1990’lı yıllarda 19 kişinin zorla kaybedilmesi veya infaz edilmesine ilişkin süren Ankara JİTEM Davası’nın 11. duruşması geçen hafta Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Sanık olarak ismi geçenler, çokça aşina olduğumuz ve hatta kendi literatürleri için kallavi diyebileceğimiz isimler. “Ağarlar, Çarkınlar” denildiğinde anlaşılabiliyor misal.
Mahkeme Başkanı’nın, tanık olarak dinlediği şahıslara en başta sorduğu soru genellikle şu:
“Kamuoyunda ‘faili meçhul’ olarak bilinen cinayetler var. Mehmet Ağar, İbrahim Şahin, Korkut Eken, Ayhan Çarkın… Tanıyor musunuz bu isimleri?”
Tanık; idari amir, emniyet personeli ise yanıt belli. Tanıyorlar. Cinayetleri, magazinel haberlermiş gibi “basından okudukları kadar” biliyorlar. Bunu duyunca, görev süreleri boyunca tatildelermiş intibası uyanmıyor değil.
Ya da maktuller soruluyor: “Namık Erdoğan, Metin Vural, Recep Kuzucu, Behçet Cantürk, Savaş Buldan, Haci Karay, İsmail Karaalioğlu… O dönem öldürülmüşler. Tanıyor musun, biliyor musun bu isimleri?”
Liste uzun olduğu için maktullerden biri olan avukat Yusuf Ekinci’ye çoğunlukla sıra gelmiyor. Davanın müşteki avukatlarından biri olan Sertaç Ekinci, o esnalarda duruşma salonunda. Orada bulunmasının nedeni sadece mesleki değil. Meslektaşı olan babasının cinayetinin izini sürmekte gönülsüz olan hukuka karşı yine bir hukukçu olarak yanıt vermeye sebat ediyor. Zor. Niye’si bütün bir dava süreci. İşin duygusal tarafında ayak diretmeyecek kadar mesafe almış meselesine Ekinci. Kaldı ki ve acı ki, acıyı hızlıca olgu haline getiren bir memleket burası. Yüzlerce faili meçhulden bahsediyoruz. Sürmekte olan davadan yola çıkarak, Ekinci’yle, “derin devlet”i, tutuksuz sanıkları ve bu sanıkları kollamakta istikrar gösteren, devlet geleneğini ve tekniğini değiştiren bugünün devlet şiddetini konuştuk.
90’lı yılları anlatan Ankara JITEM davası
Ankara JITEM Davası’nın özelliği ne? Nerden nereye gelindi? Yol kat edilebildi mi?
Türkiye’nin bir dönemini anlatıyor. Dava 2011 yılında başlatılan soruşturma sonucunda açılmıştı. Soruşturma sürecinde 3 savcı değişti. Şu anda kovuşturma aşamasında değişen savcılarla birlikte dosyadaki toplam savcı sayısı sanıyorum 5 ya da 6’dır. Aynı şekilde kovuşturma başladıktan sonra da dosyaya bakan heyette değişiklikler oldu. Heyet başkanı üç kez değişti, heyet üyelerinde de sürekli değişiklikler oldu. Bahsettiğim bu durum, özellikle yüzlerce klasörden oluşan ve Türkiye’nin bir dönemini inceleme altına alması gereken yargısal sürecin daha baştan sakat doğduğunu gösteriyor. Daha da önemlisi davaya ilişkin iddianamede sanıkların basit adam öldürme suçundan yargılanıyor oluşları. Artık sosyal hafızaya kazınmış olan ve hukukun rafa kaldırıldığı bir dönemi ifade eden “90’lı yıllarda” metropollerde meydana gelmiş cinayetlerin incelemesi yalnızca adi bir suç olarak değerlendirilemez. Bu cinayetler sınıf ya da statü olarak “yüksek” konumlarda insanlara yönelik olduğu için toplumda nispeten daha çok dikkat çekti. Oysa 1990-1998 itibariyle yargısız infazlarda1102, faili meçhul siyasi cinayetlerde 1683, kaybedilmelerde 179, gözaltı ve cezaevlerinde 348, mayın-bomba patlamalarında 468, sivillere saldırılarda 1053 kişi olmak üzere toplam 17bin 955 kişi öldürüldü. Söz konusu cinayetlerin dönemin siyasal iktidarının yönelimi ile bağı anlaşılmadan, bunun üzerinde gidilmeden başlatılacak her türlü soruşturma ya da kovuşturma doğuştan hatalıdır.
“Başbakanın şüpheli konumunda olduğu bir soruşturma”
Dava sonucunu baştan belli eden olumsuz emareler varsa, bir amacı olmalı bu davaların başlatılmasının. Nedir?
Esasında tek tük başlatılan bu soruşturmalar, tamamen mevcut siyasal iktidarın “Faili meçhul cinayetlerin üzerinde gidiyoruz” şeklinde toplumun liberal-demokrat kesimlerini manipüle etme amaçlı siyasetinin bir sonucu. Bu yolla kitleler, siyasal iktidarın dönemsel olarak istediği desteği -örneğin Anayasa referandumunda- verdi. Örnek vermek gerekirse an itibari ile yaşadığımız siyasal dönemde bu davaların açılması kati surette mümkün olmazdı.
Dava bu çerçevede açıldığından ve takip edildiğinden tamamı ile gerçeği ortaya çıkartma ve adaleti tahsis etme amaçlı değil, siyasi rant amaçlıdır. Bu derece ciddi iddiaların söz konusu olduğu, devletin başbakanının şüpheli konumunda olduğu bir soruşturma, adi cinayet soruşturması olarak algılanamaz. Devletin kurumlarının dahil olduğu iddiası söz konusu olan bu tip olaylarda meclis tarafından oluşturulacak yüksek yetkilerle donatılmış mevcut komisyonlara çağırılan tanıkların zorla getirilmesi mümkün değil. Örneğin bir komisyon oluşturulmalı ve buna göre toplanacak delillerle hareket edilmeli. Açılacak davalar da adi cinayet değil, insanlığa karşı suç kapsamında değerlendirilmeli. An itibari ile yapılan yargılamada Başbakanlıktan ve MİT’ten talep edilen belgelere ulaşmakta güçlük çekiliyor. Sadece üç kişilik mahkeme heyetinin gücü ile sınırlı bir süreç işliyor.
“Delillere rağmen tutuksuz yargılanan sanıklar”
Devam eden yargılamada çok ciddi deliller mevcut. Eski özel harekat polisi Ayhan Çarkın’ın cinayetler hakkında detaylı ifadeleri ortada. Dosyada tanık olarak dinlenen Mehmet Eymür gerek soruşturma aşamasında gerekse de Mahkeme’de vermiş olduğu ifadelerde sanıkların içerisinde bulunduğu yasa dışı yapıdan haberdar olduğunu, cinayetlerin sorumlularının bu şahıslar olduğunu, yine cinayetlerden devletin yüksek makamlarının haberdar olduğunu ifade etti. Bunun gibi birçok tanık, cinayetlerin devlet eli ile işlendiği, sanıkların da bu konuda sorumlulukları olduğu konusunda ifadeler verdi. Cinayetler sadece özel harekat uhdesinde bulunan UZİ marka silahlarla işlendi. UZİ marka silahların sanıklardan Korkut Eken tarafından teslim alınıp iade edilmediği, bu konuda daha önce yargılandığı mahkemenin bilgisi dahilinde. Sanıklardan Mehmet Ağar’ın yasadışı teşekkül oluşturduğuna ilişkin mahkeme kararı Yargıtay tarafından onandı. Davada mevcut cinayetlerin birkaçında aynı silahların kullanıldığı balistik raporları ile sabit. Anmış olduğum noktalar Mahkeme’nin bilincinde olduğu maddi vakıalardır, aksi iddia edilecek konular değildir. Bütün bunlar ve bunlar dışında anmadığım birçok delil vesikasına rağmen yargılanan sanıklardan bir teki dahi tutuklu değil, daha da ötesi sanıkların tamamı duruşmalardan vareste tutuluyor. Bütün bu anlattıklarım dışında, 17 cinayetin yargılamasının yapıldığı bir kovuşturmada bırakınız tutuklama yapılmasını, sanıkların duruşmalardan vareste tutulması, adalete ulaşma konusundaki isteksizliği ve ciddiyetsizliği yeterince anlatıyor. Hiçbir kuşkunuz olmasın bu yargılama tamamen siyasal iktidarın kendi imajı için başlattığı, imkanı olsa şimdi çöpe atacağı bir yargılamadır. Tüm bunlar göz önüne alındığında, davadan müspet bir sonuç beklemek mümkün değil.
Susurluk sonrası “temizlenen” devlet içi oluşumlar
Devlet-polis-mafya ilişkilerinin ortaya saçıldığı Susurluk kazası alışılmış kazalardan mıydı? Kontrolden çıkan güç, planlı programlı bir kazayla devreden çıkartılmak istenmiş olabilir mi?
Susurluk kazasının alışıldık bir kaza olmadığı ortada. Sormuş olduğunuz ikinci soru şu anlık bir teoriden ibaret olmakla birlikte tüm olaylar detaylı bir şekilde incelendiğinde devletin 90’lı yıllarda terörle mücadele adı altında kendi istihbaratının PKK’nin destekçisi olarak belirlediği ve hukuken suçlayamadığı şahısları tasfiye etmek amacı ile bir örgütlenme oluşturduğu, PKK’ye yardımcı olduğu iddia edilen şahısların bazılarının uyuşturucu ticareti ile bağlantılı olduğu ve bunların tasfiyesinin ardından uyuşturucu trafiğinin oluşturulan bu teşekkülce devam ettirildiği düşüncesindeyim. Bunun orta ve uzun vadede devleti uluslararası arenada zor durumda bıraktığı ve bu nedenle özellikle bu işin başını çeken Abdullah Çatlı’nın tasfiye edildiği, Susurluk kazasının ardından sadece bu teşekküldeki şahısların ‘’temizlendiği’’ ve asla devlet ile bu teşekkül arasındaki bağa yönelik bir soruşturma geliştirmediği benim şahsi kanaatim.
Siyasal iktidarın emrinde olan dokunulmazlık
Mehmet Ağar, 5 yıllık cezanın 3 yılını infaz yasası nedeniyle yatmış gibi kabul edilmiş, 2 yıllık cezasının bitmesine henüz bir yıl kala 3. Yargı paketinde yer alan denetimli serbestlik hakkından yararlanmış, cezasının bitmesine 361 gün önce tahliye edilmişti. Öncesinde dokunulmazlığı olduğu için bir süre yargılanamamıştı. Şimdi ise dokunulmazlık oy birliğiyle kaldırıldı sonrasında HDP milletvekilleri alınmaya başlandı. Başkanlık sistemi ise tepedekilerin dokunulmazlığını sağlayacak. Çok amaçlı bir “dokunulmazlık” içtihadı var elimizde. Gücün tekelindeki hukuku bir yana bırakarak soruyorum, “dokunulmazlık” hukukun kendisine aykırı değil mi?
Dokunulmazlık, özellikle “kürsü dokunulmazlığı” olarak anılan şekli, bu titri taşıyanların siyasal eylemlerine ilişkin getirilen daha doğrusu getirilmesi gereken bir kavram. Bu çerçevede değerlendirildiğinde dokunulmazlık hukuka aykırı olmaktan ziyade seçilmişlerin siyasi özgürlüğünü garanti altına alan, onların siyasal faaliyetleri nedeni ile yargılanmasını önleyen -ki bu baştan hukuka aykırılık olur -hukuku ve demokrasiyi tesise yönelmiş bir uygulama. Daha doğrusu bu şekilde olması gerekir. Oysa Türkiye’de dokunulmazlık tam da bunun aksi şekilde uygulanıyor. Milletvekillerinin siyasal eylemlilikleri dokunulmazlık çerçevesinde değerlendirilmesi gerekirken tamamı ile siyasal iktidarın emrinde olan savcılar tarafından hazırlanan iddianamelere suçlanmakta ve tevkif edilmekte. Diğer yandan gerçekten ciddi suçlara bulaşmış olan milletvekilleri ise bu zırhtan sonuna kadar faydalanıyorlar. Bu çerçevede hukuki bir saike hizmet etmesi gereken bu kavramın tamamen siyasal olarak kullanıldığı bir uygulama içerisindeyiz. Bu ikinci anlamında uygulamada olan dokunulmazlık ise elbette hukuk ile uzaktan yakından bağdaşmaz.
“Alelade suçlular değiller, korunacaklarını biliyorlar”
Birkaç ay önce dava öncesinde konuştuğumuzda, Mehmet Ağar, Sedat Bucak ve benzer “vatanseverler” için “Esasında sağlam duruyorlar,” demiştiniz. Ne demek istemiştiniz?
Bu ifadeyi kendilerinin devlet tarafından korunacaklarına yönelik inançları sebebiyle kullanmıştım. Sanıklar, özellikle Mehmet Ağar ve Korkut Eken alelade suçlular olarak değerlendirilemez. Devletin işleyişini çok iyi bilen, usule hakim şahıslardan bahsediyoruz. Bu bilgi ve tecrübeleri, devlet aygıtının kendilerine asla direkt olarak dokunmayacağını, ezkaza bir soruşturmaya konu olsalar dahi bunun sonucunda ciddi bir zarar görmeyeceklerini kendilerine söylüyor. Mehmet Ağar hakkında infaz edilen hapis cezası için kendisine özel tek kişilik bir cezaevi tahsis edilmesi, bu cezaevinin Fatih Terim’den Mustafa Koç’a kadar şahıslarca ziyaret edilmesi, anmış olduğum güvenin hem sonucu hem de nedeni. Asla panik değiller. İfadelerinde son derece tutarlı ve profesyonel cevaplar veriyorlar. “Sağlam” sıfatı ile kastım buydu.
Kamuya açık yargılamalarla yapılmayan tasfiyeler
Öbür yandan, 1975’ten beri MİT’le çalışan haber elamanı Tarık Ümit, 2 Mart 1995 tarihinde özel tim, Ayhan Akça ve Ziya Bandırmalıoğlu tarafından alındıktan sonra kendisinden bir daha haber alınamadı. Keza Ömer Lütfi Topal da. O cenahın ifadesiyle konuşursak, uzun dönem devleti için çalışmış biri gözden de çıkarılabiliyor.
Devletin kendi gayrimeşru çıkarları için kullandığı bireyleri tasfiyesi yeni bir şey değil. Tasfiye yapılır ancak yalnızca o şahsa yönelik bir eylem olarak öldürme, kaybetme şeklinde. Hiçbir şekilde kamuya açık bir yargılama neticesinde tasfiye oldukları görülmedi. Bu tip şahıslar -Tarık Ümit vs. gibi- kontrolden çıkan, şahsi çıkarları nedeni ile asıl amaçtan sapan şahıslar olarak değerlendirilir. Bu aynı zamanda devlet nezdinde gayrimeşru düzeyde pratikleri olanlara verilmiş üstü kapalı bir gözdağı niteliğinde. Az önceki sorunuzla bağlantısı da burada, eğer tasfiye edilecekse bu şahsen yapılır, bir yargılama ile olmaz. Yargılanan şahısların kendilerine güvenini de açıklayan bir durumdur bu.
AKP, 90’lı yılların ceberut devletinden kopmadı
Prof. Dr. Mümtazer Türköne ve Hüseyin Kocabıyık o dönemde Tansu Çiller’in danışmanıydı. “Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir” diyen metin de büyük olasılık bu ellerden çıkmış. Şimdilerde Kocabıyık, AKP İzmir milletvekili ve Milli Savunma Komisyonu Üyesi. Mümtazer Türköne, Cemaat kapsamında içerde. Bir şekilde hala etraftalar yani.
Şu anki siyasal iktidarın bundan 4-5 sene öncesine kadar “Faili meçhul cinayetleri açığa çıkarıyoruz” demesine rağmen bu cinayetlerin işlendiği dönemde görevde olan şahısların şimdi de görevde olması bir tesadüf değil. Devlet bu anlamda devamlılığını koruyor. AKP'nin 90'lı yıllardaki ve önceki ceberut devletten bir kopuş olduğu söylendi. Bu kopuşun devletin hantal siyasal, kemikleşmiş yapısını kırarak liberal-demokrat bir çizgiye çekilme projesi olduğu da… Altan kardeşlerin ve Etyen Mahcupyan'ın ifade ettiği ikinci cumhuriyet projesi yani. AKP’nin ilk yıllarında sürekli olarak bunlar dile getirildi ve liberal entellektüeller tarafından teorisi de kurularak topluma yedirildi. Muhalif çevreler de bu teorik saldırıya karşı cephe almakta gecikti ya da bunu algılayamadı. Zira bu teorisyenlerin dile getirdiği söylemde muhalif çevrelere geçmişte acı çektirmiş olan kurumlar tenkit edildi: Ordu, cunta, 12 Eylül vs… Bu acıları yaşatan “siyasetin” mahkum edileceği öngörülüyordu. Kimi sol çevreler ve Kürt siyasi hareketindeki bazı odaklar bu liberal “açılımın” ağına düştü. Özellikle son dönem bu anlaşılmaya başlansa da muhalif hareketlerdeki bu sapma -en rafine bir şekilde yetmez ama evet şeklinde özetlenebilecek- hala derinlikli bir değerlendirmeye muhtaç. Oysa pratikte tenkit edilen kişi ve siyasetlere dokunulmadığı gibi hukuksuzluklar AKP iktidara geldiği andan itibaren de kesintisiz devam etti. Niceliksel bir azalma söz konusu olsa da genel siyasi eğilim ve bunun getirdiği hukuksuzluklar birebir “eski devlet” ile aynı. AKP tam da eski devleti ayakta tutmak amacında olduğundan “yeni” olduğunun altını çiziyor. 90’lı yıllarda siyasal iktidarda bazı şahısların şu an mevcut iktidarla birlikte olması bunun göstergesi. En büyük örnek ise Mehmet Ağar'ın her fırsatta AKP siyasetini destekleyen söylemlerde bulunması.
“Derin devlet” ifadesi
Devlet bizzat Mehmet Ağar tarafından 28 Şubat ile ilgili olan TBMM Darbeleri İnceleme Komisyonu’na 2012’de verdiği ifadede tanımlanmıştı: Siz Birgün’deki yazınızda “Derin devlet, Musul ve Kerkük’ten başka toprak kaybetmemektir.” Bu tanımdan esasında Derin devlet denilen fenomenin bizzat bir devlet politikasını oluşturduğunu, devlet ile derin devlet ayrımının Mehmet Ağar nezdinde bir anlam ifade etmediğini söylemeye gerek var mı? Devletin ali menfaatleri uğruna hukuk dışına çıkılabileceğinin zımni bir ikrarıdır bu tanım” demişsiniz. “Derin devlet”e ne zaman ihtiyaç duyulmuş? Bu tanımın ne sakıncası var?
Birgün gazetesindeki yazımda söylediğim mevcut devlet yapısı ile ilgili bir durum. Derin devlet şeklinde bir kategorinin devletten ayrıştırılarak anılması 90’lı yıllara tekabül eder. Derdim bu derin devlet kavramı ile suça bulaşmış bir avuç “kötü” insan tanımlaması yapılarak konunun kapatılmaya çalışılmasınadır. Bu adli değil siyasi bir sorundur, sorumlular tek tek cezalandırılsa da devletin yapılanmasındaki bu eğilim ortadan kaldırılmadan sorun aynı şekilde devam eder ve aynı hukuksuzluklar yaşanır. Muhalif çevrelerde derin devlet ifadesinin bu derece popüler olmasını talihsizlik olarak görüyorum. Özellikle 1980 öncesi muhalif çevrelerde devletin katliamlarına rağmen -1977 1 Mayıs’ı gibi- bu şekilde bir tanımlamaya gidilmemiş olması değerlendirmeye muhtaç.
Hukuk çerçevesinde konuşacak olursak suçluların kanunlar çerçevesinde tevkifi, soruşturulması ve yargılanmasının yapılması gerekir. İdeal olan budur. Pratikte bunun Türkiye’de hiç söz konusu olmadığı görülüyor.
Ayhan Çarkın’ın ve eski MİT Kontrterör Daire Başkanı Mehmet Eymür’ün ifadelerinde Ağar’la ilişkili “Tosunlar” adlı bir ekibin bahsi geçiyor, içerisinde Abdullah Çatlı’nın kardeşi Zeki Çatlı ve Haluk Kırcı’nın olduğu. Bu sadece bir örnek. Bu insanlar dışarıdalar ve hayatları devam ediyor. 90’lı yıllarda işlenen cinayetlerin süren davalarında, çoğu rütbeli sanık olarak adı geçen çoğu isim hayatına devam ediyor. Yine aynı yazınızda, evinde alenen öldürülen Dilek Doğan’dan, cesedi bir aracın arkasında sürüklenen Hacı Birlik’ten bahsediyorsunuz. Operasyonel faaliyetlerle insan avına çıkan suç örgütlerine ihtiyaç yok artık. En kötü ihtimallerle, devlet şiddeti ya da AKP hükümetinin mevcut uygulamaları nereye gidiyor?
90’lı yıllar olarak anılan dönem, devletin PKK ile mücadelesi çerçevesinde toplumun bir bölümüne yönelik uyguladığı bir şiddet ve hukuksuzluk dönemi. Siyasal ayrışmalar nedeni ile ülke coğrafyasının bir kısmında meydana gelen bu olaylar hiçbir şekilde gündeme getirilmedi ya da getirenlerin ise sesi cılız kaldı. Burada özellikle bir ayrım yapmak gerekiyor. Dava dahilinde ifade veren Kutlu Savaş o dönemde devletin hukukunun tamamen rafa kalktığını ancak Güneydoğu’da yaşanan cinayetlerle bu davadaki cinayetler arasında bir kategori farkı olduğunu belirtmişti. Son derece isabetli bir tespitti. Güneydoğu’da meydana gelen cinayet ve hukuksuzluklar devletin tamamının aygıtları ile uygulamada olduğu -polis, jandarma, mahkeme savcılık vs- bir süreçti. Bizim davamızda ise başta siyasal saikle girişilen cinayetler daha sonradan kişisel kazanç amacıyla yapılmaya başlandı ve bir noktada durduruldu.
“Siyasal ve sosyal kriz şiddet yöntemleri ile aşılamaz”
Şu anda Türkiye’nin genelinde yaşanan hukuksuzluk da işte 90’lı yıllarda Güneydoğu’da yaşanan hukuksuzlukla eş değer tutulmalıdır. Bu genel bir siyasetin uygulamasıdır ve birkaç kişinin görevlendirilmesi ile yapılması söz konusu değil. Bu anlamda 90'lı yıllarda OHAL bölgesinde insan avına çıkan, devletin gayrimeşru oluşturduğu gruplardan ziyade sistemli bir süreç söz konusu. İnsan avı devletten güç alan sınırlı sayıda insan tarafından değil sistemli olarak ordu, jandarma, polis, adli personel, savcılık vs. tarafından uygulandı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 90'lı yıllarda OHAL bölgesinde meydana gelen hak ihlallerine ilişkin olarak iç hukuk yollarının tüketilmesi gerektiği şeklindeki kuralını rafa kaldırmıştı. Bir başka deyişle hak ihlalleri idari bir pratik haline gelmişti. Şu anda bunun tüm ülkeye yayılmış haline tanık olmaktayız. Yine itiraz ve protesto eden sesler cılızlaştırılmakta ve gerektiğinde susturulmaktadır. Bu siyasal bir krizin tecellisidir.
AKP sürekli olarak şiddetin yaşadığı bir ülke yaratma amacında değil. Siyasal değerlendirme yaparken ajitasyon ile rasyonel değerlendirmeler birbirine karıştığından yanlış sonuçlara ulaşılıyor çoğu zaman. AKP’nin amacı ekonomik büyümeyi sağlayabileceği bir “sükunet ortamı” yaratmak. Ama pratikte yaptıkları bu süreci besliyor. Hiçbir ülke bu derece kriz halini uzun sure üzerinde taşıyamaz. Son olarak getirilen anayasa değişikliği önerisi de işte bu siyasal-sosyal krizi aşma girişimi, yoksa bazı kadük değerlendirmeler gibi Tayyip Erdoğan’ın bireysel ihtirasını tatmin etme güdüsü ile hareket edildiği değerlendirmesi eksik ve yanıltıcı.
Siyasal ve sosyal krizin şiddet yöntemleri ile aşılamayacağı ortadadır. Bu sadece bir temenni ya da basmakalıp bir laf değil. Kriz şiddet yöntemleri kullanıldıkça derinleşir ve şiddetin uygulamasını yaygınlaştırır. O çok konuşulan istikrarın dibine dinamit konmaktadır. Bu nedenle bu siyasal şiddet ortamı şu ya da bu şekilde sona erecektir. Anayasa değişikliği ile toplumsal muhalefetin fiziken susturulduğu bir ortamı yaratacak hukuki düzen oluşturulmaya çalışılıyor. Güçlerin tek elde toplanması, karar alma mekanizmasının hızlandırılması gibi. Oysa fiilen bu güce mevcut iktidar zaten sahip. Bunlara ek olarak ekonomik ve uluslararası ilişkilerdeki darboğaz düşünüldüğünde ayakta tutulması mümkün olmayacak bir eğilim sürdürülüyor. Sorun bu eğilim ve şiddet sarmalı nedeni ile kalıcı yaralar açılıp açılmayacağı, Türkiye halklarının bir arada yaşama iradesinin örselenip örselenmeyeceği. (FG/HK)