Çoğu davetli gibi, konferansın iptal edildiğini kampusun Etiler girişinde öğrendik. Belirli bir odak tarafından bu konferans boy hedefi yapılıp, sanki bir cihat ilan edilmişti. Tek merkezli bir kampanya ile, önce medyanın sütunlarında, bu konferansı yapmasınız iyi olur mesajı yollandı. Sonra, Trabzon'daki linç olayının bir çeşit sözde "entelektüel" türü sahneye kondu.
Bu konferansın Türkiye'de yapılmış olması ancak prestij getirir ve AB içindeki Türkiye karşıtı çevrelerin kampanyalarını zayıflatır, Türkiye'nin yavaş da olsa bir dönüşümün gerçekleştiği umutlarını güçlendirirdi.
Ama, şu anda AB içindeki Türkiye karşıtı çevreler, zil takıp oynuyorlar, "Bakın, biz bunlar değişmez, bunların bütün yaptıkları takiyeden ibaret" diyorlar.
Ama zaten, Türkiye'deki örgütlü, programlı bir odağın istediği de, zaten tam da bu.
AB sürecinden umudunu kesen Erdoğan hükümeti, her gün biraz daha, belirli bir odağa teslim oluyor, ayağı altındaki toprağın kaydığını hissederek. Konferans, alelacele, konu "soykırım mı, değil mi" ikilemi olmadığı halde, "soykırımcıların konferansı"olarak ilan edildi.
Katılımcıların çok azı, 1915'i çeşitli gerekçe ve analizlerle ile "soykırım" olarak nitelendiriyordu. Ama mesele bu değildi. Bu propagandayı yürüten odağın, konferans programını okumayacak kadar saf ve bihaber olduğunu sanmıyoruz. Ama bir yandan da, onların ana sorununun, 1915'in soykırım olarak tanınıp tanınmayacağı değil, tam da Ermeni sorununun kendisi olduğu, ırkçı bir nefretin yansıması olduğu bir kez daha anlaşıldı.
Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğü, önce TTK başkanı tarafından tehdit edildi, bir üniversite nasıl böyle bir konferansa yer verir, diye. Medyadan salvo ateşi başlatıldı.
Yetmedi. Arkasından İstanbul Valisi, Boğaziçi Rektörlüğünden konferansın iptalini istedi.
Yetmedi. Baş Savcı, konferansa sunulacak tebliğlerin bir suretinin kendisine yollanmasını istedi. Herhalde, yeni TCK'nin ünlü 305. maddesinin uygulanabileceği ilk vakayı yakalama ihtimalinin heyecanı ile...
Yetmedi. Adalet Bakanı, adalet kavramına yakışmayan çirkin bir saldırıda bulunarak, Türkiye'nin onurlu, dürüst akademisyen, yazar ve aydınlarını, "Türkiye'yi sırtından hançerleyenler" olarak niteledi. (Bu kişilerin aslında derhal Adalet Bakanı hakkında hakaret davası açmaları gerekir.) Herhalde bu bardağı taşıran son damla oldu.
Basında alenen yapılan tahrik ve hedef göstermelerden sonra, paniğe kapılan Boğaziçi Üniversitesi Rektörü, konferansı hazırlayan kurula da danışmadan, konferansın iptal edildiğini ilan etti son anda.
Bu tam bir skandaldır. Ve Türkiye asıl şimdi sırtından hançerlenmiştir. Türkiye'de, faşizan çevrelerin, devlet içinde, medyada, siyasette ne kadar "derin" yapılandıkları, bir kez daha ortaya çıkmıştır. Türkiye'deki demokratikleşmenin hiç bir inandırıcılığı kalmamıştır. Belli bir odağın senaryosunda bir adım daha atılmış, Erdoğan hükümeti biraz daha teslim alınmıştır. Bu hükümette ve parti içinde yer alan Truva atları, işlevlerini bir kez daha yerine getirmişlerdir.
Konferansa karşı cihat açanların, bu tavrının ardında, kendi başarısızlıklarının yarattığı bir çeşit kompleks de vardır. Hemen hemen aynı tarihlerde, Ankara'da resmi görüş ağırlıklı bir konferans hazırlanıyordu. Buna farklı renk olsun diye, birkaç ayrıksı isim de çağrılı idi. Böylece ne kadar "demokratız" diyeceklerdi. Bunu becerememenin yarattığı kompleks de, İstanbul'daki konferansı hedef tahtası yapmalarının nedeni oldu.
Bu yapılanın, devlet politikaları ile de bir ilgisi yoktur. Aslında bu konferans, Ermeni sorununa ilişkin tartışmaların, soykırım batağından kurtulup, daha fazla diyalog olanağının sağlanması için bir fırsattı. Ve devlet geleneğinden gelen bir çok insan da bunu istiyordu.
Bir Başbakan, Dışişlerini dinlemediği ile övünüp, Koçaryan ile atışmakla, içini rahatlatıyorsa, ötekiler ne yapmaz.
Erdoğan hükümeti, AB sürecinden umudunu kesmiştir, sonuç olarak Ermeni Konferansı da, AB üyeliği çerçevesinde dönen "it dalaşına" kurban edilmiştir. Büyük bir insanlık dramının, Avrupa ve Türkiye'de, böylesine hoyratça malzeme oluşu son derece acıdır. İnsanlarımızın acılarını bölüşecek yerde, yaralara şiş sokmaya devam ediyoruz.
Ne yazık ki, Kilisenin Engizisyonuna teslim olan ve "dünya dönmüyor" demeyi kabul eden Galileo gibi, Türkiye'deki üniversite kurumu, devlet kilisesi ve onun öğretisi karşısında bir kez daha teslim olmuştur. Bu da acı verici... (RZ/KÖ)