Dibe vurar gibi olduğumda, yüksek amperli akümü şarj ettim hemence. Yaşam oyununda bana verilen her rolün "şapka"sını kafama geçirerek, gereğini yaptım.
Yaşamımda her model ve renkte her amaca uygun "şapka"m oldu. Bazı şapkaları sevmedim ama, hayat istedi diye taktım kafama.
Çocukları için "elinden geleni ardına komayan" bir ailenin kızıydım. Arkadaşlarımca da "çılgın, sevecen, hayat dolu" diye nitelenen, kabul gören biriydim.
Bana "papatyam" derdi
Ankara Ziraat Fakültesi "öğrenci"si şapkam kafamdayken, Fakültenin en yakışıklı ve gelecek vaat eden "asistan" şapkalı Güney'e aşık oldum. Birbirimizi çok sevdik. Güney bana "papatyam" derdi, ufacık tefecik ve esmer tenli olmama rağmen.
O zamanın koşulları ve Ankara'sında flört, çok kabul görmezdi. Güney'in askeri doktor olan babasının üstü açık Plymouth arabasıyla gezerdik. Fakültede dedikodumuzun yapılması bizi fazlaca rahatsız etmiyordu. Ancak aile büyüklerimiz huzursuzdu.
Beşinci ayın sonunda nikah masasındaydık. Gelinliğim şeftali rengi saten kumaş üzerine tülden yapılmıştı. Başımda da Madam Anahit'in elinden çıkma papatya bezeli bir şapka... İkimiz o gün bulutların üzerindeydik.
Evlilikle artan özgürlük
Evlilik, özgürlük sınırlarımızı genişletti. Ben öğrenciliğimi sürdürdüm, Güney de kariyerini. Cebeci'deki evimizden, Dışkapı'daki fakülteye kardeşimin bisikleti ile giderdik, büyük bir keyifle.
Güney bisikleti sürer, ben de arkasındaki selede otururdum. Yapmadığımı bırakmazdım, bisiklette ona. Fakültenin bekçisi Süleyman Efendi'nin "Çılgın aşıkları" biz, daha sonra Ziraat mahallesine taşındık.
Güney duyarlı ve duygusaldı. Üzerime titrerdi adeta. Sürprizleri hiç bitmezdi bana. Tüm bir papatya mevsimi, her cumartesi sabahı da çiçeklendirirdi beni.
Hoş bir grubumuz vardı, Ankara Kolejli - Ziraat Fakülteli karışımı. Büyük Sinemanın altındaki dans stüdyosunda Madam Marga'dan dans kursu aldık. Cumartesi günleri grubumuzla kulübe dansa giderdik. Cha-cha, rumba, vals ve ille de salsa. Güney, pistte uçururdu beni. Klasik müzik tutkunuyduk.
Ben de Güney'in peşinde
Okul bitti, işe girdim. Ardı ardına iki oğlan annesi oldum. Oğullarımıza karşın, Güney'le birbirimizi bırakmadık hiç. Hep taze tuttuk sevgimizi.
1960'lı yıllarda tarımsal kalkınma önem kazandı. Güney, üç yıllığına bir bursla California'ya gitti. Çocuklarımla yalnız kaldım. Çok özlüyordum onu ve papatyalarını.
Bir mucize; Californiya'da toprak-etüt bursu kazanan meslektaşım Vebidar gidemeyince, yerine ben gittim. Güney'e kavuştum. Çocuklara ablam baktığından, gözüm arkada kalmadıysa da, burnumda tütüyorlardı.
Ayrıldıkça bağlandık
Para biriktirmeyi değil, deliler gibi gezmeyi tercih ettik. İnsan ülkesinden uzakta iken hiç sevmediği kıymalı pırasayı bile özlüyor, ayak bastığı toprağın kıymetini anlıyor.
Ama bu delicesine özlemimiz, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki her anın tadını çıkarmamıza engel olmadı.
Sekiz ay arayla ülkeye döndük. Güney'in kısa süreli İtalya ve Almanya'ya gidişi, bizi birbirimize daha çok bağladı.
Güney İtalya'dan yazdığı bir mektubunda bana "iki asırda bir aşk yaşayacağım, o da seninle" diye yazmıştı.
Oğlumuz Garp
Mali sıkıntımız yoktu. Evdeki yardımcılarımız nedeniyle çocukların bakımı sorun değildi. Renkli bir çevremiz ve dolayısıyla renkli bir yaşamımız vardı.
Sonra birden her şey alt üst oldu. Ardı ardına aile büyüklerimizi kaybettik. Sonra da küçük oğlumuz Garp menenjit oldu. Hastalanmasıyla ölümü arasındaki süre o kadar kısa oldu ki...
Ağır geldi bu ölüm bize. Ancak kendimizi "yaşasaydı,her gün ölecektik," diye teskin ettik.
Hem "ben", hem "biz"
Artık tek kalan oğlumuz Şark'ın üzerine titriyorduk. O da daha sonra öğrenci olaylarına karıştı. Bize de büyük acılar çekmek düştü bu nedenle.
Fırsat bulduğumuz her an, yurt içi ve dışına seyahate gittik. Ülkemi karış karış bilirim. Yaşamımdaki en büyük zenginliğim, Güney'di. İlişkimizde ikimiz ayrı ayrı "ben" ve de birlikte çok iyi bir "biz"dik.
Ama ben yaşantı zengini bir insanım. Güzel olan her şeyi sevdim.Yaşamıma hep güzel insanların girmesine izin verdim. Az, ama kaliteli şeylere sahip oldum.
Ve Güney gitti
Emekliliği hak edince beklemedik ve İzmir'e yerleştik. Didim'deki bahar-yazlığımızda çiçekle böcekle uğraşırken, pek bir keyifliydik. Oğlumuz Mülkiye'de bitmeyen öğrenciliğini sürdürüyordu.
Güney rahatsızlandı, o meret hastalık sarmış, tüm vücudunu. Artık her şey kapkara ve karmakarışıktı,duygu dünyamda. Ama fizik dünyamda dimdiktim. Güney'i üç ay içinde kaybettik.
Güneysizlik çok zor geldi bana. Her şey -hatta oğlum bile- anlamını yitirmişti. Aldığım çok yönlü desteklerle çevremdeki her şey tekrar anlam kazanmaya başladı.
Şark'la kurduğumuz ikili dünyamıza, daha sonra gelin kızım Sühendan ve torunum Kuzey de eklendi.
Evet, Güney'sizim yirmi üç yıldır. Hayat kendi akışında. Hala özlüyorum onu.
Ev de satılınca...
Yaşamda yapmak isteyip de yapmadığım bir şey kalmadı. Bu yaşta gece yarısı denize girmek dahil bir dolu çılgınlık yapıyor, en ufak bir olanağı bile değerlendirerek yeni yerler, tatlar keşfetmeyi sürdürüyorum.
Akümün gücünü çok yükseltmem gereken olaylar yaşadıysam da, teslim olmadım. Bana uygun görülen tüm rolleri başarıyla canlandırdım.
Bir beceriksizlik/talihsizlik acilen evlerimizin satılmasını gerektirdi ve yaşamımın en radikal kararını verdim; huzurevine yerleştim.
Bu kez zorlanıyordum
Huzurevinde ilk günler zordur. Ben üstelik iki travma birden yaşıyordum. Hem tüm mal varlığımı yitirmiştim, hem de huzurevinde yeni bir yaşama başlamıştım.
Son derece çekingen ve ürkektim. Kendime güvensizdim, her ortama uyumda güçlük çekmeyen ben bu kez zorlanıyordum.
Neyse ki, ben çevremi, çevremdekiler beni tanıdıkça uyum sürecim hızlandı, değişik gruplara dahil oldukça. Okeyciler, konkenciler, okuma grubu, gezi grubu, egzersiz grubu filan. Zaten aktif yaşlı sayısı da çok yüksek değildi.
Doğaner bey
Huzurevinde, usta öğreticilerin yol göstereceği bir el işi atölyesi kurulmuştu. Oluşturulan 7-9 kişilik grubun içinde ben de vardım. Atölyemiz sığınak gibi oldu bizlere.
Boncuk diziyor, tel büküyor, taş boyuyor, çanta, masa örtüsü, yaka iğnesi, aranjman çiçek yapıyorduk. Acemiliğimiz geçip, yaptıklarımız bir şeye benzemeye başladıkça daha geçen gün bu iş sarıyordu bizi.
Grubumuz çok keyifliydi, süreç içerisinde grup normu oluştu. Pastalar, çaylar, Doğaner Bey'in çaldığı mandolin eşliğinde şarkılar, danslar, dışarıda yemeğe gitmeler...
Birbirimize "akran eğitimi" uyguluyorduk, bazen de "akran terapi"si. Çocuklarımız ya da oda arkadaşlarımızla yaşadığımız sıkıntıları paylaşıyor, hastaneye yada alışverişe giderken birbirimize eşlik ediyorduk.
Cinsiyeti olmayan arkadaşlık
Birbirimize özenliydik. Grubumuzdaki bir arkadaşımızı aniden kaybedince bundan böyle ki yaşamımızda hiçbir şeyi dert etmeme kararı aldık. Günü gün edecektik.
En iyi Doğaner Bey'le anlaşıyordum. Kendisi bando astsubayı emeklisiydi.Tüm müzik aletlerini çalabiliyordu. Sesi çok güzeldi. Engin bir müzik bilgisi vardı.
Yaşam kültürü zengindi. Kibar ve zarifti. Neşeliydi. İlkeli bir insandı. Dayanışmacı kimliği ve göreli gençliği ile grubumuzun doğal lideriydi adeta. Cinsiyeti olmayan bir arkadaşlık ve dostluk oluştu başlangıçta aramızda.
Eller, ellerimiz...
Bir gün çay salonunda tek başına dalgın bir şekilde oturduğunu görünce "hayrola dostum" der demez, cam kırığı yeşili gözlerinden hızlıca iki damla yaş aktı. Ama galiba o iki damla yaş biraz da ikimizin yüreğine aktı.
Birbirimize duygularımızı sözel ifade yoluna pek başvurmadık. Hep gözlerimizle sevdik birbirimizi. Bazen de tesadüfen (!) ellerimiz değdi birbirine.
Bir gün dans ederken nasıl becerdiyse kimseye çaktırmadan zarifçe ellerinin arasına ellerimi alarak bir öpücük kondurdu kaçamak. Bu öpücüğü hala hissettiğimi söylesem....
Konuşmadan konuşmak
İkimizin de odasında özel telefonumuz vardı. Sabahları 07.10'da telefonum çalardı. Açtığımda "sevdim bir genç kadını" ya da "günaydınım, nar çiçeğim, sevdiğim" melodisi dökülürdü tellerden.
Kahvaltıya 07.45'de gider, salonun iki ayrı kapısından aynı anda girerken o arada da göz göze günaydınlaşırdık.
Masalarımız birbirinden uzak olsa da, "afiyet olsun" diyebiliyorduk gözlerimizle. Çay salonunda keyif çayımızı bir şekilde her gün içtik birlikte, ama asla yalnız kalmadık, hep yanımızda maydanoz, dereotu kabilinden birileri oldu.
Bizim özel bir vücut dilimiz ve söylemimiz oluşmuştu. Yanımızda saatlerce duran birisi bile anlayamazdı ne konuştuğumuzu.
Boyunbağıyla "işkembe" mesajı
Mesela bazı sabah ya da akşam yemeklerinde boyunbağı takardı kravat yerine. Bu, "atölyeye çık, malzeme dolabını aç, orada sana ait olan şeyi al" anlamına gelirdi.
Giderdim bir kavanoz içinde salep. Kağıda sarılmış yedek tarçın da kapağa bantlanmış. Ya da boza, yanında leblebi ile. Dışarıda yemeğe gittiğimiz bir günün sabahında işkembe çorbası bile bulunmuştum dolapta. Ve bu kavanozların yanında da mutlaka içine sevgi sözcükleri yazılarak rulo hale getirilmiş bir kağıt da bulunurdu.
Liseli kızlar gibi kızarır, bozarırdım okurken. Ödüm kopardı birisi görecek diye, hemen imha eder ardından da kavanoz içeriğini afiyetle yerdim.
İlk kez aynı takside
Grup içinde, kel alaka bir şey anlatırken bana kompliman yapardı çaktırmadan. Ben onun kadar kurgucu olmadığım için beklerdim yanıt verecek ortamı. Yada gözlerimle yanıtlardım.
Bazen huzurevinde hiç beklemediğim bir anda karşılaşırdık, nasıl heyecanlanırdım. Hoş, sonradan bunların planlı olduğunu anladım ama.
Bir gün elişi malzemesi için Çıkrıkçılar'a gidilmesi gerekiyordu. Nasıl oldu bilemiyorum, sadece ikimiz taksideydik. Birlikte geçirdiğimiz o üç dört saat çocuk gibiydik. Akman'da muhallebi yerken 75 değil, 15 yaşındaydık.
Uzun süre geçmişti çın çın yapan kahkahalarımın sesini duymayalı. O gün kulaklarımın pası gitti.
Gece telefonları
Daha sonraları da ayrı taksilere binerek gittik buluşacağımız yerlere. Ödümüz kopuyordu birileri bizi görecek diye.
O erkek irisi bir adam, ben de kadın miniği bir kadındım. Ama birbirimizi iyi okuyorduk.
Nasıl zarifti beni gözleriyle severken. Türk sanat müziği parçaları mırıldanırdı hafifçe eğilerek kulağıma.
En çok günün özetini yaptığımız gece telefonlarını severdim. "Saatli Maarif Takviminde bugün" diye başlar, fıkra ve şarkılarla sürdürürdü. Bu seranatları özlüyorum.
Güney ve Doğaner yan yana
Geceleri uyumaya çabalarken Eşim Güney ve Doğaner yan yana dururdu gözlerimi kapattığımda. Güney'in kemiklerini sızlatacak bir şey yapmıyordum. Doğaner bana iyi gelmişti.
İkimiz birbirimize iyi gelmiştik daha doğrusu. O kurşuni huzurevi günlerini rengahenk hale getirmenin ne sakıncası olabilirdi? Evet, sakıncası yoktu ama, herkesin gözünde basite indirgenmekti galiba korkum.
Duygularımla mantığım çelişiyordu. Böylece on beş ay geçti. Nasıl güzeldi her şey.
Ne sakıncası vardı sürmesinin...
Doğaner'in iştahsızlığının üzerinde pek durmadık önceleri... Sonra her şey çok hızlı seyretti. Üç aylık hastane sürecinde, her sabah beş buçukta bir hırsız gibi huzurevinden adeta kaçarak yanına gittim.
Kimseler yokken yalnız kalabilelim diye... Hiç hastalık, ölüm ayrılık konuşmadık. Son zamanlarda artık sesi de çıkmıyordu ama, "Sorma, ne haldeyim" şarkısını söylediğini bir tek ben duyuyordum herhalde.
Perişandım. Gidiyordu. Ve ben şimdi de Doğaner'siz kalacaktım.
Cenazesinde, beni anlayan bir kişinin varlığının farkına vardım. Sonra o kadar çok şey anlattım ki ona.
Biz yaşamımızın son deminde böyle bir güzellik yaşadık. Ama ne sakıncası vardı daha uzun sürmesinin.
Oysa ben bir dolu insana göre şanslıydım: İki asırda iki aşk yaşamıştım. (ŞD/BA)