Ertuğrul Kürkçü, Ayşegül Doğan'la, 14 Haziran 2021'de "Yeniden TV" için yaptığı söyleşinin video kaydının 22':16" saniyesinden kayıt sonuna kadar olan bölümde Kızıldere katliamını, devrimcileri Kızıldere köyüne getiren süreci ve orada yaşananları, katliamı, katliam sonrasını ve kendi mücadele deneyiminin bir anı olarak anlatıyor. Söyleşinin Yeniden TV sitesindeki video kayıt çözümleri için de bağlantıya tıklayabilirsiniz.
Kızıldere'ye giden yol
Kürkçü, Ayşegül Doğan'a Kızıldere'de sonuçlanan başkaldırıyı doğuran koşulları şöyle özetliyor:
1970 yazını ordu sadece işçi hareketini bastırarak değil; aynı zamanda Kürdistan'da da çok büyük harekâtlara, manevralara girişerek geçirdi. Bütün bunlar apaçık herkese gösterdi ki Türkiye artık eskisi gibi yönetilmeyecek. Bu yeni bir siyaset modeli gerektiriyordu ve hepimiz biliyorduk ki yeni bir siyaset modeline geçilmesi lazım, eskisi gibi gitmez.
Daha büyük bir baskı ve bu baskıya cevap verebilecek örgütlenmeler... Ne yazık ki, ne Türkiye İşçi Partisi (TİP) kendini bu şekilde dönüştürebilecek bir genel siyaset planına sahipti, ne de Türkiye İşçi Partisi'ni eleştiren Milli Demokratik Devrim (MDD) kanadının liderleri bu yönde bir atılım içindeydiler.
Ama hayat öyle akmıyordu işte. Faşistler her gün saldırıyordu, kontrgerilla da öyle... Tabii biz o zaman adının kontrgerilla olduğunu bilmiyorduk ama kontrgerilla denmeyen kontrgerilla, aslında her gün bir kontra faaliyet yürütüyordu ve bunun ordunun ve hükümetin himayesinde gerçekleştiği apaçıktı. Dolayısıyla bütün bunlara yanıt verecek bir yeni örgütlenme tasavvuru 1970 yazının en önemli meselesiydi.
O süreçte bütün eski bağlılıklar koptu. Yeni filizler ortaya çıktı ama onlar da kendilerini nerede konumlandıracaklarını bilemiyorlardı ve 9 Mart'ta ordunun radikal kanadı bir darbe girişiminde bulundu. Bu darbe girişimi komutanlar tarafından bastırılarak yöneticileri tasfiye edildi ve 12 Mart'ın kapısı açılmış oldu.
Böylelikle orduya bel bağlayanlar için ordu bir dönüşüm kapısı olmaktan çıktı. Bu durumda hızla iki karardan birine doğru seçim yapmanız gerekiyordu: Ya bu örtük darbeye, 12 Mart'ta verilen muhtırayla birlikte oluşan yeni statükoya karşı yeni bir atakta bulunacaksınız veya geri çekileceksiniz.
Bugün bakınca buna karşı bir direniş çizgisi izlemenin gerekliliği ve meşruiyeti bir kere daha görülüyor. Ama bunun daha sonra hiç tekrar edilmeyişine bakarak, ya da Türkiye'nin batısında hiç tekrar edilmeyişine bakarak aslında sürdürülebilir bir hareket tarzı olmadığı da aşağı yukarı ortaya çıkıyor. O yüzden bütün bu kararlar çok hızlı ve zor kararlardı.
"Kızıldere son bir çığlıktı"
Kızıldere köyündeki kuşatma esasen bize yardımcı olan aracıların büyük işkenceler altında, köyün civarındaki ağıllara devrimcileri daha önce bıraktıklarını itiraf etmeleriyle başlıyor ve köyle ilgili deliller toplanmış oluyor. Bizim kuşatılmamızın gerisinde yine bir iz takibi var. Tabii o coğrafyayı düşünün; Fatsa ve Ünye ile Tokat'ın Almus ilçesi arasındaki mesafe kadar bir mesafe... Devlet için uçaktan baktığında avucunun içindeki bir mesafe.
Onlar için bütün bu planlamaları yapmak o kadar zor değil. Zaten bunu daha sonra sorgu sırasında bana kendileri de söyledi. Hava karlıydı, kardaki tekerlek izlerinden zaten köy civarını tahmin etmişler, belki palavradır, belki doğrudur. Ama sonuç olarak bizim yaptığımız şeyi bir son çığlık, son haykırış olarak görebiliriz.
Yoksa ben doğrusu, rehin aldığımız görevliler karşısında devletin herhangi bir uzlaşma yapacağını düşünmüş değildim. Kaldı ki, çok enteresandır, Türkiye ve İngiltere hükümeti arasında o dönem ve daha sonra bu konuda hiçbir tartışma olmadı. Bu konudaki kararı birlikte vermiş olabilirler ya da bu zayiata razı olduğunu İngiltere hükümeti söylemiş olabilir. Gözden çıkarılabilir kişiler olduklarını bugün de anlayabiliyoruz.
Kızıldere on devrimciden kurtulma pahasına devletin verdiği bir karardır
Devletin serinkanlılıkla şu hesabı yaptığını anlamak, devleti anlamak bakımından anahtar değerindedir. Üç tane önemsiz İngiliz istihbarat elemanının imha edilmesi, Türkiye'nin geleceğinde tayin edici rol oynaması muhtemel on devrimciden kurtulma pahasına devletin verdiği karardır.
Elbette serinkanlılıkla yapılan hesabın sonucu, bunlar imha edildi. Bu hesabın korkunçluğunu ve aslında bu hesabı yaparken kendilerince ne kadar doğru bir akıl yürüttüklerini yaşadığımız hayat bence bize gösterdi. Çünkü daha sonraki yıllarda devrimci hareketin karşısına çıkan en önemli mesele on devrimciyi kaybetmekten ibaret değildi.
Bu, Türkiye'de devrimci harekete bir liderlik krizi olarak döndü. Denizlerin [Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan] idamı, Sinan Cemgillerin [Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan] öldürülmesi, Hüseyin Cevahir'in öldürülmesi, Ulaş'ın [Bardakçı] öldürülmesi ve arkadan Kızıldere'deki katliamla [Ahmet Atasoy, Cihan Alptekin, Ertan Saruhan, Hüdai Arıkan, Mahir Çayan, Nihat Yılmaz, Ömer Ayna, Sabahattin Kurt, Saffet Alp ve Sinan Kazım Özüdoğru] birlikte, önceki yedi-sekiz yıl boyunca yaratılmış olan önderlik kapasitesinin tamamı, devrimci hareket açısından, bir seferde tasfiye edilmiş oldu.
Daha sonra Türkiye devrimci hareketinin, birbirini tanıyan, bilen, bir güven bağına, bir vukufa, derinliğe sahip bir liderler grubundan yoksun olarak sürdürdüğü macera çok büyük bir kriz halinde devam etti. O nedenle en önemli mesele bence bu karardı.
Ben doğrusu bu açıdan baktığımda, Türkiye'yi yöneten bütün güçlerin bu kararda ortak olduklarını düşünüyorum, çünkü idamlar karşısında daha büyük bir uzlaşmazlık gösteren İsmet Paşa'nın Kızıldere'deki eylemlerin ardından bu tutumunu tamamen değiştirerek askeri otoritenin önünü açan bir tutum almış olması da son derece önemliydi. Yani diyeceğim şu; Kızıldere meselesi o manada bizim siyasi tarihimizde, sonraki döneme etkileri bakımından son derece önemli.
Şüphesiz devlet orada bir uzlaşmanın olmayacağını biliyordu, zaten bu uzlaşma kapısını kapatmak için bizi tuzağa çektiler. Önce "görüşmek istiyoruz, çıkın" dediler... Mahir eğer kendisini gösterirse derhal vuracaklarını tahmin ettiği için bizlerden birinin konuşmasını istedi ve ben çıktım, konuştum. Daha kafamı çıkarırken makineli tüfeklerin arkasına askerlerin geçtiğini görüp kendimi geri çektim ve iki el silah sesi geldi. Belli ki Mahir diye vuracaklardı.
Ama Mahir gene de o makineli tüfeklerin ateşinden kurtulamadı. Biz kendimizi aşağı atabildik ama o orada vuruldu. Tabii o noktadan sonra zaten uzlaşma ve geri dönüş yollarını bizim için kapatmış oldular. Belki şöyle düşünüyorlardı; Mahir'i vurursak geri kalanlar başsız kalır... Ama bilmiyorlardı ki oradaki herkes baştı ve bu, onların düşündüğünün tam tersine teslim olmama kararlılığını en üst seviyeye çıkarttı. (AEK)
Devamı için tıklayın>>>
Ertuğrul Kürkçü'nün 29 Mart 2022 akşamı Can TV'de yayınlanan özel program kaydını da aşağıdaki görüntüye tıklayarak izleyebilirsiniz.