Zorlu koşulları nedeniyle acil şerhiyle huzurevine kabulünü yaptığımız Abdullah Amca, başlangıçta bizi epeyce yormuştu. İçimize karışınca, sınırlı sayıda insanla iletişime geçince uyum süreci hızlanmıştı. Canını sıkan bir şey olduğunda "müdürün kahvesini içmeye geldim!" der, bir-iki laflayıp giderdi.
Sonra ben huzurevinden ayrıldım. Karnı şiştiğinde, beni özlediğinde, hayatını denetleyemez olduğunda bir bahaneyle yeni işyerime gelir, içinde biriktirdiklerini boşaltır, "havalandım yine" diyerek giderdi.
Anlayacağınız, onun selamsız sabahsız ziyaretlerine alışkındım,
"Hele bir otur, soluklan! Paltonu, şapkanı alayım" dedim. İkiletmedi. Daimi gözlüğünün üstüne geçirdiği yakın gözlüğüyle elindeki gazete kupürünü okumaya çalışıyordu. "Ne içersin?" sorumu yanıtlamayınca telefonla iki sade kahve siparişi verdim.
"Eeeee, ne varmış o haberde?"
"Adam 73, kadın da 60 yaşındaymış. Evlenmek istemişler.
"Ne güzel işte."
"Bak yine 'tecahül-i arif' sanatına başvuruyorsun eski müdürüm! Böyle yapıp, İnsanın boğazına tıkama lafı."
Gündemi kendince saptamasına, konuya böyle dolaylı girmesine alışkın olduğumdan konunun nereye bağlanacağı anlamıştım. Gülmeme yalancıktan sinirlendi.
"Dinle hele! Adamın dokuz çocuğu varmış. İki yıl önce karısı ölmüş. Bir süre önce yakınlarına yeniden evlenmek istediğini söylemiş".
"Eeee, zor tabii bir erkek için yalnız yaşamak..."
"Ankara'da yaşayan yakınları adamı beş yıl önce eşini kaybeden beş çocuk annesi 60 yaşındaki bir kadınla tanıştırmış. Birbirlerini beğenmiş olmalılar... Sonra adam yakınlarıyla beraber kadını istemeye gitmiş".
"Abdullah Amca! Köpeğin adamı ısırması haber olmaz. Yani adam köpeği ısırmış mı?".
"Bekle hele! Kadının çocukları istememiş analarının evlenmesini. Adam ret cevabı alınca hayal kırıklığına uğramış. Kırıkkale'deki köyüne geri dönmüş".
"Peki kadın çocuklarına 'ben istiyorum' dememiş mi?"
"Sabret! Kadın, adamı telefonla arayıp, 'beni kaçır' demiş".
"Aferin, kadına! Eeee... Romantik aşk hikayesinin sonunu merak ediyorum".
"Adam, kamyonla Ankara'ya gidiyor. Kadının evindeki eşyasını kamyona yükleyip, köyüne getiriyor".
"Kadını?"
"Tövbe estağfurullah... Adam gönül hırsızı; adi hırsız değil! Tabii ki kadın da..."
O arada kahveler gelince, çekmecemden çıkardığım çikolatayı ikiye bölüp bir parçasını uzattım. Fincanından höpürdeterek büyük bir yudum aldı.
"Kadının çocukları, analarını evde bulamayınca, 'kaçırıldı' diye jandarmaya gitmiş. Kadın ve adamı jandarma köyde yakalıyor. Sorgulama, ifade verme... Bizimkiler savcılıkta 'mutlu bir yuva kurmak istediklerinden evleneceklerini' söyleyince serbest bırakılıyor".
"Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine mi?"
"Evet... Soy adları 'Sevindik' olan çift, akrabalarının da katıldığı bir törenle evlenince 'sevindirik' olup, gazetecilere birbirlerini çok sevdikleri için evlendiklerini söylemiş".
"Adam, köpeği ısırmış işte..."
Soğuyan kahvesini bir yudumda bitirip, fincanı ters kapattı. Ardından tavandaki okyanusun derinliklerine daldı. Anlattıkları aklıma kara kaplı defterime yazdığım İlhan İrem'in Gece Yolculuğu (Yaşlılık-Yalnızlık Penceresi) şarkısının sözlerini düşürmüştü. Hemen bulup içimden okumağa başladım "Yaşlılık Penceresi" bölümünü, içimden.
"Kimi derin derin bir uykuda
Kimide sonsuz bir yolculukta
Yağmur ölgün ölgün damlamakta
Gece bile sinmiş bir kenara sokakta
Ne düşünüyor dersin
Gece böyle, kara kara
Neye ağlıyor dersin
Geceler, kara kara
Sana mı? hıı
Bana mı? hıı
Yoksa ona mı? hıı
Yoksa eriyip geçip giden
Zamanlara mı?
Yoksa birbirlerine sırt çeviren,
İnsanlara mı?......"
Abdullah Amca'nın sesiyle irkildim: "Senin işin var herhalde, ben kalkayım".
"İnsanda iş yapacak hal bırakmadın ki! Hele bir sırtını arkaya yasla... Beni dinle...
"Aralarından geçiyorum
Hiç kimse el ele değil
Herkes kendine dönmüş diyorum
Bir kaçının içine bakıyorum
Hiç kimse kendisiyle barışık değil
Herkese kendini anlatıyorum
Kime kendini anlatsam şaşırıyor
Kendimi kime anlatacağım, şaşırdım
Hiç kimse ilkin kendisine alışık değil
Hiç kimse ilkin kendisiyle barışık değil"
"Vay be! Yalnızlık bu kadar mı güzel anlatılır! 'Hiç kimse ilkin kendisine alışık değil / Hiç kimse ilkin kendisiyle barışık değil' Kim bu ozan alla'sen?"
"İlhan İrem. 'Gece Yolculuğu' şarkısının 'Yalnızlık penceresi" bölümü".
"Aferin ona! Bana bir şişe su verirsen?"
Uzattığım şişeyi bir dikişte bitirdi. Ayağa kalktı. Boğazını temizlerken pantolonunu yukarıya çekiştirip, lastikli askısını düzeltti. O tok sesi odamı doldurdu.
"yalnızlığın kadarsın
yalnızlığın mis kokmalı
yalnızlık dediğin büyük bir zindan
dünyanın en kalabalık zindanı
dinden imandan çıkarır
ama öyle bir adam eder ki insanı"
Derin bir nefes alıp, çökercesine oturdu koltuğa. "Bil bakalım bu şiir kimin?"
"Sınav mı oluyorum? Okuduğun Bedri Rahmi Eyuboğlu'nun 'yalnızlık' şiiri".
"Bak evlat... Buraya gelirken toplumun yaşlılara bakış açısındaki sakatlığı konuşmağa gelmiştim. Gazete haberini irdeleriz birlikte diye. Ancak arife tarif meseli... Konuyu istediğin mecraya çekiverdin. Yaşlılık ve yalnızlık konuşuyoruz. Daha doğrusu şiirleşiyoruz".
"Bu da bir zenginlik, paylaşım işte!"
"Seni bu yüzden seviyorum ya, evlat! Haydi, kahve fincanım falıma bakman için bekliyor..."
"Ben artık işi ilerlettim. Fincana başvurmadan fal bakıyorum. Aaaa, yüreğin kabarmamış. Didim tarafına yolculuk görünüyor. Önce bankaya gidip emekli aylığını alacaksın, sonra otobüs biletini. Yazlığın bahçesini bahara hazırlayacaksın. Sakın oralarda alkol ve sigarayla muhabbetini arttırma. Sabah yürüyüşlerini de ihmal etme... İlaçlarını zamanında al... Güneşte fazla durma...
Oğlunla aranı bir an önce düzeltmeğe bak... Huzurevindeki bazı sorunları da fazla büyütme... Her şeye parlama... Bu yaştan sonra düzeltemeyeceğin şeyler için kendini parçalama... Geçip gidenle değil, gelecekle ilgilen... Üç aylığını idareli kullan... Yeter mi bu kadar?"
"Tecahül-i arif sanatını sevdiğini biliyorum. Peki, bu dolaylı anlatımın özel bir adı var mı?" deyişine karşılıklı gülerken o fötr şapkasını kafasına geçirmişti. "Haydi eyvallah!"
Abdullah Amca'yı geçirmeye giderken pencereleri açtım. Döndüğümde odamı soğuk ama tertemiz bir hava doldurmuştu.(ŞD/EÜ)
* Şadiye Dönümcü, Sosyal Hizmet Uzmanı.