Bir ulus-devlet için yeni bir başlangıç yapmanın tarihte en sık rastlanan şekli, resmi tarihini ortaya koyma ve eskiyi kolektif hafızadan silme girişimleridir. Yeni sınırlar çizmeye ve eskiyi kovmaya dönük bu girişimlerde kullanılan araçlardan biri, kentler ve kent mimarisidir. Tarihin süreklilik duygusunun yeniden üretildiği yerler olan "anısal" mekânlar, toplumun geçmişle bağ kurmasını sağlar. "Eski" olana ait mimari dokunun kent yüzeyinden silinmesi, toplumsal hafızadan da silinmesine yol açar; geçmişle toplum arasındaki sürekliliği sekteye uğratarak, toplumun "derine inememesine", hatırlayamamasına ve dolayısıyla, geçmişiyle yüzleşememesine neden olur.
Türkiye'nin ulus-devletleşme deneyiminde toplumun geçmişle bağını koparma şiarının önemli rol oynadığını göz önünde bulundurursak, tarihi yeniden gözden geçirerek alternatif hafıza alanları oluşturabiliriz. Bu yazı da, unutulanı "geri çağırarak" alternatif bir hafıza alanı yaratılmasına katkı sunmak için kaleme alındı.
Divan Oteli, toplumun geçmişle olan bağını koparma işlevi gören yapılardan biri. Birkaç yıl öncesine kadar Taksim Gezi Parkı'nda karşımıza mezartaşları çıkıyordu. Bugün Gezi Parkı'nın Askeri Müze'nin, TRT İstanbul Radyosu binasının, Hilton ve Divan otellerinin olduğu bu alan eskiden bir Ermeni mezarlığıydı.
Surp Agop Mezarlığı'nın tarihçesine ve bugün yeniden açılan Divan Oteli'ne bakıp, köklü bir geçmişin nasıl bir adaletsizliğe kurban gittiğini hatırlamak gerekiyor. Çünkü, Mithat Sancar'ın dediği gibi, "Unuttuğumuz pek çok şey ebedi olarak yitip gitmez; geçici olarak ona erişemeyeceğimiz bir yerde bizi bekler."
Edebiyatın tanıklığı
Bu yitip gitmeyi engellemek için tutunulabilecek en sağlam dallardan biri, edebiyatın tanıklığıdır. Orhan Pamuk, Cevdet Bey ve Oğulları'ndaki tanıklığıyla, kentin yüzeyinden silinmiş olsa da yitip gitmeyen bir olayı, Surp Agop Mezarlığı'nı hatırlatmaya çalışır bize:
"(...) Yeni vali kulüp binasını yıktırmak istiyor, onlara karşıdaki Surp Agop mezarlığında küçük bir arsa vereceğini söylüyordu. Bunu vereceği de galiba şüpheliydi. (...) Hanımlardan biri eski mezarlığın toprağında tenis oynamanın uygunsuz olacağını söyleyince de hava yumuşadı ve birdenbire sessizlik oldu. (...) Eski mezarlığın üstünde tenis oynanmayacağını söyleyen hanım o köşedeki arsanın mezarlarla değil eski bir kilisenin yıkıntısıyla kaplı olduğu söylenerek yatıştırıldı."
Aynı çaba, Ahmet Aziz'in Aşkale Yolcusu Kalmasın romanında da görülür: "Servetlerinin göz doldurur hâle gelmesi ise, Varlık Vergisi yılına tekabül ediyor. Ortalıkta bir insanlık dramı yaşanırken, onlar o yıl şaha kalktılar. (...) Geçen yıl istimlâk edilen, Surp Agop Mezarlığını ve Surp Krikor Lusavoriç Kilisesini münasebetsiz bir fiyata satın almak için araya öyle hatırlı adamlar koyuyorlar ki şaşırıp kalırsın. Fısıldanan isimleri duydukça hayretler içinde kalıyorum. Mezarlığın ve kilisenin çok ucuza düşürüleceğini düşünüyorum."
Hafızanın tutunacağı diğer bir dal da dönemin basın organlarıdır. Fakat bu çalışma için taradığımız kaynaklarda gördük ki, Türkiye'deki ve Türkiye dışındaki Ermenice basın konuya geniş yer verirken, Türkçe basın sessiz kalmış. Dava sürecini bütünlüklü olarak takip eden tek kaynağın, Armaveni Miroğlu'nun, Ermenice basını tarayarak kaleme aldığı ve bu yazıyı oluştururken sıkça başvurduğumuz "Pangaltı Ermeni Mezarlığı (Surp Hagop Mezarlığı)" başlıklı makale (Toplumsal Tarih, no 187) olduğunu da belirtmeliyiz.
Mezarlığın tarihçesi
Surp Agop Mezarlığı'nın tarihi, 1560'ta İstanbul'da yaşanan büyük veba salgınıyla başlar. Ermeni cemaati, salgında ölenleri, o zamanlar şehir dışı sayılan Elmadağ'da, bugün Surp Agop Hastanesi'nin bulunduğu alanın karşısındaki Surp Agop Mezarlığı'na gömmeye başlar.
Vanlı Margos Natanyan'ın 1929'da kaleme aldığı mektuba göre, mezarlığın üzerinde bulunduğu topraklar, Kanuni Sultan Süleyman'ın aşçısı Manuk Karaseferyan sayesinde Ermenilere geçmiştir. Sultan'ın Buda'yı zaptetmesinin ardından, onu zehirlemek için bir komplo kuran Almanlar, Manuk'tan bu komploya dahil olmasını isterler, çünkü Sultan, onun bilgisi haricinde hiçbir şey yememektedir. Manuk bu isteği reddeder ve komployu meydana çıkarır. Sultan, Manuk'u mükâfatlandırmak ister. Manuk, ondan, İstanbul Ermenileri için bir mezarlık talep eder. Sultan da, Pangaltı'ndaki geniş araziyi Ermenilere verir.
Natanyan'a göre, bu arazi Taksim'den Harbiye'ye kadar uzanır. Vanlı Karaseferyan ailesinden, 1808 yılında ölen Harutyun Karaseferyan da, Manuk Efendi gibi, Pangaltı Ermeni Mezarlığı'na gömülür; mezartaşına, o mezarlığın padişah fermanıyla kendi atasına verildiği yazılmıştır.
1865'teki kolera salgınından sonra, artık şehrin önemli merkezi olan Pera'ya çok yakın olan Surp Agop Mezarlığı'na ölü defnedilmesi yasaklanır. Buna karşılık, Şişli Ermeni Mezarlığı cemaate tahsis edilir. Surp Agop Mezarlığı'na ölü defnedilemediği için boş kalan araziye, Istepan Paşa Aslanyan'ın çabalarıyla, Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi inşa edilir.
Sultan Abdülaziz korudu
1872'de, Şehremaneti (Belediye), Surp Agop Ermeni Mezarlığı'na el koyup arazisini Harbiye arazisine katmak ister, ancak Sultan Abdülaziz, mezarlık topraklarının padişah fermanıyla Ermeni cemaatine verildiğini ve Ermenilere ait olduğunu onaylar. 1912'de, Belediye, caddeyi genişletmek için, mezarlığın bir kısmını almak ister. Cemaate, toprağın bedeli olarak değil, sadece, duvarın yapımı, kemikler ve mezartaşlarının taşınması gibi masrafların karşılığı olarak 15 bin altın ödenir.
Mezarlık'taki "anıtlar"
31 Mart Olayı sonrası mezarlığa gömülenler, ayrı bir bilgi karmaşasına sebep olur. 1909'da, Hareket Ordusu İstanbul'a yaklaşırken, Taşkışla ve Selimiye kışlalarında barikat kuran Avcı Taburları'ndaki askerler şiddetle karşı koyar ve öldürülürler. Cesetler Surp Agop Ermeni Mezarlığı'na gömülür. Bir Generalin 31 Mart Anıları adlı kitabın yazarı Mustafa Turan, bu durumu, "31 Mart olaylarının bu zavallı kurbanları bir Müslüman mezarlığına bile layık görülmemişler, Ermeni Mezarlığı Surp Agop'a gömülmüşlerdir" diye anlatır.
Öte yandan, bu olayda ölen Hareket Ordusu askerleri ve Hıristiyan gönüllüler, görkemli bir törenle, birlikte gömülürler. Enver Paşa, mezar başında yaptığı konuşmada "Müslümanların ve Hıristiyanların yaşarken ve ölürken, bundan böyle hiçbir ırk ve inanç ayrımı tanımaksızın yurtsever arkadaşlar olduklarının nişanesi olarak yan yana yattıkları"nı söyler. Arsen Avagyan, Ermeniler ve İttihat ve Terakki adlı kitapta, Hareket Ordusu'nda savaşırken ölenlerin de Surp Agop Mezarlığı'na gömüldüğünü, hatta mezarlığa, kardeşliği ve Müslüman-Hıristiyan birliğini temsil eden bir anıt dikildiğini belirtir.
Oysa bu iddiaya kaynak olarak gösterilen, Edwin Pears'in Forty Years in Constantinople adlı kitabında, bu anıtın, aslında Hürriyet Tepesi'nde bulunan Abide-i Hürriyet olduğu, Hareket Ordusu'nda hayatını kaybedenlerin de İngiliz Kız Lisesi'ne ait arazinin bitişiğine gömüldüğü yazılıdır. Enver Paşa da bu konuşmayı o anıtın önünde yapmıştır.
Bir başka iddia ise, Surp Agop Mezarlığı'na 1919'da bir soykırım anıtı dikildiği yönündedir. O yıl İstanbul'da bu amaçla bir komite kurulduğu ve bir dizi anma projesi olduğu doğrudur. Ünlü Ermeni entelektüel Teotig de bu komitededir; 1915'te götürülen ve öldürülen Ermenilerin biyografilerini toplamaya ve yazmaya bu sebeple başlar. Teotig'in "11 Nisan Anıtı" adlı kitabının kapağında yer alan fotoğraftaki anıtın Surp Agop Mezarlığı'ndaki anıt olup olmadığı, maalesef bilinmiyor.
Rita S. Kuyumjian'ın, Teotig ve kurulan komiteyi konu alan kitabında bu anıttan hiç bahsetmemesi ve bugün elimizde, bu anıtın açılışı veya orada yapılan töreni gösteren hiçbir fotoğraf bulunmaması nedeniyle, bu bilgi şimdilik sadece bir iddia niteliği taşıyor.
Dava başlıyor
Beyoğlu ilçesinin en işlek ve geniş caddesi üzerinde bulunan Surp Agop Mezarlığı, geniş ve oldukça değerli bir araziye sahiptir. Bu yüzden, 19. yüzyılın sonunda başlayan, arsayı elde etme çabaları, eskiyle bağını koparmış yeni bir İstanbul kurmayı hedefleyen Cumhuriyet döneminde de sürer.
Bu hedef doğrultusunda, 1931'de, İstanbul Belediyesi, arsanın Sultan Beyazit Veli adlı bir vakfa ait olduğunu iddia ederek, diğer metruk mezarlıklar gibi Belediye'ye devredilmesi talebiyle Tapu İdaresi'ne başvurur ve dava açarak hukuki süreci başlatır.
Armaveni Miroğlu'nun makalesinde aktardığına göre, bunun karşılığında, Cemaat Cismani Meclisi tarafından gerekli belgeler hazırlanarak Ankara'daki Tapu Genel Merkezi'ne müracaat etmek üzere iki temsilci gönderilir. Temsilciler, Pangaltı Ermeni Mezarlığı'nın metruk olmadığını, sadece zamanında, sağlık nedenlerinden dolayı oraya ölülerin gömülmesinin yasaklandığını açıklarlar. O tarihten sonra birçok kez, arsanın Ermeni cemaatinin mülkü olduğunun tescillendiğini ve bu yüzden, el konamayacağını belirtseler de, Tapu Merkezi, İstanbul Tapu İdaresi'ne, arsanın Belediye üzerine kaydedilmesini emreder.
Dönemin patriği Mesrop Naroyan, Ermeni cemaatinin temsilcisi olarak dava sürecini takip eder ve müdahil olur. Belediye, Surp Agop Mezarlığı'na el koymanın yanı sıra, mezarlığa ait gayrimenkullerin gelirine de haciz koyunca, Patrik Naroyan ve vekil Kevork Torkomyan, mezarlığın metruk olmadığı gerekçesiyle Patrikhane adına Belediye'ye dava açar. Patrikhane'nin avukatı Maksut Narlıyan ve Necati Bey, mezarlığın, mahkeme son kararını verene kadar resmi olarak Belediye'ye geçmesine izin verilmemesini talep eder. Mahkeme, davanın sürmesi sebebiyle, Belediye'nin arsayı geç elde etmesinden meydana gelecek değer kaybını karşılamaları için 20 bin lira kefalet gösterilmesi şartıyla, talebi kabul eder.
Bu karar üzerine, Belediye'nin avukatları, Türkiye'de Ermeni cemaatinin ve bir Ermeni Patrikhanesi'nin var olmadığını, Bakanlar Kurulu'nun 19 Temmuz 1915 tarihli kararıyla Ermeni Patriği'nin Kudüs'e sürgün edildiğini ve Patrikhane'nin de oraya nakledildiğini iddia ederler. Amaçları, Patrik Naroyan'ın cemaat adına dava açma hakkı olmadığını kanıtlamaktır. Patrikhane avukatları, mezarlık davasını bir kenara bırakıp, mahkemeye, Ermeni cemaatinin varlığını kanıtlayan deliller sunmak zorunda kalırlar. Patrikliğin ve Patrikhane yönetmeliğinin yeniden onaylanışını gösteren 18 Ekim 1915 tarihli kararname, Belediye avukatlarının itirazlarını çürütür ve mahkeme, Belediye'nin taleplerini reddederek Patrikhane'nin dava açma hakkı olduğunu kabul eder. Böylece, Türkiye'de hukuksal şahsiyetlerin tüm haklarına sahip bir Ermeni cemaati olduğu ve dini kurumları adına hak sahibi önderinin Patrik Naroyan olduğu onanmış olur.
Ahmed Refik'in "mütaalası"
Mahkeme, Sultan Beyazit Veli Vakfı'nın sınırlarının belirlenmesini ister ve içlerinde tarihçi Ahmed Refik Altınay ve İstanbul Asar-ı Atika Müzeleri Müdürü Aziz Ogan'ın da bulunduğu dört kişilik bir bilirkişi heyeti atar. Mezarlığın Ermenilere ait olduğunu gösteren belgelerin sahte olduğunu iddia eden Altınay, arazinin Sultan Beyazit Veli Vakfı'nın mülkü olduğunu "bilimsel" yollarla ortaya koyar.
Bu süreçte, Türkiye basınının Surp Agop Mezarlığı davasına ilgisi artar. Yayımlanan haberlerde, genellikle, tarihçi olarak davaya müdahil olan Altınay'dan övgüyle bahsedilir. Altınay, Akşam gazetesine Surp Agop Mezarlığı davası hakkında bir röportaj verir. Dava için hazırladığı raporun tarihsel arka planını anlattığı röportajda, Patrikhane avukatı Necati Bey'in davada bahsi geçen hisar konusunda bilgi eksiği olduğunu, "Türk her şeyi yıkar ama kendi yaptığı hisarı asla" diyerek belirtir.
"Malum" sonuç
Bilirkişi heyeti, yaptığı araştırmalar sonucunda hazırladığı raporda, mezarlık arsasının Sultan Beyazit Veli Vakfı'na ait olduğunu belirtir. Vakıflar Müdürlüğü'nde yapılan toplantıda, Ahmed Refik Bey, Sultan Beyazit Veli Vakfı'na ait olduğunu ileri sürdüğü belgelerden örnekler sunar ve vakfın sınırlarıyla ilgili bilgi verir.
1933'te, İstanbul Hukuk Mahkemesi, bu rapora dayanarak, Surp Agop Ermeni Mezarlığı'nı, Mezarlıklar Kanunu'na göre metruk mezarlık olarak kabul eder ve arazinin Belediye'ye geçmesine karar verir. Ahmed Refik Altınay'a, Belediye'ye yaptığı "milyarlar değerindeki katkılar"dan dolayı bir ev tahsis edilir.
Bu arada, davayla ilgili tüm belgelerin bulunduğu, Sultanahmet'teki Adliye Binası 3 Aralık 1933'te çıkan yangında yok olur. Bu yüzden, Surp Agop Ermeni Mezarlığı davası, mahkemelerin yeniden faaliyete geçmesine kadar ertelenir. Halbuki, Miroğlu'na göre, belgelerin hepsinin birer kopyası Tapu Dairesi'nde ve Belediye'de mevcuttur.
1 Mart 1931'de başlayan Surp Agop Mezarlığı davası 26 Kasım 1934'te bitmiştir. Mahkeme, diğer kararlara ek olarak, Patrikhane'nin, mahkeme masraflarını ve Belediye Vekili'nin 150 lira avukatlık masrafını ödemesine karar verir.
İkinci bir dava
Bir süre sonra, Beyoğlu Üç Horan Kilisesi Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Hovsep Celal, yapılan haksızlığın giderilmesi amacıyla yeni bir dava açıp "tedbir-i ihtiyat" talep eder. Mahkeme, bu talebi, mezarlık arazisinin, üzerinde bina olan kısımları için ve 10 bin lira kefalet gösterilmesi şartıyla kabul eder ve bu kısımların dava bitene kadar cemaatte kalmasına karar verir.
Fakat Belediye, davanın sonuçlanmasını beklemeden, tapularını çıkarttırıp haritalarını hazırlattığı bu arsaları satmayı planlar. Bu arada, arazinin değer tespiti için müracaat edilen mahkeme, arazinin üç yıl öncesiyle güncel değeri arasındaki farkın tespiti için bir komisyon kurar. Arazinin değer kaybına uğradığına karar verilince, Belediye, tazminat, ve 3 yıllık toplam kirayı talep eder.
Bunun üzerine Tapu Merkez Kurulu, arazinin tapusunu Belediye'ye vermeyi kararlaştırır. Mahkemenin tespit komisyonunun yazdığı raporda, arazinin üç yıl içindeki değer kaybının 124 bin lira olduğu belirtilir. Belediye, bu bedele satışın gecikmesinden doğan zararı da katıp, Patrikhane ve vekillerinin aleyhine 180 bin liralık tazminat davası açar. Gazeteci Asım Us'un iddiasına göre, Patrikhane bu bedeli ödememek için araya Sabur Sami Bey'i sokar. Belediye'yi davadan vazgeçiren Sabur Sami Bey, bunun karşılığında, mezarlık arazisinin Patrikhane'nin elinde kalacak olan yaklaşık 6 bin metrekarelik kısmını alır.
Kızının üzerine yaptırdığı bu araziyi, Milli Reasürans İdaresi adına satışa çıkarır ve 60 bin liraya satar. Bu arada, mezarlığın önündeki haç ve tabela çoktan kaldırılmıştır ve kitabesi bugün Şişli Ermeni Mezarlığı'ndadır.
Mezarlık yok oluyor
Vakıf daha sonra, arazinin kendisine ait olduğu iddiasıyla yeni bir dava açsa da sonuç alamaz. Böylece, Belediye ile Ermeni cemaati arasında uzun yıllar süren mesele, İçişleri Bakanlığı'nın emriyle, İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ ve Beyoğlu Üç Horan Vakfı'nın Yönetim Kurulu'ndan Arşag (Adil) Surenyan arasında imzalanan anlaşma ile sona erdirilir (Atatürk'ün bir dönem diş doktorluğunu yapmış olan Arşag Surenyan, eski Galatasaray başkanı Faruk Süren'in dedesidir). 850 bin metrekarelik arazi Belediye'ye geçer; Patrikhane'ye ise 6 bin metrekarelik arazi ve 3200 liralık mahkeme masrafı bedeli kalır.
Yeni İstanbul'un temeli
Surp Agop Ermeni Mezarlığı, tüm bu uğraşlara ve haklı mücadeleye rağmen, 1939'da bütünüyle istimlak edilir. Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi yıkılır; mezar sahiplerine, mezarları taşımaları için süre tanınır. Ardından, mezarlığın üzerine büyük binalar dikilmeye, Elmadağ da bugünkü halini almaya başlar. Mezar taşlarının çoğu, şehir planlamacısı Henri Prost'un tasarladığı yeni Eminönü Meydanı'nın onarımında ve Gezi Parkı'nın merdivenlerinin yapımında kullanılır.
1939'da, Surp Agop Mezarlığı davası, bir iktidar hesaplaşmasının aracı olarak tekrar açılır. Bu süreçte, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün adeta görevden el çektirdiği Muhittin Üstündağ'ın "görevi suistimal" davasına konu olan mezarlığın kaderini değiştirecek bir sonuç çıkmaz. Dava, Bakanlığa haber vermeden işlem yaptığı gerekçesiyle, Üstündağ'a 50 lira ceza verilmesiyle sonuçlanır.
Lütfi Kırdar'dan sonra göreve gelen Belediye Reisi Prof. Fahrettin Kerim Gökay, arsanın satışına başlar. Öncelikle misafirhane yapılmak üzere Koç'a satılan arsanın üzerinde bugün Divan, Hilton ve Hyatt Regency otelleri, Gezi Parkı, TRT İstanbul Radyosu ve Harbiye Askeri Müzesi'nin bir bölümü bulunuyor.
Rejimin yapıtaşları
Surp Agop Mezarlığı davası, bir yolsuzluk vakası olarak apaçık önümüzde duruyor. Resmi ideolojinin, özel mülkiyet, devlet radyosu, askeriye gibi yapıtaşlarını tek tek üzerine döşediği mezarlığı geri almak, bugün "hukuki" açıdan neredeyse imkânsız.
Ancak, bu tür haksızlıklar karşısında sessiz kalarak, gaspların üzerini örterek huzur bulamayacağımız da aşikâr. Surp Agop örneği, Türkiye'nin gayrimüslimlerinin ölülerinin bile rahat bırakılmadığını; mezar taşlarının, yeni bir İstanbul'un ve yeni bir Türkiye'nin inşasında kullanıldığını gösteren örneklerden sadece biri. Bugün ihtiyacımız olan şeffaflık, yüzleşme ve resmi bir ağızdan çıkacak bir özür, Surp Agop Mezarlığı sakinlerinin ruhlarının huzur bulmasını sağlar belki de... Belki ancak o zaman gerçekten gömebiliriz "ölülerimizi".
Mezarlığa el koyma öyküsünün aktörleri
Muhittin Üstündağ:
İstanbul Valiliği, CHP İstanbul İl Başkanlığı ve 1928-1938 yılları arasında İstanbul Belediye Başkanlığı yapmıştır. Şehir Tiyatroları'nı İstanbul'a kazandırmasıyla ve Eminönü Meydanı'nda yaptırdığı düzenlemelerle tanınır.
İsmet İnönü'nün siyasetten nispeten uzaklaştırıldığı bir dönemde, Mustafa Kemal'in yakın çevresinin desteğini almış, İnönü'nün cumhurbaşkanı olmasıyla siyasetten uzaklaştırılmıştır.
Fransa'dan getirttiği şehir planlamacısı Henri Prost'un İstanbul üzerinde yaptığı çalışmalar sonucunda şehrin yüzü değişmiştir. Surp Agop Mezarlığı arsasının çok kıymetli bir arsa olduğuna da değinen Prost'un planları Üstündağ tarafından da onaylanmış ve çalışmalar başlamıştır. Arsayı Belediye'ye "kazandırdıktan" sonra, Eminönü Meydanı'nı buradaki mezar taşlarıyla yaptıran Üstündağ'ın adı başka yolsuzluk iddialarına da karışmıştır.
Özellikle Asri Mezarlık meselesiyle dikkatleri üzerine çeker. Çeşitli usulsüzlükler nedeniyle farklı davalarda yargılanır ama beraat eder. Gazeteci Asım Us'un aktardığına göre, bu beraate sebep olan şey, ifşaatta bulunma tehdididir; çünkü ihmali olduğu görülen konularda ve yolsuzluk iddialarının altında, dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'dan aldığı emirler yatmaktadır.
Sabur Sami Bey:
Kayseri eşrafındandır. Mülkiye'den mezun olmuş, 1915 ve sonrasında Antalya mutasarrıfı olarak görev yapmıştır. Ermeni katliamlarında aktif görev alıp almadığı bilinmese de, yargılamalar sırasında, kendisine "Erzurum, Diyarbakır ve Musul vilayetlerinde bir tane Ermeni kalmadı, Antalya'da hâlâ ne işleri var?" diye şifreli bir telgraf gönderen Dr. Bahattin Şakir'i ifşa ederek suçunun sabitlenmesini sağlamıştır.
Görevi sırasında, amele taburlarını oluşturan Rum ustalara yaptırdığı ve şu anda Serik ilçesinde bulunan okul ve belediye binasıyla tanınır. Cumhuriyet tarihinde, namı yolsuzluk ve usulsüzlüklerle sabittir.
İlk olarak, 1924'te, Soykırım'dan kurtulmayı başaran ve Türkiye'ye dönerek mallarına sahip çıkmak isteyen Ermenilere para karşılığı sahte belge çıkarttığı ve yardım ettiği iddiasıyla, aralarında Yunus Nadi, Kılıç Ali ve Ruşen Eşref gibi ünlü isimlerin de bulunduğu on kamu görevlisiyle birlikte hakkında tahkikat başlatılır; tahkikattan bir sonuç alınamaz.
Mustafa Kemal'in değişmez Dahiliye Nazırı Şükrü Kaya'ya yakınlığıyla tanınır. Evkaf ile Belediye arasındaki Asri Mezarlık sorununa, atanmış dört hakem varken, sulh hakemi olarak dahil olabilmesi; Dahiliye'de çalışmamasına rağmen Dahiliye Vekâleti adına bir otomobil aldırması; 30'ların sonunda patlak veren meşhur otobüs davasının başaktörü olması, bu yakınlığın bir sonucu olsa gerek.
Kemal Tahir'in Yol Ayrımı adlı romanında anlattığına göre, Çek sefiri, Falih Rıfkı Atay'a gelerek, ondan, Türkiye'ye açmak istedikleri Skoda fabrikasının mümessili olmasını ister. Bu görevi daha önce Sabur Sami'nin yaptığını, ama onun, iddia ettiği gibi politik nüfuzlu biri olmadığını da ekler. Yine Asım Us'a göre, Amerika'da yaşasa ünlü dolandırıcı İnsül gibi olacağı söylenen Sami Bey'in, Muhittin Üstündağ'dan sonra göreve gelen Lütfi Kırdar tarafından resmi dairelere girişi yasaklanmıştır.
Fahrettin Kerim Gökay:
1949-1957 yılları arasında İstanbul Valiliği ve Belediye Reisliği yapmış, bu dönemde halkın "Mini mini valimiz, ne olacak halimiz" tekerlemesini diline dolamasına sebep olmuştur. Aynı zamanda akıl hastalıkları doktorudur; 1939'da, Mazhar Osman'la birlikte Milli Nüfus Siyasetinde (Eugenique) Meselesinin Mahiyeti adlı kitabı kaleme almış ve Türk ırkını arileştirme üzerine çalışmalar yapmıştır.
"Halk plajlara akın etti, vatandaş denize giremiyor" lafıyla da tarihe geçen Gökay, 6-7 Eylül olaylarında "yetersiz" kalması sebebiyle istifa etmek zorunda kalmıştır. Öldüğünde, 6-7 Eylül'den sonra elde ettiği 630 tapusu olduğu ortaya çıkmıştır. Bu tapular, İstanbul'da bir felaket yaşanırken, Gökay'ın neden "yetersiz" kaldığını açıklamaktadır.
Ahmed Refik Altınay:
1880'de Valideçeşme'de doğdu. Askeri eğitim aldıktan sonra, Harbiye Mektebi'nde Coğrafya, Fransızca ve Tarih öğretmenliği yaptı; I. Dünya Savaşı sonrasında askerlikten istifa etti. Tarih araştırmalarıyla tanınır.
İttihatçı olmadığı iddia edilse de, İttihatçıların Yeni Mecmua gazetesinde uzun yıllar çalışmıştır. Savaş sonrası Talat Paşa hakkında çıkan arama emri üzerine ilk basılan yerin, Altınay'ın Büyükada'daki evi olduğu bilinir.
1918'in sonlarında İkdam gazetesinde tefrika edilen "İki Komite İki Kıtal" adlı yazı dizisi, Soykırım'a dair "mütekabiliyet" tezlerini temellendirse de, özellikle Eskişehir'de yaşananlara tanıklığı ve Krikor Zohrab ile Vartkes Serengülyan'ın katili Çerkes Ahmet'le yaptığı mülakatları içermesi açısından kıymetlidir.
Cumhuriyet'in kuruluşuyla birlikte, bir tarihçi olarak gözden düşmeye başlar. 1931'in sonlarında mezarlık davasına bilirkişi olarak atanır ve Başbakanlık Arşivi'nden bulduğu tek nüsha belge ile davanın kaderini değiştirir. Buna rağmen, Türk Tarih Tezi'ne destek vermemesi nedeniyle bizzat Mustafa Kemal tarafından aşağılanmış ve hatta "Kalemin bizimle olmasa bile ters düşmesin!" diye uyarılmıştır.
1933'teki Üniversite Reformu'yla, yeni üniversitenin kapısı da yüzüne kapanır. Yayıncısına, parasal açıdan çok sıkışık olduğunu bildiren bir mektup yazar; ardından, mezarlık davasına katkılarından dolayı Belediye tarafından kendisine bir ev hediye edilir. 1937'de İstanbul'da vefat eder. Cumhuriyet'le olan inişli çıkışlı ilişkisi cenazesine de yansır. Ancak, sessiz sedasız gömülmüş olsa da, iktidar Muhittin Üstündağ ve Mahmut Esat Bozkurt tarafından temsil edilmiştir. (TN/ECD/EKN)
* Yazı 26 Ağustos 2011 tarihli Agos'ta yayımlandı.