Fotoğraf: AA
Hukuk fakültesinde öğrenci iken kıdemli hukukçulardan; ders çalışmayla sınırlı dünyada yaşayan, sosyal yönleri zayıf, sanat ve spor aktivelerine ilgisiz, yoksul hukuk öğrencileri için ‘‘bunlardan iyi hukukçu çıkmaz, olsa olsa hâkim veya savcı olur’’ cümlesini duyduğumuzda ne demek istediklerini anlamamıştık. Zaten ham insan, olan biteni izlemekle yetinir. Biz de olan biteni izlemekle yetinmiştik. Hukuk kültürümüz geliştikçe tespitin anlam ve önemini gözlemleme, hissetme ve tartışma koşullarımız oluştu.
Yargıtay 1.Başkanı Mehmet Akarca’nın, ülkenin hukuk gerçekliğinden kopuk, afaki ve soyut düşünceye dayalı adli yıl açılış konuşması, yıllar önce hakim ve savcılar ilgili yapılan tespiti yeniden düşünmemize neden oldu. Aynı günlerde eski bir emekli hâkimin ‘‘Ankara’dan sıkıldım; aslında memleketime dönmek istiyorum ama yıllardır herkesle selam sabahı kestim. Memlekette de eski arkadaşlarım, dostlarım ve çocukluk arkadaşlarım bunca yıl sonra benimle yeniden selamlaşırlar mı, endişeliyim. Bu nedenle kapana kısılmış gibiyim. Hiçbir şey tat vermiyor’’ şeklindeki sözleri Akarca’nın konuşmasının neden bu kadar gerçeklikten kopuk olduğunu açıklıyordu aslında. Sosyal, hukuksal ve siyasal gerçekliğe denk düşmeyen bu görüşler, yargı ve yargıçların habitusunun eseri…
Kökeni Aristo’ya kadar uzanan ama sosyoloji literatürüne Pierre Bourdieu ile giren Habitus; belli bir dünya görüşüne dayalı yaşam tarzı anlamına geliyor. Habitus üç çeşit sermaye ile ilişkilendirilmekte. Birincisi ekonomik sermayedir; yani kişinin sahip olduğu finansal kaynakların bütünü. İkincisi sosyal sermayedir ki, bu sermaye kişilerin ikili ilişkilerdeki tarzından ve toplumsal bağlarından oluşur. Üçüncüsü ise kültür kavramı içinde tanımladığımız müzik, edebiyat, tiyatro, spor ve güzel sanatlardan oluşan ve aynı zamanda iyiyi ve kötüyü ayırt etmemize yardım eden sermayedir. Bu üç sermaye bir araya geldiğinde hayattaki yerimizi buluyor ve yaşam amacımızı da keşfediyoruz. Habitusun bu üç temelini yargıçların öğrencilik yıllarına ve meslek yaşamlarına uyarladığımızda Türkiye’nin adalet/sizlik sorununun önemli nedenlerinden birini de anlamış olacağız.
Türkiye’de yargı tartışmaları maalesef son derece eksik ve yetersiz yapılıyor. Oysa her gün tartıştığımız antidemokratik uygulamalar, hukuksuzluklar, adaletsizlikler ve insan hakları ihlalleri, yolsuzluklar gibi sorunlarımızın tümünü yargıyı tartışmadan anlamak mümkün değil. Yargıyı tartıştığımızda ise sorunların yasalar ve iktidardan kaynaklı olduğunu ifade ederiz genellikle. Bu tespit doğru olmakla birlikte eksiktir. Devleti ve iktidarı doğrudan etkileyen davalarda hemencecik refleksle hukuk dışına çıkıldığı bilinen bir olgu olduğu için hukuk dışına çıkılmanın bu davalarla sınırlı kaldığı yanılgısına düşülüyor. Zamanın büyük bir kısmını adliyede geçiren avukatlar çok iyi bilirler ki basit bir alacak davasından boşanma davası veya tapu iptal davasına kadar bütün davalarda yargıçlar, hâkim değil devlet memuru gibi davrandıkları için vasatı aş(a)mıyor ve adil olmayan kararlara imza atıyorlar. Bu nedenle tartışma ve değerlendirmelerde yargının, yargıcın bizatihi kendisi ve tasarruflarının dışarda bırakılması büyük bir yanılgıdır. Çünkü hukuk dediğimiz şey sadece mevzuat değildir. Mevzuat kararlarla somutlaşıp yaşamımıza doğrudan etki etki ettiği için hukuk, aslında yargıç kararıdır. Bu nedenle asıl önem vermemiz gereken yasa ve mevzuattan önce yargıcın sosyo-psikolojik, kültürel, siyasal, ideolojik, dinsel vs. yapısı yani kimliği olmalı.
Türkiye’de yargı, devletin bekası ve devamlılığı anlayışından hareketle bürokratik; tarihsel gelenek/işleyiş itibariyle de kurumsal değil cemaat tarzı bir çalışma biçimine sahiptir. Bu nedenle hiçbir zaman çabası hak ve adalete dönük olmadı. Tersine konjoktürel olarak devlet içindeki hiziplerden hangisi iktidarı ele geçirmişse o hizbe hizmet eden hizbin çıkarlarını büyütmeye çalışan bir faaliyet alanı oldu. Yargının egemen hizbe göre pozisyon belirlemesinin nedeni ise kurumsal işleyiş şekli ve sosyo-kültürel yapısıdır.
Türkiye’de yargının sosyo-kültürel yapısı taşralıdır. Hâkimlik ve savcılık mesleğini; sosyal statüsü yüksek, üst sınıf ailelerin çocukları genelde tercih etmez. Devletin ceberut yüzüne yıllarca maruz kalmış taşralı yoksul aile çocukları, hukuk fakültesini kazanınca ailelerinin isteğiyle bu mesleğe yönelir. Okulda iken hukuk kitapları dışında başkaca kitap okumayan, tiyatro ve sinemaya gitmeyen, erkekse bir kadın arkadaşı, kadın ise erkek arkadaşı olmayan, aynı durumda olan arkadaşlarıyla cemaat tarzı bir hayat süren bu kişiler, mezun olur olmaz ailelerinin veya bağlı oldukları cemaatin münasip bulduğu kişiyle evlendiriliyor. Hiçbir hayat tecrübesi edinmeden ve asosyal bir yaşam sürdürürken daha 20’li yaşların başında hâkim-savcı ediliyorlar. Böylece ilk sosyalleşmeleri tamamen devletin ve bürokrasinin sahtelikleriyle örülmüş, korku, endişe, çıkar ve beklentilerle bezeli bir dünyada gerçekleşiyor. Osmanlı’nın devşirme sisteminin modern hali gibi. Köksüz, kimliksiz ve vatansız modern devşirmeler.
Hayatları Orwel’in 1984’ü gibi
George Orwell’ın “Hayvan Çiftliği” romanından sonra kaleme aldığı “1984” romanı 20. yüzyılın en etkileyici distopyalarından sayılıyor. 1947-1948 yıllarında yazılan roman 1984 yıllarındaki hayali bir dünyayı konu alıyor. Özgürlüğün olmadığı, bireyselliğin yok edildiği, zihnin kontrol altına alındığı, insanların makineleşmiş kitlelere dönüştürüldüğü totaliter bu dünyada, yaşam kalitesi diplerde olduğu halde kitleler durumlarının eskisinden çok daha iyi olduğuna inandırılmış.
“1984” hâkim ve savcıların yaşamı göz önüne getirildiğinde hayalî olmaktan çıkıp gerçekliğe bürünüyor.
Türkiye’de hâkim ve savcılar devlet olarak gördükleri iktidardan başkaca sığınacağı bir saçak altının olmadığını düşünüyor. Devletle var olduklarını ve onunla birlikte yok olacaklarını düşünüyorlar. Bu nedenle devletin veya iktidarın taraf oldukları davalarda tarafsızlıklarını yitiriyorlar. (Hâkimler ve savcılara uygulanan ve “devletin taraf olduğu bir davada tarafsız kalır mısın” sorusunun sorulduğu ankette 3’te 2 çoğunlukla “hayır” cevabının verilmesi bu nedenle hiç şaşırtıcı değil.) Üniversitede içinde yaşadıkları cemaat yapısının bir benzerini, ama çok daha sert, katı, acımasız ve kaçışı olmayan bir yapı içinde yaşıyorlar. Dar, sınırlı kişilerden oluşan, herkesin herkesi tanıdığı ve gözetlediği bir yapıdır bu. Bu cemaatik kurallarının dışın çıkan, bırakın kariyer yapmayı, lojmanda, serviste, yemekhanede hemencecik refleksle dışlanır. Oluşturulan sistem o kadar güçlü ve bağlayıcıdır ki, dışarıda kalana nefes alma şansı bile verilmez. Hâkimlik teminatı sadece bir söylence; devlet memurları içinde en güvencesiz meslek grubudur. Kariyer, tayin, terfi ve disiplin işlemleri iktidarın veya iktidara yakın kişilerin parmak ucundadır.
Daha birkaç gün önce bir dava nedeniyle adliyede olay çıkaran MHP Karaburun İlçe Başkanı Erkan Özen'i tutuklanması istemiyle nöbetçi hâkimliğe sevk eden İzmir Karaburun Cumhuriyet Savcısı Muhammet Miraç Yılmaz ve eşi olan Karaburun Asliye Ceza Mahkemesi hâkimi Cansu Kurucu Yılmaz gece yarısı kararnamesiyle Urfa’nın Siverek ilçesine sürüldü. Bu sürgünle bir kez daha görüldü ki iktidar ne derse hakim onu yapmak zorunda. İktidarın istediğinin dışına çıkamaz. Çünkü iktidarın kendileriyle ilgili tasarruflarına karşı başvuracakları merci, şeklen olsa da gerçekte yok… 15 Temmuz sonrası ilan edilen olağanüstü hal döneminde KHK’yla yapılan ihraçlar ve tutuklamalar hakim ve savcıların zihin dünyalarını yerle bir etti, daha bağımlı hale getirerek Orwelyan dünyaya hapsetti onları…
Bu Orwelyan dünya hâkim ve savcıları öyle bir hale getirdi ki anti-entelektüel olmalarına neden olduğu gibi toplum ve birey düşmanı yaptı. Bayrağı görünce koşan, devlet menfaati lafını duyunca sıtmaya tutulan bir haldeler. Sığ bir düşünsel dünyaya hapsedildikleri için fetihçi sokak milliyetçiliği yapmaktan ve linççi bir hukuk ve yargı anlayışını ortaya koymada sakınca görmüyorlar…
Orwelyan hayattan çıkış mümkün mü?
Yargıdan kaynaklı sistemin günahlarını ve sorumluluğu hâkim savcılara yüklemek acımazlık değil mi? Eğer bir Orwelyan dünyada yaşıyorlarsa onlar da sistemin mağduru olmazlar mı? Bu tür sorular sorduğunuzu duyar gibiyim. Evet yargıçlar, bu vahşi ve hukuksuz yapının mağduru ama aynı zamanda yaratıcıları. Çelişik durumun nedeni ise yargıçların ne kendisini ne de sistemi sorgulamaları...
2015 yapımı “Mr. Sherlock Holmes ve Müthiş Sırrı” filmini seyredenler bilir. Ritmi biraz ağır olan filmin konusu oldukça ilginç. Filmde Dr Watson evlenerek Holmes’u terk edince Holmes yanlız kalıyor ve tek başına ilginç davaları almaya devam ediyor. Bu arada 2. Dünya Savaşı sona ermiş ve Holmes 90 yaşındadır. Yavaş yavaş olayları hatırlamakta zorlanıyor. Yaşadıklarının gerçek mi yoksa hayal ürünü mü olduğu yanılgısına düşüyor zaman zaman. Ve bu arada hatırladığı bir dava için de vicdan azabı çekiyor. Verdiği kararlarda rasyonel bakış açısıyla hareket ettiği için hiç zorlanmayan ve kararlarının doğruluğuna inanan Holmes, bir davasında kendisinden yardım isteyen genç bir kadına yaptığı tavsiye sonucunda kadının intihar ettiğini öğreniyor ve rasyonel davrandığı için kendini suçluyor. Kendi kültürel sermayesinin her zaman farkında olan Holmes yıllar geçip yaşlandıkça aslında sadece rasyonel davranarak sonuç alınamayacağını ve sosyal sermayesini de kullanması gerektiğinin farkına varıyor. Filmin en ilginç tarafı Holmes’un 90 yaşında da kendini geliştirmeye, sorgulamaya açık olması. Holmes sosyal sermayesini kullanmaya başladığında ve bu becerisini kültürel sermayesi ile birleştirdiğinde yeni ve gelişmiş “habitus”una ulaşıyor.
Holmes 90 yaşında sosyal ve kültürel sermayesini birleştirip yeni bir habitus oluşturabiliyorsa kendisini ve sistemi eleştirmeyen, sorgulamayan yargı mensuplarının sistemin mağduru sayılarak günahlardan azade olması mümkün değil...
‘Türkiye’de Hakimlik Mesleği’ adlı bir konferansta eski HSK Üyesi Prof.
Ali Cengiz Köseoğlu, “Biz ülke olarak henüz bir hakim tipolojisi oluşturamadık. Hakim tipolojisini oluştururken uluslararası ölçekler kullanılmalı” demişti. Uluslararası ölçekte hakim yetiştirilmek isteniyorsa öncelikle sistem Orwelyan yapıdan vazgeçmeli, yargı mensupları da Holmes gibi kendilerini sorgulayarak gerçek habituslarına ulaşmalı.
Yargı mensuplarına daha adaletli bir yaşam için habitusu dizeleriyle çok güzel anlatan Ataol Behramoğlu’na kulak vermelerini öneririm:
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana
(MK/AS)