İstanbul Adalarının nispeten daha az dikkat çektiği kış mevsiminde Burgaz adasından yazar, çevirmen, siyaset bilimcisi Mahir Ergun’la, aslında hepimizi uzun zamandır rahatsız eden bazı mevzuları konuştuk.
Murat Türker: Adada yaşam nasıl bir şey?
Mahir Ergun: Artık pek varolmayan bir şey.
M.T.: Neden? Pek çok kişi adada yaşamak, tatillerini adada geçirmek istemez mi?
M.E.: Evet, adayı ziyarete gelen pek çok kişi buradan memnun ayrılıyor, hatta mümkünse burada mülk sahibi olmak istiyor olabilir. Ama demek istediğim tam da bu zaten. Burada yaşam belirtileri uzun zamandır azalmaya başladı. Son birkaç yıldır ise adada yaşama dair bir şeyler kaldıysa bile, artık can çekişir vaziyettedir. Burası da ülkenin pek çok yerinde gözlenen değişimi yaşıyor, bir “yaşam alanı” olmaktan çıkıyor ve sık karşılaşılan tabirle, “yaşam merkezi”ne dönüşüyor. Yani insanların gelip vakit geçirip geri döndüğü, her türlü ranta ve sömürü ilişkisine ev sahipliği yapan ve aynı zamanda kendileri de bir tüketim nesnesi haline gelen “kentsel mekan”lardan biri oluyor.
M.T.: Bu yeni başlayan bir süreç mi? Özellikle son birkaç yıldır demenin sebebi ne?
M.E.: Hayır, aksine belki de 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren, adalara tarifeli vapur seferlerinin işlemesi ve o güne dek birer balıkçı köyü olan adaların bir büyük şehrin sayfiyesine dönüşmesiyle başlayan bir süreç. Ama kimi zaman daha hızlı kimi zaman daha yavaş ilerliyor. Son yüz elli yılda ada yaşamına ağır darbeler vuran pek çok kırılma oldu. Birkaç yıldır ise artık adaların tamamen motorlu taşıt trafiğine açılması, her gün çıkarma gemileriyle ağır iş makinalarının, damperli kamyonların, tırların adaya çıkmasıyla adalar birer şantiye sahasına dönüşüyor.
M.T.: İyi ama adalarda kolayca inşaat yapmak mümkün mü? Adalar sit alan değil mi? Koruma altında değil mi?
M.E.: Kâğıt üzerinde öyle. Ancak pratik pek öyle göstermiyor. Örneğin, İstanbul Büyükşehir Belediyesi amblemli, üzerinde belediye başkanının baretli fotoğrafı bulunan ve “adalar yatırımlarla güçleniyor” yazılı bir broşür dağıtılmış geçenlerde. Baret bir zamanlar madenci grevlerini hatırlatırdı, sonra haziran günleriyle özdeşleşti, insanlar baret bulundurdukları için yargılandılar hatırlarsın. Şimdi ise baret görünce dehşete düşüyoruz. Aklımıza “yatırımlar” geliyor.
M.T.: Adalara yatırım yapılması kötü bir şey mi?
M.E.: Bu nereden baktığına bağlı. Eğer ada yaşamını korumaktan söz ediyorsak, o zaman “yatırımlara” endişeyle bakıyoruz, çünkü bunlar bu yaşamı sürdürmeye yönelik yatırımlar olmuyor. Türkiye’de yatırım dendiğinde aklımıza inşaat furyaları geliyor. Tesadüf de değil bu, çünkü bir yaşam alanına “yatırım” yaparak onu bir sermaye nesnesi haline getiriyorsunuz. Bunu yenilik, güzelleştirme, ilerleme adına yapıyorsunuz ama işin özü bu yerel yaşamı yok etmek, metropoldeki sermaye egemenliğine entegre olup nesneleşmiş “kentsel mekanlar” haline getirmektir. Yalnızca insan yaşamını değil, onunla etkileşim halinde olan tüm doğal yaşamı yok ediyorsunuz. Örneğin belediye eliyle adaya 11537 ton asfalt dökülmüş. Bu asfaltlar sahillere, orman yollarına döküldü. Şu anda üzerlerinde iş makinaları, tırlar, motorlu araçlar cirit atıyor.
M.T.: Asfalt dökülmesin mi ?
M.E.: Dökülmesin. Bunu söylerken alay konusu olmayı göze alıyorum. Zira asfalt, bir “medeniyet” ölçütü olarak karşımıza çıkıyor hep. Oysa, bu mantıkla Venedik’teki kanalları da kapatır üzerine asfalt dökersiniz. Sonra da yatırım yaptık, Venedik’i sivri sinek yuvası, pis kokulu kanallardan kurtardık, orta çağdan kalma gondol çilesini bitirdik dersiniz.
M.T.: Yani ada yaşamını bozan belediye ve yatırımları mı ?
M.E.: Hayır tek başına bu değil. Yani söylediklerimden, belediye başkanına muhalifim de o yüzden bunları söylüyorum gibi bir sonuç çıkarılmamalı. Böyle bir şey yok, bu gereksiz bir indirgemecilik olur. Elbette Büyükşehir ve ilçe belediyesinin bu süreçte sorumluluğu büyük, ama sorun bundan ibaret değil. Adaların şantiyeleşmesi söz konusu olduğunda tüm resmi kurumların bu işte benzer oranda payı olduğunu görüyorsunuz. Adaların koruma altında olduğunu söyledin, eğer yapılan inşaatlar kitabına uygun yapılıyorsa, bunların en başta kültür ve tabiat varlıkları koruma kurulunun izniyle yapılıyor olması gerekir. Ve eğer bu kurul adalarda bugün gördüklerimize izin veriyorsa, neyi koruması gerektiğini bilmiyor demektir. Öte yandan pek çok faaliyetin, tamamen keyfi biçimde, ya da uyduruk izinlerle yürütüldüğünü de biliyoruz. Bunlara karşı, resmi devlet kurumlarının teşvik edici bir sessizlik içinde olduğunu söyleyebilirim
M.T.: Örnek verebilir misin?
M.E.: Adaların genelinde çok fazla örnek var. Bir iki tanesinden söz etmeye çalışayım.
Birkaç hafta önce yaşanan bir hadisede, Burgazada’da bir arsada dev bir ekskavatörle kazı yapıyor, ve çıkarılan hafriyatı tırlara yüklüyor. Bu ekskavatör ve tırlar, adaya çıkarma gemisiyle geliyor. Elbette ada sokakları bu kadar büyük araçların geçmesine elverişli değil, sokaklara sarkan ağaçlar engel oluşturuyor en başta, ancak bu araçlar çalışma alanlarına gidene dek yollarına çıkan bu engelleri başarıyla bertaraf ediyorlar. Bu çalışma birkaç gün sürüyor. Her defasında bu araçlar çıkarma gemisiyle gelip, çalıştıkları arsaya gidiyorlar ve hafriyatı yüklenip tekrar çıkarma gemisine dönüyorlar. Nihayet bir pazar günü, yollardaki tırların ve çalışma alanının görüntüleri almaya yeltenen adalılar, inşaatla ilişkili olduklarını iddia eden bazı şahıslarca engellenmeye çalışılıyorlar. Polis geliyor, fakat polis oradayken dahi çalışma devam ediyor. Anlaşılıyor ki, elli yıllık adalılara iskelede kimlik soran polis, bu araçların adaya hangi izinle çıktığını sorgulamamış. Zabıtayla görüşülüyor, zabıta konudan haberdar olduğunu belirtiyor. Karakola gidiliyor, olayla ilgili tutanak tutuluyor, fakat savcı soruşturma numarası vermiyor. Sonuçta ne ortada bir inşaat ruhsatı ne de bu araçların adaya girebileceğine dair bir izin ibraz ediliyor. Zaten olması da mümkün değil, bir defa günlerden pazar. Yalnızca, adalar belediyesi antetli bir kağıtta, bir şahsın, ki bu şahsın arsayla ne ilgisi olduğu belli değil, mal sahibi değil, ortada inşaat ruhsatı olmadığına göre inşaatın müteahhitti de değil, arsadaki çöpü kaldırabileceğine dair yazılmış bir yazı var, bu yazıyı da fen işleri müdürü değil, imar müdürü imzalamış. Bu yazıya dayanarak adaya bir ekskavatör, beş tır sokuluyor. Ve olaydan sonra da günlerce bu araçlar adaya girmeye devam etti.
Aynı araçlar, yaklaşık bir yıldır hemen her gün bir başka inşaatın hafriyatını kaldırıyorlar. Buradan bir yıldır ne hafriyatı kaldırıldığı belli değil. İnşaat, tadilat ruhsatıyla devam ediyor. Bu ruhsatı verenlerin, burada gerçekten tadilat yapıldığını denetleyip denetlenmediklerini bilmiyoruz. Bu bir yana, bu ağır vasıtalar, her gün buradan hafriyat almak için orman arazisine girip manevra yapıyor, genç fidanları eziyor.
M.T.: Bu araçların adaya girmesi serbest değil mi?
M.E.: Aslında adaya ağır vasıtaların girmesi kâğıt üzerinde engellenmiş durumda. Ayrıca adada çıkarılan hafriyatın adalar belediyesince alınması gerekiyor. Ağır tonajlı araçlar ancak zorunlu durumlarda ulaşım ve lojistik komisyonunun izniyle adaya girebiliyor. Bu komisyonda, belediye, emniyet ve kaymakamlık bulunuyor. Demek ki eğer pazar günü ruhsatsız kazı alanına, bu araçların girmesine izin veriliyorsa, bu kurumların hepsi birden izin veriyor demektir. Ancak böyle bir izinin gerekçesi olamaz. Aynı şekilde, tadilat ruhsatlı inşaat alanından bir yıldır hafriyat taşıyan tırların da haftanın en az üç günü adaya girmesine izin verilmesinin bir gerekçesi olamayacağı gibi. Yok eğer izin verilmiyorsa, bu defa bu kurumların hepsi sorumludur, ancak hepsi sessiz kalıyor demektir. Bu kurumlara kendi sorumluluk alanında hafriyat tırlarının manevra yapmasını engellemeyen orman işletmesini de eklemek gerek. Bu kamyonlar, iş makinaları, ayda bir iki gün değil, pazar günleri dahil her gün ada sokaklarında dolaşıyor, her gün çıkarma gemisi buraya inşaat araçları getiriyor. Sokaktaki yaprakların süpürülmesi için dahi büyükşehir her gün kamyon gönderiyor. Beşiktaş’ta Kadıköy’de, Üsküdar’da, İstanbul’un herhangi bir başka semtinde bu kadar kontrolsüz biçimde dolaşamaz bu araçlar. Ama sorsanız ada sit alanıdır, koruma altındadır.
M.T.: Peki neden bu konularda herhangi bir kısıtlama, bir düzenleme yapılmıyor?
M.E.: Aslında düzenlemeler var. Her şeyden önce sit kanunu var, ancak uygulanmıyor. Garip olan da düzenlemeyi uygulamayanın çoğu zaman düzenlemeyi yapan kurumun kendisi olması. Örneğin büyükşehir belediyesine bağlı ulaşım koordinasyon merkezi, adadaki bazı yolları bisiklet dahil araç trafiğine kapatmış. Ancak belediye zabıtası, bu sokaklarda trafiği engelleyen saksıları kaldırıp, yolu de facto olarak trafiğe açıyor. Sebebi sorulduğunda, insanların akülü araçlarla geçemediği söyleniyor. Oysa söz konusu akülü araçlar da yine aynı kurumun kararına göre gayrimeşru. En kalabalık metropollerde bile trafiğe kapalı yaya yolları varken, adada artık yayaların taşıtlara dikkat etmeden serbestçe yürüyebileceği bir yol yok. Yani resmi kurum eliyle yaratılan sistemli bir fiili durumculukla karşı karşıyayız adada.
Daha söylenebilecek çok şey var ama fazla uzar bu söyleşi. Velhasıl bunların her biri birer Aziz Nesin hikayesi olmaya aday. Ancak artık gülemiyoruz da bunlara.
M.T.: Bir iki örnek daha verebilirsin.
M.E.: Cami avlusundaki çam ağacı hikayesi var mesela. Bu ağacı kesmek istiyorlar. Müftülük kaymakamlığa yazdığı yazıda ağacın caminin temellerine zarar verdiği, kuran kursuna gelen çocukların kafasına dal düşebileceği gibi gerekçeler sunmuş. Adalıların bir kısmı da ağaç kesilmesin diye imza toplamışlar. Çam ağacı olduğu için orman işletmesinin sorumluluk alanına giriyor. Orman işletmesi Koruma Kurulu karar versin demiş. Koruma Kurulu da, “tescilli yapıya zarar veren dallar varsa” orman işletme şefliğinin de denetimi altında kontrollü olarak budanabileceğini söylemiş. Bunun üzerine park ve bahçeler müdürlüğünden üç kişilik bir ekip, üzerinde bir vinç bulunan kamyonla ağacı budamaya geliyorlar. Ancak yanlarında orman işletmesinden kimse olmadığı gibi, “tescilli yapı”nın hangisi olduğunu ve bu yapıya zarar veren dallar olup olmadığını tespit edecek kimse de yok. Bunlar yerine motorlu testere var. Kesin çözüm aracı. Üstelik kendilerine bir de çınar ağacının “budanması” görevi verilmiş. Gelen ekibin elinde çam ağacıyla ilgili yazışmalar var, ancak çınarla ilgili bir şey yok, olamaz da, zira çınar abide ağaç olarak koruma altına alınmış. Bu konuyla ilgili kendilerine verilen bilgi ise, orada oturan birinin, bahçesine dökülen yapraklardan rahatsız olduğu için, park ve bahçeler müdürlüğünden ağacın “budanmasını rica etmiş” olması. Sonuçta sokakta yaşayanlar gelen ekibe durumu açıklıyorlar, ekip de herhangi bir işlem yapmadan oradan ayrılıyor.
Dediğim gibi saymakla bitecek gibi değil. Bunlara doğal koylara dökülen betonları, koruma altındaki ormandan çam fıstığı satışını vesaire de ekleyebilirsin.
M.T.: Koylara beton mu dökülüyor? Kim döküyor?
M.E.: Ya şezlong koymak için ya lokanta masası koymak için, oraları işgal edenler kıyılara beton döküyorlar. Üstelik bunlar herkesin gözünün önünde yapılan işler. Bir inşaatın kaçak olup olmadığını, adaların koruma alanı olduğunu vesaire belki herkes bilmez, ama sahil yolunun bir restoran tarafından işgal edilip masa konulduğunu, bir koya beton dökülüp hususi plaj haline getirildiğini, o sahilden geçen, o koydan denize giren herkes görür. Sahille de bitmiyor bu, denizde de devam ediyor, denize sorgusuz sualsiz tonoz atılıyor, lüks yatlar kotralar gelip bu tonozlara bağlasın, restoranlar servis botlarıyla hizmet etsin diye. Adanın bir zamanlar denizde yaşayan, denizle yaşayan topluluğundan hala sağ kalan olmuş olsa dahi bu koşullarda yaşamını sürdüremezdi.
M.T.: Var mı böyle kişiler?
M.E.: Pek kalmadı. Geçen hafta biri daha hayatını kaybetti örneğin, Giovanni Calich, adada bilindiği adıyla Coni. 1929 doğumluydu, denizin altını da üstünü de iyi bilen biriydi. Ayvansaray yapısı, tek direkli, tarihi bir ağaç balıkçı teknesi vardı. On - on beş yıl kadar önce teknesini karaya çekip terk etti. Fakat yaşlandığı için değil, artık adanın ve denizin aldığı yeni biçimde yeri kalmadığı için, yoksa son günlerine dek küçük bir botla kürek çekmeye devam ediyordu. Coni aynı zamanda dalgıçtı ve zıpkınla avcılığın, suyun altında “tüm kozlar” balığın elinde olduğundan adil bir yöntem olduğunu söylerdi. Bugün adaya pek çok yerden sportif zıpkıncılar geliyor, bu da bir turizm halini aldı. Elbette Coni’nin daldığı gibi dalmıyorlar. Balık resiflerini bulmak için de herhangi bir geleneksel bilgi ya da tecrübeye ihtiyaçları yok, sonarları var. Son teknoloji ürünü cihazlarla, yasak olmasına rağmen, av mevsimi dışında adanın yerli taş balıklarının yuvalarına dalıp, bu balıkların nesillerinin son örneklerini de vuruyorlar. Bu balıklar, yaz günleri ada restoranlarında “ada balığı” isteyenlere servis ediliyor. Coni geçen hafta öldü dedim, ama yakınları beni bağışlasın, geçen hafta ölen Coni’nin gölgesiydi. Adanın bir tarihi figürü olarak Coni, teknesini karaya çektiği gün sahneden çekilmişti bana kalırsa.
M.T.: Bir de çam fıstığı satışı var diyordun?
M.E.: Çam fıstığı konusu biraz daha karmaşık. Biliyorsun 2003’te büyük bir yangın oldu Burgazada’da. Ağaçlandırma sırasında, adalarda bulunan tipik çam ağacı türü olan kızılçam dikilmesi söz konusu dahi olmadı. Bunun yerine fıstıkçamı dikildi. Dikilen ağaçların önemli bir bölümü adalılarca para toplanarak alınmış ve kendileri tarafından dikilmiş olmasına rağmen, kızılçam dikilmesine izin verilmedi. İki yıl önce ise, büyümeye yüz tutan bu fidanlar vahşice budandılar. Ve sonuç geçtiğimiz kış ortaya çıktı. Orman işletme şefliği bu ağaçların fıstıklarını ihaleyle satıyor. Oysa burası koruma altında bir orman, istihsal ormanı değil.
M.T.: Bunlara ilgili bir hukuki süreç başlatılamaz mı?
M.E.: Bunu hukukçulara sormak gerek. Bildiğim kadarıyla devam eden bazı süreçler var. Hatta geçtiğimiz bahar, adaların hukuki yollarla savunulması üzerine bir forum yapıldı, duyarlı avukatlar katıldılar, İstanbul Barosu Çevre Komisyonundan gelen avukatlar oldu. Bu konular tartışıldı. Ancak sonrasında tam olarak ne olduğuna dair detaylı bilgim yok. Bu konuda basın, ilgili kişilerle temasa geçerse daha doğru bilgilere ulaşılabilir diye tahmin ediyorum. Benim yukarıda özetlediklerimin de hukuki altyapısı daha iyi anlaşılabilir. Benim hukuki süreçlerle ne yapılabileceğine, nasıl yapılabileceğine dair bir şey söylemem pek mümkün değil.
M.T.: Peki siyaset bilimci olarak konuyla ilgili ne söyleyebilirsin?
M.E.: Siyaset bilimci olarak, sorunun bir demokrasi sorunu olduğunu söyleyebilirim.
M.T.: Yani seçilmiş yöneticiler görevlerini layıkıyla yapmıyorlar mı?
M.E.: Söylediğimin seçimlerle ya da seçilmiş yöneticilerle ilgisi yok. Aslında demokrasinin de seçimlerle ya da seçilmiş yöneticilerle ilgisi yoktur. Vatandaşların yöneticilerini seçimle iş başına getirdiği düzene, Rousseau ve Montesquieu “aristokratik cumhuriyet” diyor. Demokrasi, demosun kendi kararlarını verdiği, özyönetime dayalı topluluk ilişkileridir.
M.T.: Demos halk demek değil mi?
M.E.: Bir anlamda. Halk diye tercüme edilebilecek bir başka Yunanca sözcük daha var: Laos. Demosun farkı ise yerele bağlı topluluğa işaret etmesi ve egemen sınıfları, yönetici elitleri içermemesi. Latin dillerindeki komün kelimesine benzetebiliriz. Ulus devlet için ise gerçek anlamda demos yoktur, ulus ve ulusal sınırlar içinde tek bir merkezi yönetim vardır, “ulus adına” yönetir. Dolayısıyla demokrasi kavramı merkezi devletçe yutulup dejenere ediliyor. Demosların merkezi devletçe sindirilmesi süreci çoğu zaman acılı geçmiştir. Hatta Türkiye’de bunun dehşet verici manzaralarını görüyoruz.
M.T.: Türkiye konusunu biraz açar mısın?
M.E.: Türkiye’nin pek çok yerinde ki İstanbul da buna dahil, yüz yıl önce orada yaşayanların neredeyse izi kalmamış durumda. Bu yalnızca bir göç meselesi değildir. Her ülkede, her bölgede göçe bağlı nüfus hareketlilikleri olabilir. Yoğun göç alan, demografik yapılarında kısa sürelerde hatırı sayılır değişiklikler gözlenen yerler vardır. Ama göç her zaman yerel niteliği bozup demos yapısını dağıtacak diye bir şey yok. Göçle gelenler, kendi topluluk ilişkilerini getirebilir, yerelle de bağ kurulursa sentez bir topluluk karakteri ortaya çıkabilir. Fakat Türkiye’de özgün bir tablo görüyorsunuz. Gelenin yerliyle kuracağı bağ yok, zira yerli yok. Türkiye siyasi literatüründe mübadele, zorla yerinden etme, tehcir gibi kavramlarla çok sık karşılaşılır. Böylece devlet demosu dağıtıyor, yerellikle bağını koparıyor, geleneğin aktarımını yok ediyor. Eğer başarılı olamazsa, dirençle karşılaşırsa, bu kez demosu tümden imha ediyor.
M.T.: Ada da bu tablonun içinde mi ?
M.E.: Elbette. Bugün adada nüfusunun çok az bir kesimi adadaki tarihini yüz yıl öncesine götürebilir, iki yüz yıl öncesine götürebilecek olan ise neredeyse yoktur. Yanlış anlaşılmasın diye altını çiziyorum, “adaya dışarıdan geldiler, adamızın kültürünü bozdular” saçmalığından bahsetmiyorum, adanın balıkçı köyü niteliğini ve buna bağlı yaşam geleneğini, kültürel tarihini hatırlayan kimse kalmadı diyorum. Bırak bunu, adanın adını hatırlayan kaç kişi var? Antigoni’yi Burgazada yapıyorsunuz, Hristos tepeyi, Bayrak tepe yapıyorsunuz. Ardından balıkçı kahveleri tavernaya dönüşüyor ve buralarda Rumca şarkı çalınıyor. Rum balıkçı yok, onun kancabaş sandalı yok, tuttuğu balık dahi yok, ama balık restoranında Rumca şarkı var. Yani yerel bir yaşam, bir topluluk yaşamı yok, aksine yok edilmiş bir yaşamın kurgulanmış yeni biçiminin, yaşam alanının kendisiyle birlikte iktidara ve sermayeye eklemlendirilmesi var.
M.T.: Fakat bu anlattıkların devletin genel politikasıysa adayla ilgili anlattıklarının, şantiyelerin, ağır vasıtaların bununla ilgisi ne ?
M.E.: Şöyle, ada coğrafi yapısı gereği söz ettiğim demotik topluluk ilişkilerini yeniden üretebilme kapasitesine sahip bir yer. Zira küçük, çok kalabalık değil ve deniz, metropolle arasında bir doğal bariyer oluşturuyor. Özellikle kış günleri bir ölçüde içine kapanıyor, ki bu birkaç yıl öncesine dek çok daha hissedilir derecedeydi. Bu durum topluluk içi dayanışmayı güçlendiriyor, ortak bir yerel kimlik üretilmesini sağlıyor. Yani her ne kadar adanın geleneksel balıkçı köyü yapısı bozulmuş, tarihsel sakinleri yerinden edilmiş de olsa, adadaki yaşam, yeni bileşenleriyle topluluk ilişkilerini ve kimliğini tam bir demos yapısı ortaya koyacak biçimde olmasa da yeniden üretebiliyor. Ve sözünü ettiğim müdahaleler, mesela “yatırımlar”, şantiyeleşme, motorlu araç trafiği vesaire tam da bu yeniden üretim sürecini hedef alıyor. Bu konularda tüm devlet kurumlarının ortaklaşması da bunun bir göstergesidir. Zira bağımsız, dayanışmacı topluluk kimlikleri, merkezi devlet iktidarının “bekası” için tehdit oluşturur. Sorun “beka” sorunu olunca da, devlet unsurları iç çelişkilerini bir anda unutup birleşiveriyorlar. O zaman, iktidar, muhalefet, atanmış, seçilmiş fark etmiyor.
M.T.: Bütün bunların sebebi basitçe rant olamaz mı?
M.E.: Olabilir tabii, ama tek sebebin bu olduğunu düşünmüyorum. Üstelik biri diğerini dışlamaz. Kentsel dönüşüm projeleri yalnızca rant projeleri midir örneğin? Ayrıca adalarda sözünü ettiğimiz konular, bir nükleer santral, toplu konut, HES, köprü gibi büyük rantlar doğuracak işler değil. Çoğunlukla münferit konut inşaatları, kaçak eklentiler, fuzuli işgaller. Adada kaçak inşaatlar yeni bir konu da değil zaten. Fakat daha önceki inşaatlar için adaya bu ölçüde ağır vasıta sokulmuyordu, bu durum görece yeni. Ya da sokaktaki yaprakların süpürülmesi için, merkezi idare adaya kamyon göndermiyordu. Adaların yerel yönetimi, hafriyat almaktan ya da yer süpürmekten aciz mi? Öyle bile olsa, adalılar kendi kapılarının önünü süpüremez mi? Ama mesele zaten topluluğu, her konuda merkezi yönetimin müdahalesine muhtaç hale getirmek. Adaların atsızlaştırılması da bununla ilgilidir. Yerelle kurulan, yerelde kurulan bir yaşam biçimini sonlandırmakla ilgilidir. Öyle olmasa yalnızca ticari faytonlar kaldırılırdı, ama hayır, adalar atsızlaştırıldı. Buna bağlı olarak sokaklarda kontrolsüzce gezen akülü araçlar da bununla ilgilidir. Ada gibi yerde, bisiklete binen kimse kalmadı inanabiliyor musun? Burgazada’nın en uzun caddesi iki buçuk kilometredir. Buna rağmen, bütün dünya bisiklete yönelirken burada herkes elektrikli motosikletle geziyor. Böylece merkezi yönetimin elektrik trafosuna, asfaltına, daha genel anlamda da HES’ine, nükleer santraline ihtiyaç duyar hale geliyor. Ayrıca nereden hangi motorlu aracın çıkacağı belirsizken sokakta top oynayan çocuk görebilmen mümkün mü? Değil. Sokakta oynamayan çocuk, ada sokağıyla yirmi yıl önceki kuşağın kurduğu ilişkiyi kuramıyor.
M.T.: Yani bunlar planlı olarak mı yapılıyor diyorsun ?
M.E.: Evet. Abarttığımı düşünen varsa, devletin son yüz yılda ülke genelinde yerel toplulukları, yerel kültürleri, özgül, özerk kimlikleri yok etmek için neler yaptığına, nasıl ince planlı hareket ettiğine baksın. Adalarda kaçak olmayan, kaçak bir eklentisi olmayan yapı yok gibidir. Fakat devletin son on beş yılda adada yıktığı yapılar: ahırlar, kümesler ve balıkçı barakalarıdır. Bunlar elli ilâ yüz yıllık yapılardı ve adanın yerel topluluk kültürünün parçalarıydı. Belki de bu anlattıklarımın en iyi özeti, balıkçı barakaları yıkılırken rütbeli bir polis memurunun sözlerinde bulunabilir: “Adalıyım da ne demekmiş ? Burası bağımsız cumhuriyet mi? Adalı diye bir şey yok, Türk’üm diyeceksiniz !” diye haykırıyordu. İşte mesele budur. Bu yüzden de artık ada yaşamı diye bir şeyin pek kalmadığını söylüyorum. Aynı şey adalı kimliği için de geçerlidir, artık bu da kendi dayanışma dilini konuşan bir yerel topluluğa değil, büyük ölçüde iktidar dilini konuşan bir kurguya işaret ediyor.
M.T.: Öyleyse ne yapmak gerek?
M.E.: Bu yok oluş sürecine karşı çıkmak gerek, topluluk yaşamını ve yaşam alanlarını yani demokrasiyi savunmak gerek. Bu yalnızca İstanbul adaları için değil, her yer için geçerli tabii. Birlikte ele alınmalı. Adalardaki sürece karşı çıkmak için de ille adada ikamet ediyor olmak gerekmez, aksine bu karşı çıkış, adada yaşayan birkaç kişiye bırakılmamalı. Adalardaki süreç bir tarihsel bütünün parçasıdır. Duyarlı basının, demokrat kamuoyunun biraz daha ilgi göstermesi gerekiyor buraya. Adalar seçkinlerin oturduğu sayfiye yerleri değildir. Burada bir demokratik yaşam vardı, tekrar var olabilir, bunu savunmak gerekiyor. (MT/AS)