Hrant Dink'in öldürülmesinin "hayırlara vesile olacağı"nın propagandasını yapanlar, zanlının çocuk mahkemesinde yargılanması kararını ve yıl sonunda çıkacak kararla verilecek cezanın da sembolik bir hal alabilmesi ihtimalini "cık cık cık", "pes vallahi" diyerek kınıyorlar.
Gelinen noktada ancak böylesi bir çaresizlik içinde kınayabilirler, çünkü davanın başından beri adaletle değil, Türkiye Ermenilerinin rehinlik durumunun sorgulanmasıyla gerçekçi olabileceğini anlamak istemiyorlar.
Dink davasının adaletle ilgili bir noktaya gelebilmesi, Türkiye devleti açısından, 1915 sonrasında Türkiye'de kalan Ermenilerin rehin olması durumunu değiştirme potansiyelini taşıyordu. Böylece Ermeniler son bir asıra yakın dönemde ilk defa "devletin adaletine" mazhar olacaktı.
Bu uzun vadede gerçek bir değişimi beraberinde getirme ihtimali olan bir süreci başlatabilirdi. Ama bu dava başından beri adaletle hiç ilgisi olmayan, zanlıların ve onların avukatlarının mağdurları aşağıladığı, alay ettiği, mağduriyetlerini katlayarak arttırdığı, mahkemenin ise bütün bunlara seyirci kalarak onayladığı, kararlarıyla varolan mağduriyeti yeniden ürettiği bir mekanizmaya dönüştü.
Zaten bu ülkenin tarihinde tüm ırkçı saikli saldırıların ardından yapılan davalara, -eğer yapılmışsa- baktığınızda aynı durumu görebilirsiniz. Türkiye'nin Dink davası ile ilgili Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gönderdiği "Nazi subaylı" savunma, bu durumun doruk noktasına ulaştığı bir örnektir sadece.
Bu savunmayı hazmedemediğini söyleyip, Dink ailesinin "dostane çözüme yanaşmamasını" inatçılık olduğunu ima etme cüretini gösteren Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da, yapılan savunmadan pek da farklı bir yerde duramamıştır.
Ne bu cinayet, ne de bu dava, bu devletin Ermenilerle ilgili derin sorunundan bağımsızdır. Bu derin sorunun adı soykırımdır. Koskoca bir halkın koskoca bir coğrafyadan devlet eliyle yok edilmesini inkâr edebilen bir devletin nasıl bir "adalet mekanizması" olduğunu artık çok iyi biliyoruz.
Bugün bunun adının "adalet" olduğuna inanmamız için bir sebep olduğunu söyleyen varsa beri gelsin. Dava başladığında bunun adalete ilişkin bir süreç olacağına inanmamız için sebepler olduğunu sanıyorduk. Bugün ise, Dink'in gerçek katillerinin bilinmekle birlikte yargılanmayacağı artık çok açık.
Bu nedenle, bugün verilecek mücadele artık bu dava nezdinde bir adalet arayışı mücadelesi değil, inkârın sona erdirilmesi mücadelesidir. Çünkü soykırım ve inkârının mimarları ile Dink'i önce öldürtüp, sonra "Türk adaletinin" karanlık sayfalarına gömenler aynı zihniyetin kuşaklar boyu tükenmeyen ardıllarıdır.
Bu büyük suçun kabulu, Dink'in katillerini de ister istemez elekten düşmesini beraberinde getirecektir. Çünkü bunu kabul eden devletin büyüklüğü, kendi içinde katiller barındırmayı kabul etmez. Almanya bunun örnekleriyle doludur.
Kiliselerin yenilenmesini, senede bir gün ayine açılmasını büyük bir halkla ilişkiler kampanyasına çevirenler, Ermeni kelimesinin küfür ile eşdeğer kullanılma oranının azalmasını saygı ve umutla karşılayanlar, Ermeninin turistik bir varlığa dönüşürken, onun kültürel varlığının para ettiği oranda normalleşmesinde bir sorun görmeyenler, Ermeninin insan olmasıyla yetinemeyip, onları illa da "iyi ustalar, mimarlar, yazarlar" olarak algılama eğiliminde olanlar, Ermeniden kendine sermaye yapanlar, bu "yüce gönüllülük" karşısında Ermenilerden de minnet bekleyenler, yok edilen bir halktan ardakalanların yanında dedelerinin Ermeniler tarafından öldürüldüğünü söylemekte sorun görmeyen büyük Türk tarihçileri ve genelde Türk gazeteci, yazar, çizer ve entelektüelleri bugün artık zor bir görevle karşı karşıyadır, bu görevin adı utanmayı öğrenmektir.
Neden mi?
Bu ülkede ırkçılığın Cumhuriyetin resmi ideolojisinin ayrılmaz bir parçası olduğunun üstünün örtülmesinde gösterdikleri akademik aymazlık ve epistemik şiddet için, 1915'in öncesinin ve sonrasının inkâr edilmesini kurumsallaştırdıkları için, yaşanan tüm öteki karşıtlıklarını "ama onlar da..." cümlesiyle devam ettirerek, devlet ve vatandaşları arasındaki eşitsiz ilişkide devletten yana bir eşitlemeciliği mazur gösterdikleri için, ırkçılığın insan doğasına olan yakınlığını unutup, tüm dünyada ırkçılıkla mücadelenin "yabancıların" sorunu olarak gösterdikleri için, kendi ülkelerinde yaşanan ve yaşanmaya devam eden ırkçı pratikleri aynen adalet sisteminin yaptığı gibi, önemsizleştirdikleri için.
Gazetecisiyle, yazarıyla, entelektüeliyle, solcusuyla, sağcısıyla, dindarıyla, sıradan vatandaşıyla el birliğiyle inkârı yeniden ürettikleri, kimlerin malları ile zengin olduklarını, kimlerin evlerine, topraklarına, mülklerine oturarak bugünlere geldiklerini itiraf etmeyi bir borç bilmedikleri için. "Komşuları 'giderken' arkalarından kovalamayı" tercih eden kuşakların çocukları oldukları için, susmanın suç ortaklığı olduğunu bile bile sustukları için.
Suçlu olduğunu hissetmek, eğer topyekün psikopati mağduru değilsek, insanı kökünden değiştirebilecek sahip nadir duygulardan biridir. Sebebini anlamadan, çok derinlerde duyulan suçluluk ve kaybetmiş olma duygusu derin bir vicdan ve adalet hissinin de anahtarıdır.
Türkiye'de adaletinin bu kavramlardan çok uzak olmasının sebebi sadece devlette aranamaz. Irkçılıkla yargılanan bir devletin tüm dünyaya karşı onur meselesi etmesi gereken bir davanın karartılmasında iş başında olanların zihniyeti, 1915'de iş başında olanların zihniyetinden farklı değil.
Bu bağı görmezden gelerek, dava sürecinde yaşanan akla havsalaya sığamayacak binbir şeyin envanterini tutup, ifşa ederek adaletin tecellisini talep etmek artık anlamsızlaşmıştır.
Rehinler en çok adalete inanmak ister ama adaletin imkânsızlığı onlara asla unutturulmaz. Evet, Ermeniler ve ötekilikleriyle şu veya bu şekilde sistematik devlet şiddetine maruz kalanların tamamı, rehindir. Çünkü adaletle sınavı Dink davasındaki gibi olan bir devlet, aslında şu mesajı verir: Sana istediğimi yaparım ve sen benden hiçbir şekilde hesap soramazsın.
Bunun adı rehinlik değilse nedir? Ermeniler bu toprakların en köklü rehinleridir; hem yok edilmişler, hem yok edilmeleri yok sayılmış, hem de bu yok sayışla istendiği an yeniden yok edilebileceklerini bilerek yaşamayı öğrenmişlerdir.
Hrant Dink'in öldürülmesi bu zincirin parçasıdır. Bir halka böyle bir kaderi layık gören ve bunun karşısında utanamayan bir toplumsal vicdan nasıl adalet arayabilir? Ya da adalet arayabilir mi? (TS/EÜ)
_________________________________________________________________
* Talin Suciyan'ın yazısını Toplumsal Tarih dergisinin Aralık 2010 tarihli 204. sayısından alıntıladık.