Fotoğraf: Ali İhsan Arslan'ın fotoğrafı MA, diğer fotoğraflar: Sosyal medya
Türkiye’de 2015-2016 yıllarında sokağa çıkma yasakları döneminde yaşananlar bölge insanı başta olmak üzere tüm ülkede kapanması zor yaralar açtı.
Bölge halkı, yakınlarını kaybetmenin, kentlerinin yok olmasının, evinden barkından olmanın acısını yaşarken, yedi yıldır da başka bir sorunla baş etmek zorunda: Cenazelerin teslimi.
O dönem bazı aileler, aylarca uğraştıktan, eylemler yaptıktan sonra cenazelerini alabildi. Ancak cenazesini alabilmek için yedi yıl beklemesi gereken aileler de oldu.
Sur’da yaşamını yitiren Hakan Arslan’ın kemikleri 29 Ağustos’ta bir torba içerisinde babası Ali Rıza Arslan’a teslim edildi.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın Mart 2016’da yayımladığı raporuna göre, 16 Ağustos 2015- 18 Mart 2016 tarihleri arasında yedi il, 22 ilçede sokağa çıkma yasakları uygulandı. Bu süreçte 310 sivil hayatını kaybetti.
Ancak can kayıplarının çok daha fazla olduğu biliniyor. Raporda, TİHV’in tespit edebildiği ve kimlikleri teşhis edilmeyen 79 kişi bu verilere dahil edilmemişti.
"İstediğimizi tek şey cenazemizi almak"
Bu yedi yıl içerisinde kaç kişinin cenazesi teslim edildi, kaçı hâlâ kayıp, bilinmiyor. Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi Eşsözcüsü Derya Aydın, bu verilerin o dönem sağlıklı tutulmadığı, resmi kayıtlar olmadığı ve sivil toplum kuruluşları da engellendiği için bunu tespit etmenin çok zor olduğunu belirtiyor.
Ancak iletişimde oldukları bazı ailelerden bahsediyor.
O ailelerden birisi Durmiş ailesi. Van’da yaşayan Durmiş ailesi, sokağa çıkma yasakları döneminde Cizre’de kızları Sakine Durmiş’i kaybetti. Sakine Durmiş yaşamını yitirdiğinde 27 yaşındaydı.
Aile, yedi yıldır cenazelerini almak için mücadele ediyor.
Telefon ile ulaştığımız kız kardeşi Şehriban Durmiş, “İstediğimiz tek şey cenazemizi almak” diyor.
"Molozlarla atılmış olabilir"
Durmiş’in anlattığına göre, DNA testi için önce babaları Cizre’ye giderek kan vermiş, ancak bir sonuç alamamışlar. Aileye “Elimizde böyle biri yok” yanıtı verilmiş. Daha sonra anneleri Van’da kan vermiş. Yine aynı yanıtla karşılaşmışlar.
DNA eşleşmesi olmamasına rağmen ablasının ölümünden nasıl emin olduklarını soruyorum. Şehriban Durmiş, “Elimizde fotoğraflar var” yanıtını veriyor.
Durmiş’e göre, ablası enkaz altında kalmış ve molozlarla birlikte atılmış olabilir. Ya da kayıt yapılmadan kimsesizler mezarlığına gömülmüş olabilir.
Ellerindeki fotoğraflarla birlikte yaptıkları başvurudan da sonuç alamadıklarını belirtiyor.
70 yaşındaki anne ve babanın fotoğraflardan haberi yok.
Anne ve baba hâlâ umutla bekliyor
Şehriban Durmiş, “Bir ihtimal yaşıyor olabilir düşüncesindeler” diyor, “Hep bir umut içindeler.”
Tüm dinlerde cenazelere saygı duyulduğunu hatırlatıyorum.
"Cenazeler üzerinden oyun oynuyorlar"
Durmiş, “Onlarda o saygı yok. Aileyi yıpratmak için cenazeler üzerinden oyunlar oynuyorlar” yanıtını veriyor:
“Birçok yere başvurduk ama hiçbir şekilde kabul etmiyorlar. İstediğimiz tek şey cenazemizi almak. O anne baba, evlatlarının bir mezarı olsun istiyor. Ne diyebilirim ki, gerçekten bilmiyorum. Söylenecek söz kalmıyor. Bütün kelimeler anlamını yitiriyor.”
"Suçu örtbas etmek için molozlar arasında cenaze aranmadı"
Sokağa çıkma yasakları döneminde Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Başkanı olan, TTB Merkez Konsey Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur - Fincancı’nın tanıklıkları, Şehriban Durmiş’in tahminlerini haklı çıkarır nitelikte.
bianet’e konuşan Korur-Fincancı, şöyle diyor:
"Teröristlerin olduğu bodrumlar’ iddiasını çürüten ilk bodrumda bir çocuk alt çenesi bulmuştum ben. Sivillerin korunmadığı, ağır savaş silahlarıyla yaşam alanlarına müdahale edildiği koşullarda, belli ki bu suçun ortaya çıkması üzerine yıkılmış olan binalarda molozları kaldırırken herhangi bir şekilde cenaze aranmadı. Molozlar oradan kepçelerle alınıp bir kısmı nehre döküldü. Nehir kıyısında fotoğraflar vardı, insan eli görünüyordu."
Buldukları çocuk alt çenesi raporu nedeniyle siyasi iktidarın kendilerini cezalandırdığını ve cezalandırmaya devam ettiğini söyleyen Korur-Fincancı, “Çünkü sivillerin yaşam alanlarına yönelik bu saldırıları ortaya koyan bir bulguydu. Sonrasında o çene kaybedilmiş olsa da, sonraki ekipler bulamadılar, fotoğraf var ve o fotoğraf kamuoyu ile paylaşıldı. Siyasi iktidar, bu suçu örtbas etmeye dönük çaba içine girdi.” diyor.
Adli Tıp uzmanı Prof. Dr. Korur-Fincancı, Hakan Arslan’ın kemiklerinin bir torba içerisinde ailesine teslim edilmesini de değerlendirdi.
Korur-Fincancı, uygulamanın yeni olmadığını belirtiyor:
“Kemikler üzerinde inceleme yapıldıktan sonra kemiklerin yakınlarına teslimi daha uygun koşullarda yapılabilir. Nasıl yapılır? Üzerine düşünmek gerekiyor. Tabut içerisinde mi, cenaze aracıyla mı yapılması gerekir, bunu bence adli tıp uzmanlarının, psikiyatristlerin, psikologların, sosyal çalışmacıların oturup çalışmasına ihtiyaç var.
"Ben Adli Tıp Kurumu’na başladığım 1985’de, yani 37 yıl önce de ATK kemikleri bu şekilde iletiyordu. Savcılık ve mahkemelerden kayıtlı gelir. Tek tek açılır, içinden çıkan kemikler kaydedilir. Sonrasında kemikler laboratuvarda çalışılır. Adli Tıp Kurumu’nun marangozhanesi vardır.
"Bu marangozhanelerde bu kutular yapılır. Çalışma tamamlandıktan, örnek alındıktan sonra, kemikler mühürlü torbaya konur ve mahkemeye, savcılığa gönderilir, oradan yakınlarının alması istenir. Böyle bir sistem var. Yani yeni bir durum değil.
“Ama insanların etkilenmesi ciddi bir sorun. Genellikle mezar açma süreci yakınları açısından örseleyici bir süreçtir, yas sürecini olumsuz etkiler, yaraları yeniden açar.
"O yüzden biraz önce saydığım meslek alanlarındaki örgütler birlikte kafa yormalı, nasıl en insancıl biçimde, insanlar örselenmeden bu süreç yürütülebilir diye. Gömülme, mezar hakkı bir hak. Türkiye’de nasıl uygulanacağını birlikte değerlendirmek gerekiyor.”
Peki, dünyadaki örnekler?
Korur-Fincancı, şöyle yanıt veriyor: “Mezar açma uygulaması çok yayın bir uygulama değil ama mesela savaş koşullarında, toplu mezarlarda bu tür durumlarla karşılaşıldığında kemikleri ve dokuları ceset torbaları ile teslim ediyorlar.
"Büyük işkenceler, gözaltında kaybetme, toplu katliamlar yaşamış olan Şili, Arjantin gibi ülkelerde bir psikiyatrist eşlik edebiliyor, yakınlarına destek vermek adına. Grup çalışmaları yürütebiliyorlar. Türkiye için de bir ekip çalışmasına ihtiyaç var.”
Prof. Korur-Fincancı’nın önerisi üzerine Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi Eşsözcüsü Derya Aydın’a “Böyle bir çalışma var mı?” diye sordum.
Aydın, İnisiyatif olarak yaklaşık iki yıldır cenazelerin teslimi de dahil ölülere saygı için çalıştıklarını anlatıyor. İnisiyatifte ailelerin kurduğu dernekler, İHD, TİHV, ÖHD gibi kurumlar bulunuyor.
"Ölüye şiddet yaygınlaşarak devam ediyor"
Aydın, “Bu tür uygulamaların normal olmadığı, kim olursa olsun bir şiddet biçimi olduğunun kamusal alanda konuşulması lazım” diyor.
“Bunun yasal mevzuata da yansıması gerekmez mi?” sorusu üzerine ise şu yanıtı veriyor:
“Uluslararası hukukta ve ulusal mevzuatta çeşitli düzenlemeler var. Ölülerin haklarına dair doğrudan düzenleme yok ama ölülerin hatırasına saygı ya da onların yakınlarının hakları var.
"Ya da savaş hukuku düzenlemeleri var. Beden bütünlüğünün parçalanmaması gerektiği, layıkıyla defnedilmesi, eşyalarının teslim edilmesi, hatırasına saygı gibi düzenlemeler var. Türkiye’de gördüğümüz bu örneklerde bunların hiçbiri uygulanmadı.
"Türkiye, kendi yasalarını dahi uygulamıyor. Mesela cenaze normalde ATK’de daha uzun süre kalıyorken, 2016’da o süreyi kısaltıp bir an önce kimsesizler mezarlığına defnetmek için yasayı değiştirdiler. Bu meselenin adli tıpla, hukukla, belgelemeyle ilgili kısımları var. Hakan Arslan’ın cenazesi tekil bir örnek değil. Aynısının bir daha yaşanmaması için herkesin çaba sarf etmesi gerekiyor.”
Aynı zamanda antropolog olan Aydın, Hakan Arslan’ın cenazesinin teslimine dair sorularımı da yanıtladı.
Oğlunun kemiklerini bir torbada taşıyan Ali Rıza Arslan’ın fotoğrafının hissettirdiklerini şöyle anlattı:
“Ölülere yönelik şiddetin bir biçimi olarak tanımlıyorum. Bu yeni bir şey değil, Türkiye’de çok köklü bir geçmişi var. Agit İpek’in cenazesi annesine kargo ile gönderildi. Bir cenaze daha kargo ile gönderildi, o çok gündem olmadı.
"Aracın arkasından ölünün sürüklenmesi, çıplak kadın bedeninin teşhir edilmesi, Taybet ana örneğindeki gibi ölülerin yerde bırakılması, mezarlıkların Bitlis’ten İstanbul’a götürülmesi, cenazelerin gece yarısı defnedilmesi, taziyelerin yasaklanması… Bunlar politik ölümler. Ama başka halkların, inançların cenazelerine yönelik de şiddet var.
"Örneğin Hasköy’de Yahudi mezarlığına saldırı, Ulus’ta Ermeni mezarlarının üstüne TOKİ yapılacak olması, devrimcilerin cenazelerinin saldırıya uğraması. Diğer taraftan trans cenazeleri sahipsiz kalıyor.
"Ne imamlar ne gassallar yıkıyor, aileler de sahip çıkmıyor. Aslında ölülere şiddet çok yaygın. Şunu demek istiyorum: Hem tarihsel olarak hem de topluma yayılmış bir şiddet biçimi olarak tanımlamak gerekiyor. Bu şiddet yaygınlaşarak devam ediyor ve normalleştirilmeye çalışılıyor.”
"Ölüye saygı bir arada yaşamanın en asgari etik ilkesidir"
Derya Aydın, bu şiddetin nedenlerini ise şöyle açıklıyor:
“Ölü bedenlerin bir politik yaşamları var, geçmişleri var. Onları sürdürdükleri hayat ile hatırlarsınız. Bunu o cenazelere sahip çıkanlar biliyorlar ama devlet de biliyor.
"Dolayısıyla yapılan son derece politik bir uygulama. Bu ölümlerin, yani bu siyasal hayatların değersizleştirilmesi ve saygınlığının yitirilmesine dair bir uygulama. Ölüye saygı, bir arada yaşamanın en asgari etik ilkesidir. Ölüye şiddet bu asgari ilkeyi ortadan kaldırıyor.”
"Yaslar ayrımcılığa uğruyor"
Peki, aileler nasıl etkileniyor?
Aydın, şöyle yanıt veriyor:
“Ben, 90’lı yıllarda yaşamını yitirmiş ve layıkıyla defnedilmemiş kişilerin aileleri ile görüşerek bir çalışma hazırladım. 2013’de cenazeleri topladılar, belli yerlerde mezarlar inşa ederek 2., 3. defa yeniden defnettiler. Bunlar cenazesini bulmaya çalışan ailelerdi. Bu acıyı tarif etmek çok zor. Süreklileşmiş bir yas tutma çabası.
"Yas tutmak zaten çok ağır bir şey. Cenazeni en uygun biçimde defnetmek istersin. Tüm dinlerde, inançlarda bir ritüeli vardır. Ölüm çok sert bir şey. Politik ölüm daha da sert. Bir insanı kaybediyorsunuz, o artık olmuyor.
"Normal hayatın seyrini devam ettirebilmek için yas, cenaze, ritüel, dini vecibeler gibi uygulamalar yerine getirilir ki, o evrelerden sonra siz hayatınızın seyrine geri dönersiniz. Düşünün, bunu yapamıyorsunuz.
"En kötüsü öldüğünü duyuyorlar ama cenaze yok. Cenaze olmadığı halde yas tutmak istiyor. Bu sefer taziyesi yasaklanıyor. Uzun süreye yayılmış yası yasaklanıyor, yası ayrımcılığa uğruyor. Yas tutmaya değer görülmüyor.”
(DO/EMK)