var. Bu bermuda şeytan üçgeni. Sen nasıl buna cesaret ediyorsun?” dediler. Ama oldu. Umarım bu film sayesinde bir şeyler konuşulur, çözülür, toplumda bir karşılığı olur.
Şükrü Alaçam hakkında |
1981’de Samsun’da doğdu. Erzurum’da Sahne Tasarımı okurken kısa filmler çekerek, sinema konusunda kendini keşfetmeye başladı. Eğitimini tamamladıktan sonra İstanbul’a gelerek Ezel Akay’la tanışıp asistanlığını yapmaya başladı. 2009’da Başka Dilde Aşk filmiyle sinemanın nasıl yapıldığını öğrendi. Yoktan var edilen bir proje olduğu için bir filmin nasıl yapıldığını ve hangi süreçlerden geçtiğini orada çok net gördü. Klip yönetmeni Burak Ertaş'a prodüktörlük yapmaya başladı. Küçük de olsa kazanıp aile hikayesi olan bu filmi yazmaya başladı. Nail Şenatalar ile birlikte başladığı hikayeyi beş yılda tamamladı ve ilk filmi olan Locman’ı çekti. |
Filmin künyesi
Yönetmen: Şükrü Alaçam
Senaryo: Şükrü Alaçam, Mine Ölce Çakan
Yapımcı: Şükrü Alaçam
Müzik: Hasan Yükselir
Görüntü Yönetmeni: Mehmet Zengin
Oyuncular: Alican Yücesoy, Yeliz Kuvancı, Nisa Sofiya Aksongur, İlber Uygar Kaboğlu, Cem Cücenoğlu, Nergis Çorakçı, Coşkun Çetinal, Volkan Çetinkaya, Sedef Akalın.
Süresi: 90 dakika.
(BD/AS)
* Film hakkında daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.