* Begê Samur fotoğrafı: Gaia Dergi
12 Eylül darbesinin hemen öncesinde Suruç'un en nüfuzlu iki büyük köyü çatışmıştı. Köylerden biri Şenyaşar katliamını gerçekleştiren Adalet ve Kalkınma Parti (AKP) milletvekili İbrahim Yıldız'ın köyü olan Şehis (Yoğurtçu) köyüydü. Diğer köy ise Kapucu'ydu. Her iki köyün sakinleri, arabuluculara ''Bı seré tırba Begê be (Begê'nin mezarı üzerine yemin ederim ki) onlar bu ilçede kalmayacak'' diye yeminler ediyorlardı.
Kısa süre önce Sünni Müslümanlığa geçen her iki köyün yeminleri hala eski dinlerinin azizesineydi...
Yıllar sonra bu olayı ve adına yemin edilen kadını babama sorma şansım oldu. "Begê halayı gördüğümde artık yaşlıydı; o hiçbir zaman kötülüğe ve zulme boyun eğmedi. Kavga da etmedi kimseyle ama. Onu taşlayan ve taşlatanlara tebessümle baktı. Kendisine veya başkalarına yapılan kötülüklerin terk edilmesi için dua etti sadece'' demişti babam.
Birinci Dünya Savaşının sürdüğü yıllarda sıcak bir yaz günü, ovanın ortasında siyahlar giymiş bir kadın, etrafına çizilen çemberin içinde kımıldamadan duruyor. Büyüklerin örgütlediği çocuklar, çemberin içindeki kadını taşlıyorlar. Dört bir yandan yağan taşlardan biri dudağına değiyor.
Dudağı kanıyor. Degli (dövmeli) iki elini göğe doğru açmış durmadan bir şeyler mırıldanıyor kadın. Saatlerdir çemberin içinde, susuzluktan ve sıcaktan baygın düşmek üzere iken dudaklarından akan kanı içmeyi akıl ediyor. Bu sırada havada yırtıcı bir iki kuşun dairesel hareketler çizdiği görülüyor. Gün akşama evrilirken çocuklardan biri çemberi bozuyor. Kadın çocuğun saçlarını okşayarak konuşmadan yoluna devam ediyor.
Yıllar sonra adına yeminler edilecek bu kadın Begê halaydı. Ne yazık ki Êzidî'lerin bu topraklarda susuzluktan kanını içmek zorunda kalmasının ne ilk örneğiydi ne de sonuncusu olacaktı. Bu olaydan 100 yıl sonra IŞİD çetelerinin Şengal'de Êzidî'lere yönelik soykırımından kaçan Êzidî kadınlardan biri, henüz birkaç günlük bebeğini kurtarmak için parmağını kesecek kanını bebeğine içirerek hayatını kurtaracaktı.
Begê hala
Susuzluktan bayılıp düşmemek için kanını içen büyük halam Begê, 19 yüzyılın sonlarında Suruç'un Mishecerk (Gölen) köyünde doğmuştu. Babamın anlattığına göre, öleceği gün uyanmış, ''Ben bugün öleceğim'' diyerek banyosunu yapmış, beyaz renkli en güzel elbisesini giyip yatağında yeniden uykuya dalmış ve uykudayken ölmüştü.
Begê halam Viranşehir'in Êzidî köyü Oğlakçı'da çok sevdiği incir ağacının altında toprağa verildi. Çarşamba geceleri Begê'nin mezarına gökyüzünden ışıklar indiğini gördüğünü söyleyenler oluyor zaman zaman.
Begê halam hiç evlenmedi. Niçin evlenmediği sorulduğunda, ''Benim, Êzidî aşireti olan Dina Aşireti ne yazık ki müslümanlaştı. Aşirette Êzidî erkek kalmadı. Bu nedenle evleneceğim kimse yok'' dediği için ovanın aşiret reisleri konfederasyon toplantısına Begê halayı davet etmiş
"Ovanın en soylu, yiğit, zengin ve yakışıklı gençlerinden kiminle evlenmek istersen, senin belirttiğin şartlarda evlendirelim seni. Yeter ki Müslüman ol'' diye teklifte bulunmuşlar. Teklifi elinin tersiyle itmiş. Ağırlınca altın önerisini düşünmeye bile tenezzül etmemiş. Begê'nin dünya malı, şan ve şöhrete kanarak dininden dönmeyeceğine kanaat getirince düğünlere çağırmamışlar.
Yoksullara dağıtılan yemeklerden bir kap bile vermemişler. Çocukları örgütleyerek etrafında bir çember çizdirir, saatlerce çemberin içinde kalmasına neden olurlarmış. Her türlü hakaret, kötü muamele, taşlama ve aşağılamaya rağmen insani yaklaşımından, iyilik ve güzelliğe dayalı dileklerinden, dualarından vazgeçmemiş. Her seferinde taş atan çocuklar çemberi bozduktan sonra çocukların saçlarını okşayarak, dua ederek sessizce uzaklaşırmiş.
Êzidî Azizesi
Begê halaya yapılan zulüm ve zulme direnişini 1930'lı yıllardan itibaren Suruç'tan Viranşehir'e, oradan Suriye ve Şengal'e kadar Êzidî'lerin yaşadığı her yerde duyuldu. Begê, kısa sürede halk kahramanı olarak görülse de onun derdi hiçbir zaman kahraman olmak değildi.
Begê Samur, 1950'li yıllara kadar Dına köylerini dolaşarak, eski dinlerine dönmeleri için çok uğraştı. Tüm çabalarına rağmen akrabalarının eski dine dönmeyeceğine kanaat getirince altına serdiği ve tek mal varlığı olan çulu yanına alarak çok sevdiği Suruç ovasını terk etti.
Öldükten sonra mezarında alınan topraklar dört bir yandaki Êzidî'lere ulaştırıldı. Êzidî Azizesi olarak kabul gördü.
O, egemenlere ve egemen dine karşı direnen çağının en önemli sivil direnişçisi olarak tarihteki yerini alırken sivil direniş meşalesinin; bir gün aynı toprağın, ovanın bir kadını Emine Şenyaşar ve Kürd kadınları tarafından adalet için devralınacağını belki de hiç düşünmemişti...
Urfa'da ne oldu?
Begê'nin çember içine alınarak saatlerce aç ve susuz bırakılmasından 100 yıl sonra aynı topraklarda bir kadın, polislerin adliye önünde zorla uzaklaştırma ve gözaltına alma çabasına tıpkı Begê gibi iki ellerini havaya açarak ''Ey Xude ma tu nabînî'' diyordu.
Tıpkı Begê gibi, döneminin en önemli sivil direnişçisi olan Begê'nin soydaşı bu kadının hikâyesini sağır sultan duyuyordu ama yönetenler de yönetenlerin talimatına bağlı olan savcılar da duymuyordu. 558 gündür Urfa Adliyesi önünde soğuk, sıcak demeden çatlayan/kanayan dudakları ve akan gözyaşlarıyla bu kadın, tanrıdan neyi görmesini diliyordu; hikâyesi neydi?
2018 yılının Haziran ayının 24'ünde seçimler yapılacaktı Türkiye'de. Seçimlerden önce AKP'li Urfa (Rıha) Milletvekili İbrahim Halil Yıldız ve yakınları seçim çalışmalarını Suruç'ta (Pirsus) yürütüyorlardı. Seçim çalışmaları nedeniyle Şenyaşar ailesinin işyerine de gitmişlerdi.
Baba Esvet Şenyaşar, Yıldız'a ve partisine oy vermeyeceğini söylemiş, işyerinden çıkmalarını istemiş. Bu ilk olaydan 3 gün sonra daha kalabalık bir grupla ve silahlı olarak yeniden Şenyaşar ailesinin işyerine gelen AKP'li Yıldız ve yakınları, aynı cevabı almış. Kameralara yansıyan görüntülere göre olay tartışmaya döndü. Uzun namlulu silahlarla Şenyaşar ailesinin işyeri tarandı.
Şenyaşarlar da pompalı tüfekle karşılık verdi. Olayda Celal Şenyaşar yaşamını yetirdi, Adil Şenyaşar ve Esvet Şenyaşar ile AKP'li vekil Yıldız'ın ağabeyi Mehmet Şah Yıldız ve Süleyman Yıldız yaralandı.
İlçede daha önce benzer olaylar olduğunda hasımlar farklı sağlık kurumlarına gönderiliyordu. İlk kez bir olayda her iki tarafın yaralıları aynı hastaneye götürülmüştü. Suruç Devlet Hastanesi olarak faaliyet gösteren bu yer ise AKP'li vekilin köyü olan Yoğurtçu köyünün sınırları içerisinde kurulmuştu. Hastanenin etrafındaki iş yerleri ve evler tamamen vekilin akrabaları, köylüleri ve aşiretinden olan kişilerin evleriydi.
Kısa sürede hastanenin etrafı vekilin akrabalarınca sarılmıştı. İddiaya göre, AKP'li vekil, devletin en yetkili ve etkili olan siyasetçi ve bürokratlarını arayarak ''Polisleri hastaneden çekin'' demiş. Sonradan hastaneye yaralı olarak kaldırılan oğlunu görmeye gelen baba Esvet Şenyaşar ve sedyedeki oğlu Adil, hemşire ve doktorların gözü önünde yangın tüpü ve bıçak darbeleriyle lime lime edilerek öldürüldü.
Olay yerinde bulunan hastane çalışanlarının tanık olmamaları için tehdit edildiği ve bu nedenle kimsenin hastanedeki olayda tanık olmaya cesaret edemeyeceği iddiası kısa sürede ilçede duyulmuştu. Hastanede yaşanan olay nedeniyle lanetler okunuyor, Yıldız ailesi telin ediliyordu.
Sonradan hastanedeki tüm kameraların ve kayıt sisteminin de geride delil bırakmamak için alındığı, olay yerinin hemen temizlendiği tespit edildi. Bu arada hastaneye yaralı olarak götürülen Yıldız'ın ağabeyi Mehmet Şah Yıldız da hayatını kaybetti.
Emine Şenyaşar
''Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana'' romanında, Yaşar Kemal'in "Bazı çeteler, Yezidi köylerine giriyor, yediden yetmişe hiçbir canlı bırakmamacasına kurşundan, süngüden geçiriyorlar... Yezidi savaşçıların hepsi öldürüldü, ölüleri çırılçıplak soyuldu. Dicle'ye atıldı. Sonra, silahsızlara geldi sıra. Önce erkekleri, erkek çocukları öldürdüler. Çırılçıplak soydular, Dicle'ye attılar. Sonra, kadınları, kızları... Daha sonra çok Yezidi köyü bastılar, çok Yezidi kestiler. Bu Yezidiler yüzlerce yıldır acı çekiyorlar. Öldürülüyorlar, soylarını tüketiyorlar. Dünyada bir tek Yezidi kalmadı, diye düğünler, bayramlar ediyorlar. ... 'Fırat' diyordu, 'Fırat suyu kan akıyor baksana' 'Dicle' diyordu, 'Dicle, günlerce, aylarca insan ölüleriyle doldu da taştı. Dünyanın bütün kartalları çöle indiler, çölde insan etine doydular..." şeklindeki sözleri, Emine Şenyaşar'ın hikâyesinde vücut buluyordu adeta...
Olayda eşini ve iki oğlunu kaybetti. Belki bazıları zulmün burada bittiğini düşünür. Oysa ölümler sadece ilk adımdı. Bir oy uğruna ya da halka gözdağı vermek için bîndestê bîndestan (ezilenin ezileni) bir aileyi bulmaları gerekiyordu. Ve romanda anlatıldığı şekilde aile yok edilecek ve geride hesap soran kimse kalmayacaktı. Sadece acı dolu bir hikâyeyle toplumu esir almak istiyorlardı. Siverek'te bir dönem Bucak'ların konumu, rolü ve görevi yeni dönemde Suruç'ta Yıldız'lara verilmişti.
Şenyaşarların kanı hastane koridorlarında, bahçesinde ve Suruç'un caddelerinde akarken Yıldız ailesine yüzlerce ruhsatlı, ruhsatsız uzun namlulu silahlar veriliyordu. Böylece uzun yıllardır adı tefecilik ve at yarışlarındaki hilelerle anılan bir aile gönüllü koruculuk görevine başlamış oldu.
Aynı günlerde savcılık, bağlantılı ve birlikte yürütülmesi gereken işyerindeki öldürme olayıyla, hastanede Şenyaşarların öldürülmesi olayını birbirinde ayırıyor, her iki olayı ayrı ayrı davalar haline getiriyordu.
Avukatların ve hukukçuların anlam vermediği bu ayırma işleminin nedeni sonradan anlaşılacaktı. Olayda Şenyaşarlardan yaralı olarak kurtulan oğulları Fadıl Şenyaşar, hastaneden taburcu olur, olmaz; ''yaşadığına pişman olacaksın'' denilircesine tutuklandı, tek kişilik hücreye konuldu.
İlk silahlı saldırının Yıldız ailesinde geldiği ve meşru müdafaanın tüm koşularının mevcut olduğu savunmasına ve kamera görüntülerine rağmen Fadıl'a 37 yıl 9 ay ceza verildi. Saldırıyı başlatan vekilin abisine ise ödül gibi ceza: Sadece 18 yıl. Asıl mağdura 37 yıl, 9 ay ceza veren adres, cezaevinde de rahat olmasına izin vermedi. Tutuklandığı günden bu yana 5 yıldır onu tek başına hücrede tutuyorlar. ''Ey Xude ma tu nabînî' şeklinde zulme dikkat çeken Emine ana, ''Döktükleri kan onlara yetmedi, oğlum Fadıl'ın da hayatını bitirmek istiyorlar'' diyerek isyan ediyor.
Çembere mahkum edilmek istenenler
Olaydan sonra ''terörist'' denilerek günlerce yalan haberlere konu edilen Şenyaşar ailesi, Suruç'tan sürgün edildikten sonra yerleştikleri Urfa'da Cumhuriyet Başsavcısı ile görüşerek hastanedeki katliam dosyasının soruşturmasının bir an önce bitirilerek davanın açılmasını istedi.
Başsavcı, ''Müsterih olun ben gerekeni yapacağım'' dedikten sonra aylarca davayı açmadı. Yeniden görüşmeye gidildiğinde ise alaya alındıklarını, başsavcılığın dosyayı tozlu raftan indirmeye pek de niyetli olmadığını fark ettiler. Emine ana, ailece uğradıkları haksızlık ve adaletsizliğin yasal yollarla giderilemeyeceğini gördükten sonra tepkisini şiddete başvurmaksızın göstermek için Urfa adliyesi önünde oturma eylemi başlattı.
Egemenler adliye önünde belli bir alanın dışına çıkmasın diye Begê halaya yaptıkları gibi etrafında bir çember çizdiler. Emine ana çemberin içinde polisler çemberin dışında.
Emine ana çemberin dışında sesini duyurmak istediğinde her seferinde polislerce darp edilerek gözaltına alındı. Begê haladan Emine anaya kadar, insani değerlerin savunucuları hep çembere mahkum edilmek istense de onlar kendilerine biçilen dünyaya sığmıyorlar. Yaşar Kemal'in dediği gibi kocaman yürekleriyle kocaman bir dünya yaratıyorlar.
Ve 558 gündür devam eden eylem, Cumartesi Anneleri/İnsanları'nın eylemi gibi en uzun soluklu sivil itaatsizlik eylemi haline gelince Başsavcılık çaresiz kaldı ve dosyayı tozlu raflardan indirdi. Olayla bağlantılı olanlardan 11 kişi olaydan 4 yıl sonra gözaltına alındı ve sadece dört kişi tutuklanırken diğerleri serbest bırakıldı.
Dosya hala açılmayı beklerken bu insanlık ve hukuk dışı olaylara ve gelişmelere şiddete başvurmaksızın tepki gösteren Emine ana ve oğlu Ferit'e adliye önünde oturma eyleminde bulundukları veya açıklama yaptıkları için de defalarca müdahalede bulunuldu, gözaltı yapıldı, davalar açıldı.
Adaletsizliğe başkaldırının şiddet ve kanla değil de; fikirsel ve barışçıl eylemlerle olabileceğine en iyi örneklerinden biri olan Emine ana, yaptığı açıklamalarda AKP'li vekil Yıldız'a hakaret ettiği iddiasıyla hâkim karşısına çıkartıldı birkaç gün önce. Emine ana tek bir soru sordu ve cevabını alamadı: ''Söylediklerim hakaret ise, eşimi ve çocuklarımı kim öldürdü?''
"Bizde güneşi kadınlar doğurur"
Adaletin taraflı, dinleyenlerin ve görenlerin olanlar karşısında puç (felç) ve lal (dilsiz) olduğu bu ortamda Emine ana, yaptığı eylemlerle ve söyledikleriyle adalet azizesine dönüşüyor. Nasıl ki Begê söz ve eylemleriyle kendisine zulmedenleri dize getirip öldükten sonra adına yeminler yaptırmak zorunda bıraktıysa Emine ana da direnişiyle adaletsizlikten beslenen şimdinin egemenlerini dize getirecektir. Ve gün akşama evrildiğinde bu adaletsizliği yapanlar dâhil, bu topraklarda yaşayanlar bir gün konuştuklarının doğruluğunu ispatlamaya çalışırken adalet azizesi haline gelen Emine ana adına yemin etmek zorunda kalacaklar.
Biz çocukken büyükler ''Pirsûs embara mêrxasan e'' derlerdi. Hala öyle mi değil mi, bilmem ama görünen o ki Suruç her daim yiğit, direnişçi ve sabırlı kadınlarıyla Azizelerin diyarıdır. O Azizeler ki Êzidî ataları onlar için ''Bizde güneşi kadınlar doğurur'' diyordu. Ve öyle anlaşılıyor ki Begê ve ardılları Emine ana ve diğer Kürt kadınları tıpkı güneşi doğurdukları gibi adaleti de doğuruyor/doğuracaklar, bu topraklarda...
Sonsöz yerine... Nasıl ki ezenlerin zulüm tarihi tekerrürden oluşuyorsa ezilenlerin de direniş meşalesi elden ele gelenekselleşmiştir. Begé haladan Emine anaya bir çemberin içine hapsedilmek istenen direniş meşalesi en canlı haliyle yanmaya devam ediyor... (MK/SD)