Gürhan Ertür, binlerce kişinin hayatını kaybettiği, Marmara'nın doğusu ve İstanbul'da da yıkıma yol açan 17 Ağustos 1999 depreminden beri Açık Radyo'da her Çarşamba, Altın Saatler programını hazırlıyor ve sunuyor. Depremin 10. yılında, bir hafta boyunca uzmanlar, kamu görevlileri, depremzedeler ve aktivistlerle bu defa İstanbul'u ağırlıklı olarak etkilemesi beklenen depremle ilgili hazırlıkları, yapılanları, yapılmayanları konuştu; programın çözümleri özet olarak bianet'te de yayınlandı.
Görüşmelerden anlaşılan, gelecek çok parlak gözükmüyor. Biz de mikrofonu Ertür'e uzattık ve bildiklerini paylaşmasını istedik.
10 yılın envanterini çıkarttığınız bu beş günlük programda çok çeşitli çevrelerden görüş aldınız. Sizden de medyanın durumu hakkında görüş alabilir miyiz?
Öncelikle şunu söylemek lazım ki; basın, televizyon ve radyolarda duyduklarımızın, gördüklerimizin hepsi doğru. Yetkililerin açıklamalarıyla ilgili haberler de doğru. Ancak bu doğruların hep bir oranı var. Örneğin İstanbul'da okulların güçlendirildiği haberi doğru. Ancak 1800'ü riskli, 800'ü acil durumda müdahale gerektiren 3000 okuldan yalnızca 286 tanesinin güçlendirilmiş olduğunu medyadan öğrenemiyoruz. Bir bilgiyi bütünüyle vermediğinizde yanıltıcı bir haber ortaya çıkıyor haliyle. Bu konuda çok dikkatli, bilgili ve bilinçli olmak lazım. 10 yıldır, belli istisnalar dışında, gerçeği ve bilgileri sürekli değerlendiren takip eden, kamuoyunu bilgilendiren bir performans sergilemiyor medya.
Geçen 10 yılda pek de bir şeyin değiştiğini söyleyemiyoruz. Bunun sorumlusu öncelikle devlet mi, toplum mu?
Bu konuda biraz ezber bozmak lazım. Şöyle başlıklar var "devlet bu 10 yılda sınıfta kaldı"; hayır aslında "toplum olarak sınıfta kaldık" demek daha doğru. Biz göz göre göre riskin üzerine gidiyoruz. Tabi ki kamu yönetiminin ve yerel yönetimin sorumluluk payı çok yüksek ama tek tek insanlarımıza, toplumu teşkil eden bireylere baktığımızda enteresan bazı durumlar ortaya çıkıyor.
Birey olarak neleri ihmal ediyoruz?
İlki zorunlu deprem sigortası. DASK gibi örnek teşkil etmesi gereken bir kurumumuz var. DASK'ın 1. derece deprem bölgesinde betonarme bir binaya kestiği poliçenin yıllık maliyeti 131 TL. Bir de indirim yapıyorlar. Türkiye'de 14 milyon mesken var. Bunlardan sadece 3.5 milyonu sigortalı. Bu kadar riskten bahsediyoruz bu kadar devleti eleştiriyoruz, yerel yönetimleri eleştiriyoruz. O zaman kişisel performansımıza baktığımızda da hayli gerilerde olduğumuzu ve kendimizi, ailemizi korumak için pek bir şey yapmadığımızı görmek gerek. Bir başka konu; deprem bölgesindeki az hasarlı veya orta hasarlı bir çok bina allandı pullandı. Ya ev sahipleri geçip bu binaların içine oturdu yada kiracılar. Burada toplumun duyarsızlığı söz konusu işte. Bu duyarsızlık devlette de var. Zaten bir toplumun yöneticileri ile bireyleri arasında da çok büyük bir mantık farkı olmuyor. Bu yöneticileri de bireyler seçiyor sonuçta.
Somut olarak başka neler yapabiliriz? Yurt dışında nasıl yürütülüyor deprem çalışmaları ?
Depremi önemseyen ülkeler hazırlıklara en küçük halkadan, aileden başlıyor. Aileyi koruma altına alıcı, kendi alanlarındaki tedbirleri hemen devreye sokuyorlar. İkincisi eğer bir apartmanda oturuyorlarsa apartman olarak meseleyi çözmeye çalışıyorlar. Kendimden bir örnek vereyim. Benim annem Kadıköy'de beş katlı 10 daireli bir apartmanda oturuyor. Bu apartmanın ciddi risk taşıdığını 1999 yılında resmen tespit ettirdim. 10 daireden dördü bu binanın yıkılıp yenisin yapılması konusunda ikna oldular çünkü güçlendirme çalışmaları çok daha pahalıya mal oluyordu. Dört daire ile diğer daireleri ikna etmek için tam sekiz yıl boyunca uğraştık. En sonunda şöyle ikna ettik, aynı sokakta yıkılıp yeniden yapılmış bir apartmanın kirasının eski kiranın 3 misli olduğunu duyurarak. Artık metrekarelerin hesabını bırakıp, "nasıl daha güvenli yaşarız"ı sormak lazım. Her yerde, özellikle deprem konusunda örnek gösteriyoruz, Japonya'da dört kişilik bir aile 45 metrekare evin içine girebiliyorlar, orda hayatlarında devam edebiliyorlar. Yani biz de dört kişilik ailemizle 40 metrekarelik, 60 metrekarelik evlerimizde yaşayabiliriz. Buradan yapacağımız fedakarlıkla çok güvenli yepyeni evler yaptırabiliriz.
Yerel yönetimlere, ilçe belediyelerine ciddi bir güvensizlik olduğu muhakkak. Çünkü bu kentsel dönüşüm meselesi, deprem riskini azaltmaktan çok yeni bir rant alanının gerekçesi haline geldi. O güvenin geri kazandırılması lazım ama artık çok zor.
Bir değişim var mı peki yada olacak gibi görünüyor mu?
Yani toplum kendini harekete geçirmezse bu gidişle bir şey değişmeyecek. Şu halde 11. yılda da farklı bir şarkı söylememiz mümkün olamayacak. Çünkü ne yeni bir hükümet var karşımızda ne de yeni bir seçim dönemi.
İstanbul belediyesi ne durumda şu anda?
İstanbul'da belediye başkanı Kadir Topbaş'ın birinci önceliği ulaşım. Depremini bekleyen bir kentte en büyük bütçe ulaşıma ayrılıyor. Böyle bir durumda İstanbullulara düşen çok önemli görevler var. Hem büyük şehir belediyesini, hem ilçe belediyelerini, kamu yönetimini etkilemek açısından yapmaları gereken çok şey var. Bir örnek mesela; Çapa Tıp Fakültesi binalarının büyük risk taşıdığını duymayan kalmadı, ama bu konuda yıllardan beri bir önlem alınmıyor. Bir sağlıkçı arkadaşımızın önerisi şu oldu; binalara girmeyi reddedelim ve protesto edelim. Bu da toplumu uyarmak açısından belki bir çözüm olabilir.
Bu noktada sivil toplum örgütlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Burada tabi 'kral çıplak' olayıyla karşı karşıyayız. Sivil toplum kuruluşlarından sorunu bu şekilde ifade etme cesaretini beklemek dışında söyleyebileceğim fazla bir şey yok. Çünkü ben bunu bir toplantıda söylediğim zaman bana ilk karşı çıkan Mimarlar Odası temsilcisi oldu ve kendisi bir anda yoksulların savunucusu oldu, ben ise sermayenin sözcüsü. Bu tip bir yaklaşımla biz bu işi çözemeyiz. Ortalıkta yoksulluk ve mağduriyet olduğu muhakkak, ama deprem bölgelerine gidip oradaki depremzedelerle konuştuktan sonra almanız gereken nice dersler var. Bunun için geçen haftaki programlardan bir tanesini de depremzedelere ayırdık. Şimdi bu işi kısır bir mağdurları, yoksulları savunma politikası haline getirirsek hiçbir şeyi çözemeyiz, ezberlerimizi de bozamayız. 100 metrekarenin ne yoksullukla alakası vardır ne mağduriyetle... Bunları birbirimizle anlaşarak, birbirimizle konuşarak çözebiliriz ama daha başından itibaren bazı şeyleri dokunulmayacak noktalar, dokunulmayacak fikirler olarak ifade etmeye kalkarsak bir arpa boyu ilerlememiz mümkün değil.
Programlarınızda yasal süreçlerin çok yavaş ilerlediği birçok kez konuşuldu. Yasal düzenlemelerde ne gibi değişikliklere gidilmesi gerekiyor?
Yasal alanda yapılması gereken çok şey var. Bir programımızda da Semih Tezcan hocamız İstanbul'da birçok kaçak yapı olduğunu belirtti ve kaçak yapılara müdahale edilebilmesi için bir yasa çıkartılması gerektiğini söyledi. İlginçtir ki iskan izni olmayan bir yapıya bir şey yapmaya kalktığınız zaman belediye "hayır o bina yok aslında " diyor. Halbuki belediye oraya suyunu bağlamış, bir başka devlet kurumu götürmüş elektrik bağlamış, kapısının önüne kadar otobüs gidiyor. Birçok bakımdan o bina zaten kabullenilmiş. Devlet bir de oranın emlak vergisini alıyor. Yani her bakımdan kayıt altındasın fakat yasal yapı izni yok.
Yasal yapı izninin olmaması bir ölçüde projeye uygun yapı yapılmadığını gösteriyor. Bütün bunları çözebilmek için yapılması gereken bir şey var, güçlendirme çalışmalarının ya da yapıya müdahale etme hakkını verecek bir yasa ama bana sorarsanız yasa hep o zihniyet değişikliğinin kuvvetlendirici unsurları olabilir .Yoksa istediğiniz binaya istediğiniz şekilde müdahale edebilirsiniz, bunun çeşitli örnekleri var, bu kılıfa geçirebileceğiniz yasal düzenlemeler var.
Uzun zamandır çıkmayan bir imar yasamız var ama imar yasasına tamamen inşaat gözüyle bakılıyor. Kentlerin geliştirilmesi, kentlerin modern, çağdaş ve yaşanılabilir yerler haline getirilebilme yasası olarak bakılmıyor. İnşaatların nasıl yapılacağı nerelerde yapılacağı konuşuluyor.
19 Ağustos'un ardından ciddi bir sivil çaba oldu depremin hasarını onarmak, arama-kurtarma çalışmaları yapmak gibi... Bu durum bir devlet-sivil alan çatışması da yarattı. Bugün durum nedir?
Sivili kabullenme konusunda önemli değişikliklere ihtiyaç var, tam da dediğiniz nedenden dolayı. Şu anda birçok yerel yönetici tarafından kabul edilen ama yasal düzenlemelerde olmayan bir gönüllü faaliyetler zinciri var. Bu gönüllü faaliyetlerin bir kısmı profesyonel hale gelmiş durumda. AKUT gönüllü faaliyettir ama profesyonel bir gönüllü faaliyettir, keza GEA gönüllü bir faaliyettir ama profesyonel bir çalışmadır. Telsiz ve Radyo Amatörleri Cemiyeti ki her bir afette, sadece deprem değil, inanılmaz işler yapmışlardır. Şu kadarını söylemek yeterli 17 Ağustos 1999 Körfez Depremi sırasında bölgedeki kamu yönetiminin ve yerel yönetimin haberleşmesini üç gün boyunca telsizlerle yürüten yegane kuruluştur. Ne ordu kalmıştır ne belediyenin haberleşmesi ne de başbakanın bölgeyle haberleşmesi kalmıştır. Üç gün boyunca haberleşmeyi bu arkadaşlarımız yapmıştır ve kimse tanımaz, kimse bilmez, hiçbir yerde bayrak çekerek dolaşmazlar. İşte bunların artık yasalarda yer alması lazım. Batılı ülkelerde akreditasyon listeleri ilan ediliyor. Girin Birleşmiş Milletler'in afetlerle ilgili sayfasına orada hangi kuruluşların akredite olduğunu görürsünüz, bunların hepsi gönüllü kuruluşlardır. Burada da bu konudaki yasal düzenlemelere çok ihtiyaç var.
Afet dediğimiz olayın aslı şu, devletin mevcut teşkilatlanmasıyla baş edemeyeceği olaylar. Çünkü siz afete göre devleti teşkilatlandıramazsınız, mümkün değil bu. O zaman büyük ordular, arama kurtarma teşkilatları, hastaneler vb. lazım. Ancak sivillerden alacağınız destekle karşılayabilirsiniz ihtiyaçları, başka türlü yapamazsınız.
Evet, devletin bir aczidir 17 Ağustos sonrasındaki birçok olay ama normal zamanlarda da bir kurallar zinciri içerisinde devlet belli bir yere kadar yetebilir, oradaki açığını bir gönüllü katkısıyla tamamlayabilir. Ama devlet büyük bir savunma halinde. Ben çeşitli yerel yöneticilerinin ve kamu yöneticilerinin toplantılarını dinledim. Evet, başta örnek verdiğim gibi, hepsi doğru şeyleri söylüyorlar ama bu gerçeğin küçük bir parçası. Yani yüzde onluk bilgileri nasıl getirip de yüzde yüzmüş gibi davranırız. Hikaye budur.
Olası bir depremde 1999'dakinden ne kadar farklı bir manzarayla karşılaşacağız?
Bence daha kötü bir manzarayla karşılaşacağız. Şu andaki bulgular maalesef böyle gösteriyor. Mustafa Erdik 1996 yılında hem İzmir hem İstanbul'un deprem senaryosunu çıkartmıştı, yani biz eğer uyanık bir toplum olsaydık 1996 yılında İstanbul'un deprem gerçeğini çok iyi biliyor olurduk. Fakat o dönemde bu insanlara yapılmadık bırakılmadı. Siz nasıl olur da böyle yaparsınız, nasıl böyle söylersiniz diye. 1999'da, bu da çok enteresandır, Kızıl Haç'ın fon verdiği çalışmalarla bu senaryo güncellendi. Biz yapmadık bunu Kızıl Haç yaptı. Şimdi senaryo yeniden güncelleniyor, ben sordum işte hocam senaryoda bir değişiklik var mı, diye, var, dedi. "Bizim senaryoda bahsettiğimiz viyadüklerin büyük bir kısmı güçlendirildi köprülerdeki riskler önlendi ve kent içindeki yollarda riskler azaltıldı ama onun dışında bir değişiklik yok." Hikayenin kötü tarafı bu. Ben o senaryonun da çok iyimser ele alındığını biliyorum.
Bütün bunların sonucunda esas söylemek istediğim şey, bunun aslında toplumsal zihniyet değişikliği ihtiyacıdır. Bu olmadan ben önümüzdeki 10 yılda da engellerin aşılabileceğini kesinlikle düşünmüyorum. Kendimizi inşaatlardan, betonlardan, yapılardan uzaklaştırmamız lazım biraz daha uzun bir dönemi planlamamız lazım. Çünkü görünen odur ki; küresel iklim değişikliği nedeniyle başka felaketlerle de karşı karşıyayız. Şöyle söyleyeyim 1999 Körfez depreminden sonra gelişen koşullar nedeniyle şu anda daha bilgili, daha bilinçli olsak dahi, 1999'daki durumumuzdan daha büyük riskler var. Hem deprem riski hem de küresel iklim değişikliğinin getireceklerinden dolayı.(GE/ET-DPK)