Pendik kıyısındaki Pavli Adasına uzak da olsa tekneleriyle sık sık gitmeyi seven Prens Adalılar, yumuşacık coğrafyasıyla ilgi odağı olan bu küçücük ada ana karaya bağlandıktan sonra oralara gitmez olmuşlardı. 1970 yılında kurulmuş tersaneye mendirek vazifesi gören yolun sonunda kalan adacık bölgenin iyice sanayileşmesiyle, maziyle alakadar olmayanlar için artık fark edilemeyecek kadar manasız bir kara parçasına dönüşmüştü.
Adaların Batısındaki Yassı Adada yaşananlar da, nispeten dar bir kara parçası daha olmasına rağmen, denizdeki hayatlarından ekstra bir şeylerin eksilmesi anlamındaydı.
İmralı zaten çoktan lanetlenmiş, Rumlar’ın bereketli yaşamlarının yerinde yellerin estiği, adeta uğursuz bir adaya dönüşmüştü.
Günümüzde çok daha geniş boyutta ve agresif yaptırımlarla empoze edilenler ise halen canlı bir etnografik müze gibi lanse edilmekte olan Prens Adaları ahalisinin kendi adalarında yaşayamaz hale gelip sanki vatanlarından sürülmesi niyetiyle organize edilmiş gibi durmuyor mu?
Muazzam güzelliğe ve mükemmel iklime sahip California’nın Los Angeles kenti kıyısındaki Terminal Adasının makûs kaderi hakkındaki belgesel de insana tabii değerlerin nasıl heba edildiğini hatırlatmakla kalmıyor, unutturulmak istenen etnografik zenginliği irdelememizi de sağlıyor.
Puslu bir havanın hâkim olduğu coğrafya, kara yolları, sanayi tesisleri, beton bloklar ve gökdelenler, arsız doğalarına rağmen can çekişmekte olan gerçek palmiyelerle baz istasyonlarını kamufle etme misyonu yüklenmiş sahte versiyonları kıyamet manzarasını andırırken, adeta kayıp cennetin portresi haline geliyor.
Yönetmenliğini Sam Drake’in üstlendiği Amerika Birleşik Devletleri 2024 yapımı 13 dakikalık Terminal Adası (Terminal Island) adlı belgesel buğulu atmosferiyle bölgenin çürümüşlüğünü layıkıyla hissettiriyor.
Neydi, ne oldu…
Bir zamanlar adı Isla Raza de Buena Gente olan Terminal Adası ana karaya köprülerle bağlı, ses, görüntü ve hava kirliliği yüksek seviyelere ulaşmış gayet çirkin bir mıntıka. Geçmişle ilgilenmeyenlerin Terminal’e ada demeye dillerinin varmayacağı kesin.
Bakışınızı biraz yukarıya doğru çevirdiğinizde birbirinden çirkin binalar, kişiliksiz gökdelenler, kocaman fabrika binalarıyla havaya cömertçe duman saçan bacalarının dışında ufukta sayısız rüzgâr türbini görüyorsunuz. Hızla akan trafik sürekli bir uğultuya sebep olurken gene oralarda, sıkış tepiş tekne dolu marinaların iddia edildiği gibi nezih ve medeni bir ortam oluşturmadığı muhakkak.
Peyzaj estetiği açısından bir diğer felaket, heyula gibi bir su oyunları parkı, limana sokulmakta olan, çirkinlik abidelerinden bir kruvaziyer gemisi ve manzarayı süslemesi beklenen, ahı gitmiş vahı kalmış palmiyeler. Bir de etrafa yaydıkları kötü enerji, filmin minimal olduğu kadar esrarengiz müzik tasarımıyla desteklenmiş palmiye şeklindeki baz istasyonları.
Ya bu cehennemvari ortama rağmen yüksek duvarlar ve paravanlarla kendini soyutlamaya girişmiş birinin havuz keyfi sürmesine ne demeli?
Bir zamanlar doğal bir şekli varken okyanus doldurula doldurula çoğu dik köşelerden müteşekkil, insanların hizmetine sunulmuş kişiliksiz bir kara parçasının karşısındayız.
Azınlıklar özenle hırpalanır…
Kuzey Amerika’nın Avrupa’dan gelenler tarafından işgal edildiği zamanları bir tarafa bırakırsak Terminal Adasının 20’inci yüzyılın başlarından itibaren Japon balıkçılardan müteşekkil bir topluluğu tüm bereketiyle ağırlamış olduğu biliniyor. Fakat Japonya’nın Pearl Harbor saldırısından sonra adaya bir süre hapishane görevi yüklendiğini, ardından Japon ahalinin 48 saat mühlet tanınarak evlerini boşaltma emrinin verildiği de teferruatıyla hatırlanıyor. Akabinde kamplara kapatıldıkları ve mahallelerinin yerle bir edildiği de unutulmayan malumattan.
İkinci Cihan Harbi sonrası adaya dönmeleri mümkün olmadığından adanın kendine has kültürüne sahip Japonları başka yere yerleşmişler, geriye kalanları 2002 yılında ebeveynlerini anmak için adaya bir abide dikmişler (Nedense aklıma futbolcu Lefter’in Büyükada’daki, başına gelmedik kalmamış heykeli geliyor…).
Terminal Adasının bilhassa denizcilikle alakalı çetrefilli mazisi bir yana, halen açık olan hapishanesini anmadan da olmaz!
Belgeselin yönetmeni Sam Drake’in, bizi tarihî malumattan mahrum bıraksa da adada hüküm süren laneti yansıtmakta muvaffak olduğunu ifade etmem şart. Yakın plan izlediğimiz bir insan elinin bir araba farına yapışıp kalmış yabancı maddeleri tırnaklarıyla sökmeye çalışması seyircinin muhakkak ki tüylerini diken diken edecektir; aynı anda etrafında uçmakta olan sineğin vızıltısı da cabası. Belgeselin geleneksel manadaki film müziği eşliğiyle değil de, bazen ani ve atonal tınılarla bizi diken üstünde tutmayı gayet iyi becerdiği de kesin. Moondog imzasını taşıyan Chaconne in C adlı parça ise sizi bir lunaparkın hüznüne taşıyor.
Filmi izledikçe kirlilik, gariplik, kişiliksizlik ve çürümüşlük sanki seyirciye de sirayet ediyor; yaşamak istediğiniz bir yer değil de kaçıp kurtulmayı arzuladığınız bir çorak ülkeyle zoraki bir münasebetteymişsiniz gibi hissediyorsunuz.
Tıpkı İstanbul Adaları sorumsuzca ve ölçüsüzce lunaparka dönüştürülürken, adaları hakikaten sevenlerin kendilerini hissettikleri gibi.
Doğal sit alanıyken sahillerin birilerine peşkeş çekildiği, kıyıların doldurulduğu, ağaçların kesildiği, bir mücevher muamelesi yapılması gereken daracık orman alanlarında asfaltın döküldüğü veya parke taşlarının döşendiği bir barbarlık timsali. Ses, görüntü ve hava kirliliğinin adaları şehirden farksız, hatta çok daha klostrofobik hale getirdiği, gittikçe daralan bir ilmek boğazımıza yapışmış vaziyette.
Kanunların yok sayıldığı, yetkililerin kılını kıpırdatmadığı, hak arayanların muhtelif etiketlerle yaftalandığı, hatta kötü muamele gördüğü bir kâbus. Üstelik daracık yüzölçümleriyle şimdiki yozlaşmış hallerini bile koruyamayacak savunmasız bir coğrafya ve deyim yerindeyse, suyu tez zamanda kuruyacak bir çeşme ile karşı karşıyayız.
Dünyanın çok daha büyük ebattaki turistik alanlarına girişler kısıtlanırken adalara İstanbul’un her yerinden binlerce insan taşınıyor. Teknolojik ilerlemelerle gezegendeki başka diyarlarda deniz ulaşımını sağlayan araçlar sessizleşirken buradakiler sanki ilkelleşiyor, kaba motor sesleri Marmara Denizini inletip duruyor. Kanal İstanbul şimdilik gerçekleştirilmediğinden, oldu olacak yerine adaları ana karaya ve birbirine bağlayacak, tüm dünyada kıskanılacak, yeni bir köprüler ve viyadükler projesine girişilse fena mı olur?
Bu sayede deniz gibi zor intibak edilen engel de aşılmış olur, güçlü led ışıklandırmalarla, bazılarının korkabildiği adalar mevzubahis köprüler ışıl ışıl aydınlatılmak suretiyle medenileştirilir.
Adaların suyu fazla zahmet etmeden tez zamanda iyice sıkıldıktan sonra da yepyeni ufuklara yelken açılır…
Müzik grubu ABBA’yı küçümsüyor olabilirsiniz fakat yazının ana mevzusu olan Terminal Adası belgeselinin kapanış jeneriği akarken aşktan bahsetse de Lay all your love on me şarkısı duruma ne kadar da cuk oturuyor diye düşünebilirsiniz. Klasik müzik havasında, minör akorlarla keskinleştirilmiş şarkının dramatik nakaratının gücü, filtre maharetiyle kalın ve çatlak sesli bir erkek sesi tarafından artırılırken sanki İstanbul’un Prens Adalarının kalkmakta olan cenazesinde hazır bulunuyormuşsunuz hissini de verebilir!
(RL/AS)