Sanatçı Damla Sandal, nakış ile fotoğrafları birleştirerek toplumsal hafızaya yeni bir ifade kazandırıyor.
Sandal, özellikle kadınların ve queerlerin yaşantılarını toplumsal hafıza ve cinsiyet meseleleri üzerinden ele alarak, geleneksel nakış tekniklerini feminist bir yaklaşımla yeniden yorumluyor.
Geçmişin sessiz ama güçlü sembolik anlatımlarını bugünün toplumsal sorunlarıyla harmanlayan bu süreç, sanatçı için aynı zamanda bir direniş zeminine ve dayanışma pratiklerine olanak tanıyor.
Damla Sandal ile işlerini, işlerinin kadın ve queerlerin tarihi açısından önemini ve toplumsal hafızaya etkisini konuştuk.
Nakış
Fotoğraflara nakış işleme fikri nasıl ortaya çıktı?
Kent ve hafızayla ilgili çalışmalar yaparken, geçmişte yaşanmış hikâyeleri araştırmak ve bu hikâyeleri aktarmak, zaman içerisinde benim için daha ilgi çekici ve heyecan verici hale geldi. Yaklaşık altı yıldır eski (genelde siyah-beyaz) fotoğrafları işliyorum. Bu fotoğrafları nakışlayarak toplumsal cinsiyet ve insan hakları meselelerine dikkat çekmeye, aynı zamanda kendi duygu ve deneyimlerimi de ifade etmeye çalışıyorum.
Nakışa henüz başlamadığım ama elimdeki fotoğrafları nakışlayarak değerlendirmeyi düşündüğüm dönem, bir arkadaşımdan bu hevesime dair görüş almak istemiştim. Bu yöntemin çok geleneksel olduğunu söylemişti. Ne yani, nakış mı yapacaktım? (gülüyor). Nakış çok geleneksel bir iş olduğu ve toplumsal cinsiyet rolleri üzerinden düşünüldüğü için çok fazla önyargıya mahkûm. Sonra kendimi nakış yapma konusunda durduramadığımı fark ettim. Sadece evde vakit geçiren kadınlarla özdeşleştirilen bu işi alıp bir tür yapı bozumuna uğrattığımı düşünüyorum. Bence zaten özellikle dantel, nakış, kanaviçe gibi üretim alanlarıyla aile, toplumsal bellek, toplumsal cinsiyet gibi meseleler birbirini kesiyor.
"Bir ters bir düz"
Nasıl bir önyargı bu?
Nakış, tarihte geleneksel olarak kadınlara atfedilen bir ifade biçimi; ben de onu bugünün toplumsal dertlerini dile getirmek için bir araç olarak kullanıyorum. Tarih boyunca kadınlar, el işçiliğiyle dolu sanatlar üzerinden kendilerini ifade etmek zorunda kaldılar. Tabii ki el işçiliği derken burada bronz heykeller oymaktan bahsetmiyorum. Narin ellerimiz için hafif materyaller… İğne, iplik… Böyle olunca da kadınlar doğrudan konuşamadıkları, kendilerini açıkça ifade edemedikleri zamanlarda, halılar, danteller ve nakışlar aracılığıyla düşüncelerini ve duygularını dışa vurmuşlar. Örneğin o çok beğendiğimiz kilim motiflerinin her biri özel anlamlar taşıyan sembollerle dolu.
Bir de iğne ile ipliğin terapötik bir yanı var. Bir ters bir düz kaptırıp giderken dertleri de yan yana dizmek mümkün. Edebiyatta kadın yazarların dikiş ve nakış ile ya da örgü ile eve kapatılmışlık arasında kurduğu benzerlik de buna bir örnek. Kadının iğneyle kurduğu ilişki nasıl sembollerle dolu ise kalemle kurduğu ilişki de öyle. Edebiyat ve semboller deyince en çarpıcı kitaplardan biri Gamze Arslan’ın “Kanayak” kitabıdır benim için. Ama Charlotte Bronte'nin Jane Eyre’i, Charlotte Perkins Gilman’ın “Sarı Duvar Kağıdı”... Semboller üzerinden tekrar okunduğunda yazıldıkları dönemin kadın yaşantısına dair çok şey anlatıyorlar.
Örgüye, nakışa, işlemeye olan ilgimi kabul edip bunu dert edindiğim meselelerle birleştirdiğimde gündelik yaşamımda ya da sıradan işlerimi kurgularken bile bu dikiş, nakış tekniklerini kullandığımı fark ettim. “Bağ” olarak nitelendirdiğim şeylerin, “bağlanmak” istediğim şeylerin soyutluğunu somutluklarla birleştirdim, ördüm, işledim. O nedenle iğneyi elimden bırakmadan özgürleşme ve dayanışma hikâyelerimizi anlatabileceğimi ya da bir hak ihlaline böyle ses çıkarabileceğimi fark ettim. Bugün benim nakış yoluyla yapmaya çalıştığım şeyin, geçmişte kadınların başlattığı bu sembolik dilin devamı niteliğinde olduğunu görüyorum. Kendi projelerimde de bu dil üzerinden kadınların, kız çocuklarının, queerlerin ve dışlanmış/ayrımcılığa maruz bırakılmış insanların/grupların deneyimlerini işlemeye çalışıyorum.
Hafıza yürüyüşleri
Yaptığınız işin toplumsal hafızayla ilişkisini nasıl açıklarsınız?
İstanbul, hafıza kazısı yapmak için derya deniz. Sanırım bu konuda bana en çok ilham veren şeylerden biri, İstanbul’da yaşamak. Dokunduğunuz yerden tarih fışkırıyor. Bilmediğimiz onca şeyin içinde unuttuklarımız da gözümüzün içine baka baka sessizce bekliyor. İşlerimde, İstanbul’un biricikliğinden de yararlanmaya çalışıyorum. Topladığım eski fotoğrafların sahiplerinin nerelerde yaşadığını, hangi okullarda okuduğunu tahayyül etmeye çalışıyorum. Bu da mekân algıma dair bana başka bir kapı aralıyor. Ve elbette işlediklerime yansıyor.
Örneğin Karakutu Derneği ile düzenlediğimiz hafıza yürüyüşlerinde kentin sokaklarında kaybolmuş hikâyeleri gün yüzüne çıkarmaya çalışıyoruz. Yürüttüğümüz bellek çalışmaları sayesinde, İstanbul’un çeşitli bölgelerinde kadın ve queer tarihin sokaklardaki izini sürebilme imkânına sahip oldum. Bu yürüyüşler sayesinde her bina, her sokak, geçmişin izlerini taşıyan bir anlatıcıya dönüştü. Kadınların tarih boyunca bastırılmış seslerini duyurmak, onların yaşadığı mekânların hikâyelerini tekrar canlandırmak, hafızayı görünür kılmak ve unutulmaya karşı bir direniş yaratmak çabası esas olan. Gençlerin de böyle kreatif yöntemlerle bu süreçlere katılması, onların kent ve toplumsal hafıza ile ilişkilerini yeniden tanımlamalarına yardımcı oluyor.
Tarih
Ne tür işlerdi bunlar?
Bir projemde Yeldeğirmeni’nde bir rota oluşturmuştum. Birkaç binanın tarihine odaklanan bir çalışmaydı. İçlerinden biri Kehribarcı Apartmanı… Apartman 1909 yılında Levi Kehribarcı tarafından yaptırılmış. Apartmanın girişinde bu tarihi ve isimleri görebiliyoruz hâlâ. Semtteki Yahudi kültürel mirasının önemli yapıtlarından. Mario Levi, pek çok romanını bu apartmanın tarihi yarımadayı gören dairelerinden birinde yazmış. Kehribarcı ailesinin hikâyesi ise Varlık Vergisi ile kesişiyor. O yüzden hakikaten şöyle hissederek yapıyorum işlerimi: Önünden geçtiğim bu bina bir dekor değil. Ve kafamı kaldırıp bakıyorum… Binanın yüz yılı aşkındır orada oluşuna bakıyorum.
Hatta bazen bir apartmanın varlığı gibi yokluğu da, değişen ya da değişmeden kendi hikâyesini anlatan adını koruyabilmişliği de çok şey anlatıyor bize. Niye değişti, nasıl aynı kaldı? Yani geçmişin nostaljisi bir yana, yığınla hak ihlali ile dolu yaşadığımız kentler. Ben de kendi bildiğim, öğrendiğim kadarını sokaktakilerle paylaşmak istiyorum. Bu hevesle bir dönem sokaktan geçen insana “dur” deme niyetiyle bilgilendirici yazılara yönlendiren QR kodlar eşliğinde nakışlarımı sokaklara yapıştırıyordum.
Şu an çalışmalarınız ne aşamada?
Yıllar içinde topladığım fotoğrafları aracı kılarak kendi nakış pratiğimi insanlarla paylaştığım atölyeler düzenlemeye başladım. Atölyelere katılan insanlar başlangıçta benim seçtiğim ya da onlara verdiğim fotoğrafları işliyordu. Zamanla atölyeye gelen insanların kendi hikâyelerini anlatma eğilimi dikkatimi çekti. Bunu kademe kademe gözlemledim. Yani aslında nakıştan kurduğumuz bu çemberde ailelerinden kalan fotoğrafların hikâyelerini anlatmak istiyorlardı. Ben de bunu insan hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliğini fotoğraflarımız, hikâyelerimiz üzerinden konuştuğumuz bir zemine oturttum. Böylece insanlar hem kendi geçmişleriyle bağ kuruyorlar hem de bu atölyelerde toplumsal cinsiyet meseleleri hakkında konuşma fırsatı buluyorlar.
Diğer yandan atölyeye gelenlerin aile hikâyelerini anlatma isteği bende de bir cesaret yarattı. Ekim ayında 212 Photography İstanbul ile festival kapsamında açılan “Eve Dönüş Yolları” isimli sergide yer aldım. Burada ilk kez aile albümümden bir fotoğrafı işleyerek toplulukla daha kişisel çalışmalarımı paylaşma cesareti gösterdim. Katılımcıların kendi geçmişlerine dair hikâyelerini işlemek için gösterdikleri istekten feyz aldım ve bu sergi vesilesiyle küçüklüğümden beri çok sevdiğim bir fotoğrafı işlemeye karar verdim.
Hafıza
Kendi dertlerimden yola çıkarak kadınların pratiklerinin peşine düşmek istiyorum hep. Benzer bir şekilde, yüksek lisans tezimde de İstanbul’da yaşayan kadınların mutfak kültürü ve ev yaşamı üzerine çalışmıştım. Kadınlar mutfakta sadece yemek pişirmiyor, aynı zamanda bir bellek yaratıyorlar; tarifler nesilden nesile aktarılıyor ve bu hafıza nesiller boyunca sürdürülüyor.
Yaptığım hafıza çalışmaları ve nakış atölyeleri, kadınların gündelik yaşamda zorunlu olarak “rutin” haline getirdikleri işlerin, emeğin görünür hale gelmesine katkıda bulunmayı amaçlıyor. Gelecekte de bugün yaptığım hafıza yürüyüşleri, araştırmalar ve atölyeler gibi işlerle birlikte yeni projeler üretmeyi hedefliyorum.
Atölye katılımcılarınızda gözünüze çarpan nedir? Örneğin bu atölyelere daha çok kadınlar ve queerler mi ilgi gösteriyor?
Evet, çoğunlukla ilgi bu yönde; ancak erkek katılımcılar da oluyor ve bu benim için son derece mutluluk verici. Hatta bir atölyede erkek katılımcılardan birinden şuna benzer bir cümle duyduk: “Nakış işlemek biz erkeklerin kodlarına yüklenmemiş, yapamıyorum o yüzden”. Bu esnada kadın bir katılımcı nakış işleme kodlarının kadınlara da yüklenmediği gerçeğini su yüzüne çıkardı. Böyle doğal akışta gelişen ve ufak ufak bizi aydınlatan sohbetler beni çok mutlu ediyor. Çünkü bu tartışma, yapmaya çalıştığım işin karşılıklarından biri. Birlikte yeni bir öğrenme alanı yaratıyoruz.
Sonuç olarak, kadınların tarih boyunca geliştirdikleri sembolik anlatım dilinin, yapmaya çalıştığım işlerle feminist bir perspektifle yeniden hayat bulmasını arzuluyorum. Geçmişin hikâyelerini, bugünün toplumsal sorunlarıyla birleştirerek sembollerle süslü direnişimizin parçası olmak istiyorum. Bu çabayla kadın hafızasını yeniden canlandırmaya bir nebze de olsa katkım oluyorsa ne mutlu bana! (TY)