Sabancı Üniversitesi ve CEU tarafından organize edilen Savaş ve Siyasal Şiddette Hafıza ve Toplumsal Cinsiyet Genç Araştırmacılar Konferansı’nın ikinci gününde Direniş ve Toplumsal Cinsiyet konuşuldu.
Moderatörlüğünü Nişantaşı Üniversitesi’nden Nil Mutluer yaptığı panelin ilk sunumunda Boğaziçi Üniversitesi’nden Alize Arıcan ve Semuhi Sinanoğlu “Latin Amerika Bağlamında Toplumsal Cinsiyet ve Feminizmi Anlamak: Anneliği Devrimselleştirmek mi Yoksa Devrimi Anneleştirmek mi?” isimli bildirilerini sundular.
Anneliği devrimselleştirmek
Latin Amerika ülkelerindeki anneler hararetli siyasal faaliyetleriyle farklı disiplinlerden birçok araştırmacının ilgisini uyandırıyor. Annelerin söylemi bir yandan toplumsal cinsiyete dayalı hiyerarşilerle ve geleneksel değerlerle uyumlu apolitik bir konformizm olarak yorumlanıyor. Kadınları müşküle düşüren iktidar ilişkilerini değiştirecek bir tesire sahip olmadıkları, “acılı anne” imgesine tutunarak toplumsal cinsiyete dair hakim görüşleri yeniden ürettikleri iddia ediliyor. Diğer yandan, annelerin devrimci olduğunu düşünenler de var. Yeni bir siyasetin yolunu açmak adına “annelik çerçeveleri”nden faydalandıkları, “stratejik özcülüğü” ya da “mimesis”i benimseyerek mevcut stereotiplerin anlamlarını lehlerine dönüştürdükleri öne sürülüyor. Hatta böyle toplumsal hareketler vasıtasıyla feminen olanın feminist istemlerle birleştiği belirtiliyor.
Araştırmacılar bu çalışmada toplumsal hareketleri anlamlandırma çabasındaki kuramlara başvurarak, feminist ideoloji ve annelerin seferberlik deneyimleri arasındaki zamansal ve süreçsel ilişkiye dikkat çektiler. Karşılaştırmalı bir bakış açısıyla, farklı siyasal ve toplumsal bağlamlardan gelen Anneler (Madres) tarafından kurulan dört toplumsal hareket örgütünü, Arjantin’den Mothers of Plaza de Mayo’yu, El Salvador’dan CO-MADRES’I ve Şili’den Agrupacion de Familiares de Detedinos-Desaperecidos (AFDD) ile El Poder Feminino’yu incelediler. Çalışmalarında öncelikle “çerçeve” ve “ideoloji” arasındaki farkı kuramsal olarak ortaya koyarak, ideolojik olarak zıt konumlarda yer alan toplumsal hareketlerin dahi amaçları için aynı söylemsel repertuardan istifade edebileceklerini öne sürdüler. Ardından da, “stratejik özcülük” ve benzer çerçeveleme kuramlarında var olan örtük rasyonellik varsayımını reddettiler. Arıcan ve Sinanoğlu akılcığın evrensel olmadığını, kültürel olana gömülü olduğunu ve bu durumun da belirli dişil kimlikleri yeniden üretmenin araçlarından biri olan akılcılık/akla aykırılık karşıtlığının yapı sökümünde kullanılacak bir değişken olarak “duygular”a başvurmayı gerektirdiğini iddia ettiler.,
Kadın vicdani reddi
Panelin ikinci sunumunda Ankara Barosu’ndan Süheyla Oğuz “Feminizm ve Anti-militarizm Perspektifinden Kadın Vicdani Reddi” isimli bildirisini sundu.
Vicdani reddini açıklayan birey sayısı kadar vicdani ret tanımı olduğu söylenebilir. Uluslararası Af Örgütü’nün önerdiği tanım genel bir çerçeve olarak değerlendirilebilir. Buna göre bir bireyin ahlaki, dini, felsefi, insani, moral ve/veya siyasi nedenlerle silahaltına alınmayı, silahlı hizmet vermeyi, silahlı bir çatışmaya doğrudan ya da dolaylı olarak katılmayı reddetmesi vicdani rettir. Bu genel çerçevenin çeperinde kalan farklı tutum ve eylem türlerini de tanımlamak, tartışmak mümkündür. Söz gelimi, silahlı hizmet ve buna karşı gelişen tepki dünyanın birçok ülkesinde sadece bir cinsiyetle ilgiliymiş gibi anlaşılırken kadınların da vicdani retlerini açıklamaya başlamalarıyla genel çerçevenin genişletilmesi gerekmiştir.
Türkiye’de vicdani ret, 1989 yılında Tayfun Gönül ve 1990 yılında Vedat Zencir’in, Sokak Dergisi aracılığıyla yaptıkları açıklamalarla gündeme gelmiştir. Kadın vicdani retçi ilk eylem ise 2004 yılında İnci Ağlagül’ün açıklamasıyla gerçekleşti. Böylelikle vicdani ret konusunda anne ya da eş gibi edilgen bir konumda algılanan kadınların etkin bir eylemlilik sürdürebileceliği görülmüş oldu. Bu eylemliliğin temel çerçevesi ise antimilitarism-feminizm buluşmasıyla çiziliyordu. Diğer yandan, vicdani retlerini açıklamaya başlamalarına karşın kadınlar, erkek vicdani retçilere “detekçi” bir konumda görüldü. Bu konumlanma kaçınılmaz olarak “vicdani ret” tutumuna dair bir tartışmayı da beraberinde getirdi. Bugün Türkiye’de 49’u kadın olmak üzere 169 vicdani retçi bulunmaktadır. Sunuşun konusunu Türkiye’de sayıları her geçen gün artan kadın vicdani retçiler, onların vicdani ret tutumuna dair düşünceleri ve feminist bir çerçeveden anti-militarist yaklaşımın tartışılması oluşturmuştur. Oğuz sunumunda kadın vicdani retçilerle görüşmelere dayanan kısımlarla birlikte Türkiye’de kadın vicdani ret hareketinin gelişim sürecini genel hatları ile ele almıştır.
Kimin failliği?
Panelin üçüncü sunumunda Sabancı Üniversitesi’nden Doğu Durgun “Kimin Failliği Daha Önemli? Devlet, Ordu ve Yargı” isimli bildirisini sundu.
Militarizasyon ulusal ve uluslararası birçok aktörün failliklerini kapsayan bir süreçtir. Farklı aidiyetliklere, çıkarlara ve isteklere sahip bu aktörler, sürekli değişen ulusal ve uluslararası bağlam içinde, militarizmi yeniden üretir, dönüştürür ve ona karşı çıkar. Sürecin gelişimini anlamak için, bu aktörlerin değişen pratik ve temsillerini, öznelliklerini ve hangi failliklerin ne kadar ve ne şekilde önemsenip önemsenmediğini sorgulamak gerekir. Durgun bu çalışmada, Türkiye’de 1990 ve 2000’lerde orduyu yeniden üreten, dönüştüren ve eleştiren kişi ve grupları, bu kişi ve grupların devlet ve toplumla ilişkilerini ve yaşanan targı süreçlerini inceleyerek, bu sürecin ne şekilde geliştiğini araştırmayı amaçlamıştır. Bunu yaparken de hangi grupların ve ne şekilde failliklerinin önemsenip önemsenmediğini sormaktadır.
Gezi direnişinde kadınlar
Panelin dördüncü ve son sunumunda Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı’ndan Zeynep Balcıoğlu “Savaş Sonrası Dönemi Hafıza ve Politika: Gezi Parkı Olaylarından Sonra AKP Politikası ve Toplumsal Cinsiyet” isimli bildirisini sundu. Balcıoğlu bu çalışmasında AKP hükümetinin bilhassa Gezi olayları ertesinde yürüttüğü politikalara odaklanarak, bu politikaların toplumsal cinsiyet ve Gezi Parkı olaylarının hafızasıyla oldukça bağlantılı olduğunu iddia etti. Cynthia Enloe’ya göre “savaş sonrası” kavramı insanların savaşa dair hafıza ve deneyimleriyle toplumsal olarak inşa ettiği bir kavram. Bu bakımdan her savaştan sonra neyin hatırlanması gerektiği hususu içinde bir çok dinamik barındıran karmaşık bir toplumsal mesele. Bu karmaşıklığı tahlil etmek üzere şöyle bir soru sormak gerekiyor: Savaş sonrası dönemde kimler ne şekilde hatırlanır?
Her bir savaş, aynen savaş sonrası dönemlerde olduğu gibi özgül bir toplumsal cinsiyet ve tarih bağlamında gerçekleşir. Savaş sonrası, kadınlık ve erkeklik gibi mefhumların inşası eş zamanlı olarak ilerler. Bununla bağlantılı olarak, Türkiye 27 Mayıs 2013’te genellikle Gezi Olayları olarak hatırlanan bir dizi isyan hareketinin patlak vermesine tanık oldu. Aylar süren isyan süresince hükümet, polis ve protestocular arasında yoğun çatışmalar yaşandı. Protestocuların demografik özellikleri hakkında bizlere bilgi sağlayan bir araştırmaya gore (KONDA), ortalama yaşları 28 olan protestocuların yarısından fazlasını kadınlar teşkil ediyordu. Demek ki genç kadınlar protestocuların çoğunluğunu oluşturuyordu.
Siyasal şiddet ya da savaş dönemleri süresince ve ertesinde ortaya çıkan görsel ve işitsel malzemeler, toplumsal cinsiyet, kişisel, kamusal ve siyasal arasındaki ilişkilerin yeniden üretimine katılır. Gezi olaylarıyla ilgili olarak ise, kadınların isyanın asli sembolleri haline geldiğini söylemek mümkün. “Kırmızılı kadın” ve “TOMA’ya kafa tutan kadın” fotoğrafları farklı şekillerde üretilip tedavüle girdi. Parkın çevresinde insan zinciri oluşturan anneler ve cinsiyetçi sloganları protesto ederek feminist bir farkındalık yaratan seks işçileri benimsedikleri farklı kadınlık kurgularına rağmen dayanışma içinde eyleme geçtiler. Dolayısıyla kadınlar şiddet kurbanı kadın imgesini değiştirerek Gezi olaylarının kahramanı olarak ortaya çıktılar.
Balcıoğlu çalışmasında güçlü kadın imgesini görünür kılan Gezi olaylarının hemen akabinde, AKP’ni bilhassa genç kadınları hedefine alan muhafazakar dayatmalarını yoğunlaştırdığını iddia etti. Doğrudan kadınların cinselliğini hedef alan, karma öğrenci evlerinin itibarsızlaştırılması gibi politikalar Gezi Olayları’ndan bu yana giderek şiddetleniyor. Başbakan tarafından sürekli kullanılan üç çocuk söylemiyle bağlantılı olarak 1) hükümetin evlenen genç çiftlere finansal kredi teşviği vermesi 2) evli genç çiftlerin öğrenci kredisi borçlarının silinmesi 3) kadınları emek gücünden dışlaması pek muhtemel olan kadınlar için esnek çalışma saatleri gibi kanun tasarıları hazırlanıyor. Balcıoğlu muhafazakar söylemin hakim ve tekil söylem olmasını engellemek adına kadınların Gezi olaylarında yarattıkları güçlü faillik kimliğine tutunmaları ve mevcut eşitlik mekanizmalarını muhafaza etmeleri gerektiğini öne sürdü. Ayrıca kadınların özel olarak kendilerini ilgilendiren politikalar hakkında daima diri tutmaları gereken kamusal tartışmalara kamu, özel ve kadınlık gibi mefhumları sürekli olarak yeniden biçimlendirecek makul muhataplar olarak, hem savaş süresince ve hem de savaş sonrasında iştirak etmeleri gerektiğini iddia etti. (ÖK/ÇT)