2002/3 sayılı genelge Ümit Çoban imzasıyla Vakıflar Bölge Müdürlüklerine bildirildi. Genelge kamuoyuna duyurulmadı.
Azınlık vakıflarının mal edinmelerine ilişkin çıkartılan son yasa ve yönetmelik hakkında azınlık hukuku uzmanı Murat Cano ile görüşmeye gittiğimizde, yasaya aykırı yönetmelikten sonra yasaya ve yönetmeliğe aykırı bir de genelge çıkarıldığını öğrendik. Avukat Cano, konu ile ilgili sorularımızı yanıtladı.
Zaten yönetmelik yasaya neredeyse uygulama alanı bırakmıyor. Kamuoyuna açıklanmayan bu genelge neyi öngörüyor?
Vakıflar Genel Müdür Vekili Ümit Çoban imzasıyla 11/10 tarihli 2002/3 sayılı genelge, azınlık vakıflarının 9 ağustos 2002'ye kadar tasarrufunda bulunan mallar bakımından, tapu almasını da Bakanlar Kurulu'nun iznine tabi tutuyor. Artı 10. maddeyle, değerlendirme sırasında bir dizi komisyonların uygunluk kararına ek olarak, 'Değerlendirme sırasında ihtiyaç belirlenirken edinilmek istenen taşınmaz malların bulunduğu belediye sınırları dahilindeki cemaat nüfusunun ne kadar olduğu da dikkate alınacaktır' deniyor.
Yani, Sarıyer'den birisi herhangi bir cemaat vakfına herhangi bir taşınmaz malı bağışlamışsa, vasiyet etmişse ve o fiilen tasarruf ediliyorsa, bakın bakalım orada kaç Ermeni, Rum, Yahudi var, 'Yok mu, demek ki ihtiyaç yoktur' demek çok kolay hale gelecek. Karşılıklılık hükmüne göre, bizim de taşınmaz mal edinebileceğimiz yabancı ülkeler var, Fransa, Amerika mesela, birçok insanımız gidiyor oralarda mal ediniyor. Oradaki biri diyelim herhangi bir cemaat vakfına bir malını bağışladı, orada yurttaşımız olan gayrimüslim cemaat mensubu yok. Bağışlanamaz.
Bu kriter orada nüfus varsa ve o nüfusun bu mala ihtiyacı varsa, o malın edinilmesine ihtiyaç vardır, yoksa yoktur demek. Bu, ülke içindeki malların bağışlanmasını imkansız kıldığı gibi, yabancı ülkelerdeki taşınmazların da bağışlanmasını da imkansız kılıyor. Milletlerarası özel hukukumuzun imkan tanıdığı hukuk da işlemez oluyor.
Peki bu yönetmelikleri ve genelgeleri hukukçular hazırlamıyor mu?
Böyle bir genelgenin imzalanmadan önce VGM hukuk müşavirliğinin, T.C. Anayasasını, 4771 sayılı yasanın 4. maddesi ile 4 ekimde yayımlanan yönetmeliği eline alıp bunun ayrıntıdaki uygulamasının nasıl olacağı konusundaki ölçüleri belirlemesi gerek. Genelgenin 4. maddesine bakıyorum, 'Yukarıda belirtilen hususlarla ilgili uygun görülen talepler genel müdürlüğümüz vasıtasıyla Bakanlar Kurulu'na sunulacaktır' diyor. Yukarıdaki dediği hususlardan biri de 2. maddede sayılanlar.
'Cemaat vakıfları, dini, hayri, eğitsel, sosyal ve kültürel alandaki ihtiyaçlarını karışlamak amacıyla 36 beyannamesinde olmayan fiilen kullandıkları taşınmaz malların tescili için başvuruda bulunabileceklerdir.'
Tam burada duruyorum. Bu madde, 9 ağustos tarihine kadar tasarrufları altında bulunan kira emlak beyannamesi gibi belgelerle kanıtlanacak malların 6 ay içinde bildirilmesi halinde tapuya tescil edileceğine ilişkin yasa hükmünü Bakanlar Kurulu'nun (BK) kararına bağlıyor. Yönetmelikte bu mallar için BK şartı öngörülmüyor. Ama bu genelge, hakkı BK şartına bağlıyor, yetmiyor bir de nüfus kriteri getiriliyor. Yönetmelik zaten yasaya aykırı, genelge yönetmeliğe de aykırı.
Yönetmelikteki yasa ve Anayasa'ya aykırılıklar nelerdir?
4 Ekim tarihinde resmi gazetede yayımlanarak resmileşen yönetmelik, yasa ile (4. madde 2. paragraf) 9 ağustos 2002 tarihine kadar cemaat vakıflarının tasarrufları altında bulunan taşınmazların tapuya geçirileceğine dair hükmü geçersiz kılıyor. Yasa diyor ki, "bunları getir tapunu vereceğim", yönetmelik diyor ki, "hayır bunları getirsen bile, ben gene şöyle bir komisyon kuracağım, uygunluğuna dair bir düşünce oluşacak, bu genel müdürlüğe iletilecek, genel müdürlük bunu değerlendirip uygunluk görüşü bildirecek, Vakıflar Meclisi'ne intikal edecek, Vakıflar Meclisi'nden uygunluk kararı çıkarsa tapusunu alacaksın".
Sayılan birimlerden herhangi birinin uygunluk görüşü vermemesi halinde yasa hükmü işlemeyecektir. Yönetmelik, tescil edilmemesi için her türlü engellemeyi getiriyor. O zaman yasa piramidi altüst oluyor. Zirvede hukukun temel ilkeleri vardır, anayasalar ona aykırı olamaz, sonra anayasa var sonra yasa var, sonra tüzük var, sonra yönetmelik var, sonra genelge var.
Bir sonraki kendinden öncekilere aykırı olamaz. T.C. Anayasası'nın 124. maddesine göre bakanlıklar ve idari birimler, yasaların uygulanmasını göstermek ve yasalara aykırı olmamak şartıyla yönetmelik çıkarabilir. Çıkan yönetmelik yasaya aykırı. Yapılacak tek şey var, 4 ekimde resmi gazetede yayımlanan yönetmelik düzeltilebilir bir yönetmelik değildir, derhal iptal edilmeli, yeniden yasaya uygun bir yönetmelik çıkartılmalıdır.
Yönetmeliğin önemli bir hukuki sakatlığı da Lozan'ın 45. maddesine atıf yapmak üzere karşılıklılık ilkesini öngörüyor olması. Lozan, T.C. devletinin uluslararası camiada tesciline dair belgedir. Lozan'ın ekaliyetlerin himayesine ilişkin üçüncü bölümünde öngörülen haklar asla karşılıklılık şartına bağlanmamıştır.
Türkiye ve Yunanistan'ın uyması gereken haklar önce Türkiye için sıralanmış, 'Yunanistan da bunları aynen kendi ülkesindeki Müslüman azınlık için uygulayacaktır' denmiştir. Birinin kendi ülkesindeki azınlığın hakkını tanıması/ koruması için diğerinin uyma şartını araması gibi bir durum söz konusu değildir.
Öte yandan Türkiye'de Müslüman olmayan azınlıklar Rumlardan ibaret değil. 4000 civarında Rum var. Bunun 2500'ü yaşlı nüfus. Genç neslin çoğu zaten yurt dışında okuyor. Ermeni nüfus Katolik, Gregoryan, Protestan ayrımı yapmadan 75.000 civarında.
Karşılıklılık ilkesini Lozan hükümleri bakımından bu yasanın uygulamasında gözetmeye kalktığınız zaman, Rum azınlığın vakıf kuruluşları bakımından Yunanistan'daki uygulamayı esas alacaksınız diyelim. Ermeni vakıf kuruluşları için hangi ülkenin uygulamasını esas alacaksınız? Türkiye Ermenistan devletini diplomatik olarak tanımıyor, ayrıca Ermenistan'da Müslüman Türk azınlığı yok. Karşılılıkla neyi gözeteceksiniz?
Türkiye'nin azınlık kurumları Türkiye'nin kurumlarıdır. Bunları ne Ermenistan kurdu, ne de Yunanistan. Bunlar Osmanlıdan beri varolan Osmanlı hukukunun ve cumhuriyet hukukunun, tüzel kişiliklerini ve haklarını tanıdığı, Türk kanunlarına göre faaliyet gösteren, Türk yurttaşı olan cemaat mensupları tarafından yönetilen Türk kuruluşlarıdır.
Asla yabancılar hukuku içinde değerlendirilemezler. Böyle bir şey yaptığınız anda laik demokratik cumhuriyet, din esasına göre hukukunu uygulayan bir devlet haline dönüşür. Bundan daha tehlikeli bir süreç düşünülemez.
Reform paketindeki yasanın getirdikleri ya da hiç değinmediği noktalar neler?
Öncelikle yasanın 4. maddesiyle cemaat vakıfları için getirilen önemli ve yararlı yenilikleri vurgulamak istiyorum.
9 ağustos 2002'den itibaren cemaat vakıf kuruluşları faaliyet alanları bakımından ihtiyaçları olması durumunda BK kararıyla da olsa taşınmaz mal edinebiliyorlar. Artık bunların taşınmaz mal edinmeleri, kamu düzenine aykırı faaliyet olmaktan çıkmıştır. Bu son derece olumlu bir gelişme.
Aynı yasa ile 9 ağustos tarihine kadar tasarrufları altında bulundurdukları taşınmaz malları, yasanın yayımlandığı tarihten itibaren 6 ay içinde bildirmek koşuluyla tapuya geçirmeleri hakkı tanınmıştır. Bu da çok önemli bir adım.
Bu iki unsur bakımından yapılan düzenleme Kopenhag Kriterleri'nden biri olan, azınlıkların korunması ilkesine çok önemli bir yaklaşım. Ama bu düzenleme çok önemli konuları kapsamamakta.
1974'den itibaren cemaat vakıf kuruluşlarından alınan malların iadesi öngörülmemiştir. Zaten 1936'dan sonra edinilip de halen şu anda cemaat vakıflarının tasarrufunda bulunan mal hemen hemen yoktur. O halde 9 ağustosa kadar fiilen tasarrufları altında bulundurdukları malların tapularının verilmesinin öngörülmesi fazlaca bir hukuki ya da fiili yarar sağlamayacaktır. Bu temel sorun devam etmektedir.
Cemaat vakıf kuruluşlarının yöneticilerinin VGM memurlarınca azledilmelerine ilişkin çifte hukuk devam ediyor. Halbuki Medeni Kanun'a göre kurulan vakıfların yönetim kurulları VGM'nin dava açması üzerine, yalnız ve ancak mahkeme kararıyla azledilebilir. Yani cemaat vakıf kuruluşlarının yönetim kurullarının, azledilme bakımından yargısal güvencesi yoktur.
Cemaat vakıf kuruluşlarının hayrat niteliğindeki taşınmazlarının aynı ya da benzer amaçlar için bedel karşılığında kullandırılmalarına ilişkin yasak devam ediyor. Bunun ne kadar anlamlı olduğu bilinmez ama son derece önemlidir. Onlarca okulda eğitim faaliyetini sürmüyor.
Azalan nüfus nedeniyle de yeniden eğitim - öğretim faaliyetine başlanması imkansız. Eğitim - öğretimin sürdüğü okulların da gelir sorunu var. Bunlar hayrat olduğu için başka amaçlara tahsis edilemezler ama eğitim - öğretim faaliyetine, sanat faaliyetlerine, yani kamusal nitelikteki faaliyetlere bedel karşılığında tahsis edilmesinin önünün açılması, hem bu binaların korunmasını, hem özel ya da devlet tarafından yürütülen eğitim - öğretim faaliyetinin derslik imkanı bulması, hem de cemaat vakıflarının buralardan gelir elde etmesini sağlamak son derece anlamlı ve kamusal bir işlev olur.
AB kriterleri çerçevesinde bakarsak, patrikhanelerin, hahambaşlığın, metropolitliklerin hukuki statüleriyle ehliyetleri, seçim usul ve esasları belirlenmemiştir. Bu konuda zaman zaman çelişkiler yaşanıyor. Devlet zaman zaman bu konuda zaafa düşüyor. Ortodokslar bakımından Heybeliada Ruhban Okulu açılmamıştır, Ermeniler, Süryaniler ve Yahudiler bakımından din eğitimi veren okulların açılmasına imkan tanınmamıştır.
Türkiye'nin Müslüman olmayan azınlık nüfusu vardır. Bu nüfusun kurumları vardır. Bu kurumların sorunları vardır, sorunları ne yazık ki biz yarattık. Biz bunları çözebilecek güçte ve demokratik olgunlulukta bir ülkeyiz. Bunları çözmek asla ulusal yararlarımıza aykırı değildir, tersine çok kültürlülüğü esas alan modern dünyada bu sorunların çözümü devletin uluslararası itibarını çok yükseltir ve AB yolculuğunu da kısaltır. Bunlar önemli ulusal katkılar değil mi?
Azınlık vakıf kuruluşlarının tarihsel süreçte hukuki statüsünü özetleyebilir misiniz?
Azınlık vakıf kuruluşları Osmanlı döneminden beri varolan, cemaatleri tarafından kurulmuş organizasyonlardır. 1912'ye kadar tüzel kişilikleri tanınmayan bu kuruluşların taşınmaz mal edinmelerine imkan verilmemiştir. Fakat Osmanlı, cemaat mensubu kimselerin adına mal tahsis etmek ve tahsis edilen malın gelirini de cemaat vakfı, kuruluşu, yetimhanesi vs. tarafından kullanılmasına izin vererek cemaatin kendi kendine yetmesini sağlamıştır.
İlk kez 1912'de azınlıkların bu çeşit organizasyonlarına tüzel kişilik tanınmış, muvazaa yoluyla kullanılan taşınmaz malların, her bir azınlığın dini olarak bağlı bulunduğu patrikhaneler vasıtasıyla Osmanlı tapusuna bildirilmesi istenmiştir. Demek ki azınlık vakıf kuruluşları 1912 yılında çıkarılan Osmanlı kanunu ile tüzel kişilikleri tanınan kuruluşlardır.
İkinci adım, Cumhuriyet bunları aynen devralmış ve Lozan Anlaşmasıyla da gayrimüslim ekalliyetin haklarının aynen korunacağını taahhüt etmiştir.
Üçüncü adım, Medeni Kanun'un 1926'da yürürlüğe girmesidir. Cumhuriyet öncesinde varolan vakıf kuruluşlar medeni kanuna tabi tutulmamıştır. Onlar için ayrı bir düzenleme yapılmıştır. Ve bunun üzerine de 1935 yılında Vakıflar Kanunu çıkarılmıştır. Bana göre Medeni Kanun'da yer alan vakıflara ilişkin hükümlerle 1935 tarihli Vakıflar Kanunu'nda yer alan hükümler vakıf hukuku bakımından çifte standarttır. Yani bu alanda çifte hukuk var.
Bu çifte hukukun sebebi, Medeni Kanun'a göre kurulan vakıf kuruluşların mütevellileri, Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün (VGM) dava açması sonucunda, Asliye Hukuk Mahkemesi'nin kararıyla görevden alınabilirken, cemaat vakıf kuruluşlarının mütevellileri, VGM içinde kurulacak bir komisyonun kararıyla her an azledilebiliyor. Mahkeme denetimi ancak işlemin iptali biçiminde olabilir. Yani Medeni Kanuna göre kurulan vakıf kuruluşlar için yargısal güvence varken, cemaat vakıfları için böyle bir güvence yok.
Bu uygulama, cemaat vakıf kuruluşlarının yöneticilerinin, vakıflarını yönetirken yasal sınırlar içinde bile yeteri kadar özgür davranamamasına neden oluyor. İdarelerin zaman zaman siyasi ya da keyfi nedenlerle mütevellileri görevden alma imkanına açık kapı bırakıyor. Zaten böyle bir uygulama da çok yaygın olarak mevcut.
Bu yasa farklılığından kaynaklanan ikinci bir çifte standart da, MK'na göre kurulan vakıf kuruluşlar, Vakıflar Meclisi'nin uygunluk görüşüyle taşınmaz mal edinebilmekte veya elden çıkarabilmekteyken cemaat vakıfları ile ilgili uygulama, 1974'den 2002 ağustos ayına kadar kesin olarak taşınmaz mal edinememek şeklindedir.
1936-74 arasında cemaat vakıflarının herhangi bir taşınmaz malı edinmeleri halinde, eğer vasiyete dayanıyorsa, vasiyetler mahkeme tarafından onandığında, valilikler yetki belgesi verdikten sonra, vakıflar bölge müdürlüklerinin tayin ettiği memurlar, 1968'e kadar tapu dairesine gelip, cemaat vakfı adına tapu senedi alıp, götürüp veriyorlarmış. 1968-74 arasında ise vakıf yönetiminin görevlendirdiği kimseler bu muamelelere taraf olmuş.
1974'den sonra ise bu vakıfların mal edinimleri kesin olarak yasaklanmıştır. Bu konuda hiçbir yasa hükmü yoktur. Yani kanun aynı kanun, yalnızca Yargıtay'ın 8 mayıs 1974 tarihli hukuk genel kurul kararı var. Bu karar; 'Cemaat vakıflarının vakfiyeleri yoktur, bu bakımdan 1936'da verdikleri beyannameyi vakfiye kabul etmek gerekiyor. Bu beyannamede başka taşınmaz mal edinebileceklerine dair bir ibare yer almadığından, bu beyanname dışında taşınmaz mal edinmeleri kamu düzenine aykırıdır ve yolsuz tescil hükmündedir' şeklindeki bir gerekçeye dayandırılmaktadır.
Gerçekten vakıf kuruluşlar, vakfiyelerine göre faaliyet gösterir. Azınlık vakıfları Osmanlı'dan kalma cemaat tarafından kurulan kuruluşları oldukları için, bunların kurucuları ve vakfiyeleri yoktur.
Medeni Kanun'daki kriterden hareketle düşünürsek, vakfiyeyi vakfın kurucuları hazırlar. Kimse onların yerine geçip onların iradesini kullanarak şu ya da bu belgeyi vakfiye olarak nitelendiremez. Yanlışlık burada. Kaldı ki 1936 tarihli beyanname 35 yılında çıkan VK'nun geçici maddesinin, o zaman cemaat vakıf kuruluşları için öngördüğü, 'kullandığın malları bildir' demesi üzerine verilen bir beyannamedir.
Yani bu bir mal bildirimidir. Bu, giderek kesin mal edinme yasağına dönüştürülmüştür. Bu yasak mal edinmeyle sınırlı kalmamıştır. 1936-74 arasında cemaat vakıfları tarafından edinilen taşınmazlar, ister bağış, ister vasiyet, ister satın alma yoluyla olsun, tapuları VGM ile Hazine tarafından açılan davalar sonucunda iptal edilmiştir.
Bu malların çoğu Hazine'ye ve VGM'ye kalmış ya da eski sahiplerine iade edilmiştir. Bir bakış açısıyla denebilir ki, Hazine ya da VGM'ye geçen mallar bakımından sorun yok, çünkü bunlar kamu kuruluşlarıdır. Cemaat vakfından VGM'ye geçmiş, daha üstün bir statü. Farz edelim ki daha üstün, azınlık cemaat vakıfları Türk vakıf kuruluşları iseler bunların hakları ve hukukları nerede kalıyor?
Aynı statüdeki vakıf kuruluşların Anayasa önünde eşitliği nerede kalıyor, Anayasa'nın üstünlüğü ilkesi nerede kalıyor? Devlette süreklilik yok mu? Eski kayıtlarına iade edilen mallar bakımından, hangi üstün yarar korunuyor? Ayrıca eski kayıt maliklerinin çoğu artık yabancı uyruklu.
Son olarak yönetmelikle ve genelgeyle meydana gelen hukuka aykırılıklar nasıl giderilebilir?
Çözüm çok kolay. Yönetmelik ve genelge düzeltilebilir gibi değil, her ikisinin de iptal edilmesi gerekiyor. Yasaya ve Anayasa'nın 124. maddesine uygun yeni bir yönetmelik çıkarılır. Ve o yönetmeliğe uygun da genelge çıkar.
Bunun için BK kararına ihtiyaç yok, yeni hükümetin vakıflardan sorumlu devlet bakanlığının yönetmeliği iptal edip, yeniden çıkarma yetkisi vardır, VGM'nin de yeni yönetmeliğe uygun, yeni bir genelge çıkarması mümkündür. 1974 'de başlayan uygulama sonucunda mülkiyetleri cemaat vakıflarından alınan taşınmaz mallar BK kararıyla aynen iade edilir. Bu, hakkın sahibine iade edilmesinden ibarettir, kimseye bir şey bağışlamak değildir. Adaletin yerini bulmasıdır.
1974 yılında geri alınıp da yasayla iade edilmeyen taşınmazlar bakımından, yeniden tapu iptal ve tescil davaları da açmak mümkün. Bu davalardan olumlu sonuç alınacağına inanıyorum. Çünkü mülkiyetlerin azınlık vakıf kuruluşlarından alınmasının nedeni, bu kuruluşların 1936 beyannamesinde bulunanlar dışında mal edinmelerinin yolsuz tescil sayılmasıydı.
Yeni yasa, BK'nun izniyle de olsa taşınmaz mal edinmelerine imkan tanıdığına ve halen tapusu olmayan malların tapuya geçirilmelerine imkan tanıdığına göre, bu hukuki düşünüş çökmüştür, bu kararların hukuki gerekçesi kalmamıştır
Bu bakımdan davalarda lehte karar verileceğini düşünüyorum. İkincisi, yönetmelik yasaya ve anayasaya aykırı olduğundan Danıştay'da yürütmeyi durdurma istemli iptal davaları açılabilir. Yönetmeliğin tüm unsurları kanuna aykırı. Genelge de zaten yönetmelik kalkınca dayanağını yitireceğinden ortadan kalkar. (TS/NM)