Ankara’da yaşayanların çok iyi tanıdığı bir müzik grubu Kibele. İlk dinlediğimde ve onları ilk kez sahnede izlediğimde, müzikle kurdukları ilişkideki tevazudan çok etkilenmiştim. Sahne molası verdiklerinde Tuğçe Çolpan’a yaklaşıp “sesin çok etkileyici” dediğimi hatırlıyorum. Yıllar önceydi… Bana gülümseyerek teşekkür etmişti. Gülümseme ve tevazu. İşte Kibele’nin müziğinin mayası başından beri bu. Müzik bunlarla mayalanıyor. Bu da bence müzik etiği.
1998’de üç kişiyle kurulan Kibele şimdi altı kişi. Gruptaki müzisyenler zaman zaman değişmiş ama Kibele müzik yapmaya devam etmiş. Konur Sokak’ta, Kahverengi ’de, Kibele’den üç müzisyenle, bir araya geldik, sohbet ettik. Kibele ne zaman kuruldu, kaç kişiyle başladı, kimler gitti, geriye kimler kaldı?
KİBELE Rezan Bilgin: Kibele’nin kurucusu, solist Mert Kılıç: Kibele’de bağlama çalıyor, solist Tuğçe Çolpan: Kibele’de basgitar çalıyor, solist Mert Baycan: Kibele’de perküsyon çalıyor Ercan Göktürk: Kibele’de keman, kemane çalıyor Ömer Muhammedi: Kibele’de gitar çalıyor |
Rezan Bilgin: “90’lı yılların başında grup Botan diye bir grubumuz vardı. Amatör bir ruhla bir araya gelip oluşturduğumuz bir grup. Bir süre müzik yaptık ve çalışmalarımıza uzunca bir ara verdik. 1998 yılında da Kibele olarak tekrar müzik yapmaya başladık. O günden bugüne kalan tek kişi benim. En eskilerden yine Tuğçe Çolpan var. Mert Kılıç beş yıldır Kibele’de. Bir Ankara grubu olarak başladık, hala da bir Ankara grubuyuz.”
Tuğçe Çolpan da müzik yapmaya Ankara’da başlamış. Üniversite öğrenciliği süresince çeşitli gruplarla Ankara’da çalışmış. En son 2006’da Kibele’ye dâhil olmuş ve basgitar çalmaya da o zaman başlamış.
Mert Kılıç’ın müzik hayatı ise ta lise yıllarında başlamış ve İzmir’de sürdürdüğü konservatuar eğitiminden sonra da Ankara’da yoluna Kibele’nin çıkmasıyla devam etmiş. Beş yıldır grubun bir üyesi olarak müzik hayatı devam ediyor.
Kibele yaptığı müziği yaygınlaştırmayı ve sesini birçok insana duyurmayı önemli buluyor fakat bunu yaptığı müziğin en önemli koşulu olarak önüne koymuyor.
Rezan Bilgin: “Tabi ki müzisyenler için herkese müziğini ulaştırmak çok önemli. Dinleyiciler için en önemli belirleyicilerden biri de ne kadar tanınır olduğunuz. Dolayısıyla tanınır olmak müziğinizin iyi olup olmamasına dair bir kanıt olarak çok önemseniyor. Fakat bizim için bu pek de önemli bir kanıt değil. Kibele’nin kendini var etme biçimi yalnızca yer aldığı sahne değil. Yıllardır 1 Mayıs mitinglerinde, anmalarda, eylemelerde, meydanlarda da varız. Müzikle katkı sunmaya çalışıyoruz. Yalnızca sahne aldığımız mekândan dolayı değil, sokaklarda da var olduğumuz için tanınıyoruz.
Mert Kılıç: “Biz müzik yapmasak da alanlarda olacağız zaten. O meydandaki insanlardanız. Biz de sokakta, meydanda olan insanlar gibi bakıyoruz hayata”.
Müzik yapmalarının yanı sıra Kibele’de yer alan tüm müzisyenler çeşitli işlerde de çalışıyorlar. Bütün bu çalışma temposunun içinde 2009 yılında Bereket isimli albümleri de çıkmış. 2016 bitmeden ikinci albümlerini çıkarmayı planlıyorlar. Birçok dilde şarkı söylemeye devam ediyorlar.
Rezan Bilgin: “Biz farklı dillerde şarkılar söyleyebiliyoruz. Birçok farklı kültürü kucakladığımız için, insanlar da bizi kucaklıyorlar. Bu konuda şanslı bir grubuz. Çünkü grubumuzda Kürt, Türk, Roman, Türkmen, Alevi ve çeşitli halklardan insanlar var. Gönlümüzün yettiğince her dilden, her kültürden türküleri söylüyoruz. Bir şarkıyı, türküyü söylerken bazen önemli olan tek şey insanın gönlü oluyor. Telaffuz, biçim, şive, gırtlak gibi şeylerin önemi kalkıyor ortadan. Ben bir türküyü iyi okuyamayabilirim ama o türküyü kalbimde hissedersem dinleyici için bu da yeterli oluyor”.
Mert Kılıç: “Biz Anadolu’nun müziğini yapmaya çalışıyoruz Anadolu’dan feyz alıyoruz. Ama canlı müzik, bar müziği dediğimizde işler biraz değişiyor. Müziğin icra edilme biçimi, nerede icra edildiği, ne tür önceliklerin gözetildiği, durumu karmaşıklaştırıyor. Dolayısıyla müziğin piyasa değeri öne çıktıkça, insanların müzikal beğenileri ve reaksiyonları da buna göre şekillenebiliyor. Bu biçim bize de dayatılıyor ve müziği karanlığa boğuyor. Biz bunun farkındayız ve müzik yaparken bu karanlığa girmemeye çalışıyoruz”.
Tuğçe Çolpan: “Mesela, ben Kürtçe bilmiyorum. Ama Kürtçe şarkı söylemeyi çok seviyorum. Bu konuda eleştiriliyorum da. Telaffuzumu yeterince iyi bulmayan insanlar oluyor ve bu yüzden bu şarkıları söylememem gerektiğini düşünüyorlar sanırım. Ben gerçekten yüreğimden geldiği için söylüyorum. Eleştiriler beni engellemiyor”.
Türkiye’de yaşayan halklar açısından baktığımızda, birbirlerinin müziğiyle ilişkilenmeye çalışan insanlar sert eleştirilere maruz kalabiliyorlar maalesef. Türk değilsen ama mesela sanat müziği söylüyorsan pek kırılgan oluyor herkes, burun kıvırıyor, gırtlak diyor, yok olmadı, yok yok şivede sorun var, ona şive denmiyor, tınısı mı olmuyor, olmuyor olmuyor! Yaşadım, oradan biliyorum… İşin içine genzimden atamadığım ve üstelik Türkçe alfabede olmayan “q” sesi girince çakma Türk sanat müziğine dönüyor şarkılar, susturuyorlar. Mükemmel olmalı ya her şey. Çok da rastladım kırılgan sesleriyle “x” sesini doğru çıkarabilmek için “h” sesiyle boğuşan Türk arkadaşlarımın can çekişen nefeslerine. Kürtçe şarkılar söylemeye çalışırken azıcık takdir, onay gerekiyor. Kolay mı faşizmin cirit attığı ülkelerde halkların kardeşliği şiarıyla Kürtçe şarkı söylemek. Lazlar, Çerkesler, Araplar, Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Kürtler, Türkler var mı daha saymadığım halklar derken kimse kimseyi beğenmiyor ve öyle bir beğenmeme hali ki, sınırları çok belli. Neyse ki bu ülkede yaşamayan halklara biraz daha tolerans gösterebiliyoruz. Bir alman müzisyen Kürtçe şarkı söylediğinde sempatik, bir Fransız Türkçe şarkı söylediğinde telepatik bulunabiliyor. Çok da sınır konulmuyor. Ve elbette en önemlisi nedir bir müzik parçasını tahrip eden. Telaffuz, ses, vurgu mu yoksa başka bir şey mi? Mert Kılıç bu soruyu yanıtlıyor.
Mert Kılıç: “Kendine özgü yani otantik müzik yapmak oldukça zordur ve bence şu an bunu yapabilen pek kimse yok. Bence kendine has müzik yapan örneğin Muharrem Ertaş vardı. Çünkü çaldığı enstrüman kendine özgüydü, yorumu kendine özgüydü. Abdal müziği yapıyordu ve kendine özgüydü. Kendine özgü müzik üretmek bambaşka bir şey ama bu otantik müzik parçalarının tanınmaz hale getirilmesini meşrulaştırmıyor. Yeniden bir üretim değil bu. Yalnızca biçimin değişmesi. Kibele ise en azından bu kendine özgülüğün iskeletini ayakta tutma çabası içinde. Bir deyiş söylerken o deyişin iskeletini sağlam tutmanız gerekir. O iskeleti de sabote ederseniz o müziği deforme etmiş olursunuz. Bir deyişi arabesk bir müzik parçası haline getirirseniz ne tür kültürel deformasyon mekanizmalarını devreye sokmuş olduğunuzu da düşünmeniz gerekir”.
Tuğçe Çolpan’ın sahnede kaşları çok çatıkmış. Yan masada konuşanlardan biri böyle yorumluyor. Tuğçe Çolpan’ın kaşları çatık görünüyor olabilir elbet ama bağlamı müzik olan bir konuşmada böyle bir ayrıntının ne önemi olabilir, bunu düşünmüştüm Kibele sahnede iken. Kaşları çatık olunca ne oluyor acaba, Tuğçe Çolpan’ın sahnedeyken atması gereken kahkahalar mı var mesela? Tuğçe Çolpan’a sormam gerekti bu durumda. Bir kadın müzisyen olmak, basgitar çalmak fazla mı ilginç, çok mu tuhaf? Kahkaha mı gerek?
“Bana ilginç gelmiyor” diyor ve elbette gülüyoruz hepimiz. Bana da ilginç gelmiyor. Ama konuyu biraz açmamız gerek. Kadın müzisyen olmak, beş erkekle aynı grupta çalışmak karmaşık mı acaba? Ve Tuğçe Çolpan devam ediyor sözlerine:
“Kibele’den önce, yine müzisyen olarak çalıştığım dönemlerde, bir kadın müzisyen olarak tırnak içinde kadınlık ve kadınlığın sahneye taşınması gibi maalesef çarpık ve cinsiyetçi bir tarz bana da dayatılıyordu. Ya da başarılı olduğumda bu başarı nedense hep kadın olmamla ilişkilendiriliyordu. Ayaklarının üzerinde duran bir kadınsan, benlik algın sağlamsa daha fazla yoruyorlar ve eleştiriyorlar maalesef. Benim onların kafasındaki düzene uymam bekleniyordu. Sahne ve kadın ilişkisinin nasıl üretildiğini anlatmama gerek var mı? Neyse ki Kibele’den sonra bu zorlamayla mücadele etmem gerekmedi. Çünkü benim grup arkadaşlarım evet beş erkek ama cinsiyetçi değiller. Dolayısıyla bu benim için önemli bir avantaj. Çalıştığım mekânın da elbette önemi büyük. Türkiye’de zaten kadın olmak çok zor ve Türkiye’de hala “ahlaksızlık” olarak nitelendirilen bir mesleği yapmak daha da zor. Kadınların toplumsal rollerine uygun bulunmuyor müzisyenlik. Dolayısıyla bu rolün dışına çıkan kadınlar elbette birçok sorunla baş başa kalıyorlar. Müzisyen kadınlar hem kendi aileleri tarafından eleştiriliyor hem de aile kurma istekleri olduğunda eleştiriliyorlar. Kibele’deki tüm arkadaşlarım bana sonsuz desteklerini sundular. Bu anlamda oldukça şanslıyım. “
Tuğçe Çolpan’ı sahnede görmeyen bir Ankaralı var mı bilmiyorum. Bir arkadaşım sık sık karşı duruş tamlamasını kullanır. Ben de ondan esinlenerek Tuğçe Çolpan’ın sahnedeki duruşunu anlatmak isterim. Onun duruşu bir karşı duruş.
Rezan Bilgin’in de bu konuda söylemek istedikleri var.
“Aslında erkek müzisyenlerin işi de bu anlamda zor. Hepimiz dik duruyoruz. Öyle olmak zorundayız. Müzisyen olunca ilgi odağı olabiliyorsunuz. Bu ilgiyi yozlaştırmadan göstermek gerekir. Dinleyiciyle olan ilişkiyi biz dengeliyoruz. Bu dengeyi yaratırken müzisyen-dinleyici ilişkisini hırpalamıyoruz. Biz gayet rahatız. Fakat bir denge olması gerekiyor. Yoksa müzik yapamayız. Tuğçe bizim için bir kız kardeş. Ama bunu bir bacı kültürüyle söylemiyorum. Kadınlar arasındaki kız kardeşlik kültüründen bakarak söylüyorum. Tuğçe dostumuz ve elbette hepimiz onun bir kadın müzisyen olarak işinin daha zor olduğunu anlayabiliyoruz. Elbette kolektivist ruhumuz müzikte olduğu kadar birbirimize sunduğumuz destekte de geçerli. Ben Tuğçe’nin yaşayabileceği herhangi bir rahatsızlığı sadece sahneden attığım bir bakışla bile engelleyebiliyorum. Ve dolayısıyla müzisyeni rahatsız edecek kişiler, kadın ya da erkek bir daha içeri alınmıyor”.
Kederi sağaltır, acıyı girdiği oyuktan çıkarır müzik. Bir yıl içinde yaşanan katliamlar, bombalamalar, bodrumlarda yakılan insanlar, sokağa çıkma yasakları ve Ankara’da yaşayanlar için asla unutamayacakları Barış Katliamı. Aylarca süren koyu hüznün ardından, Kibele’nin şarkılarından birini dinlerken, aniden ayağa kalkıp “Yüz kişi öldü, yüz kişi öldü Ankara’da” diyen bir kadını hatırladım. Yanı başımdaydı. Bir filmin en kara sahnesi gibi. Kadın çıktı gitti sonra. Peki, Barış Katliamının ve bunca acının ardından yüzlerce insanla konuşan tanışan Kibele ne gördü, ne duydu, hangi sahnelere tanık oldu acaba kendi sahnesinden?
Tuğçe Çolpan: “Türkiye’de her şey sık sık değişiyor. Değişmeyen tek şey acıların bitmemesi. Süreklilik taşıyan şeyler alıştığımız şeylere dönüşüyor bir süre sonra. Acıya alışıyoruz. Sahnedeyken ağlayan insanları görüyorum. Acı çeken insanları ve mutsuz insanları… Barış Katliamından sonra, kadınlar tuvaletinde ağlayan pek çok kadına rastladım. “O ölmemeliydi, ben ölmeliydim” diyenler vardı. İç hesaplaşmaları bitmeyen insanları görüyorum sık sık ve bizim için de hiç kolay değil. Sık sık gelen bir dinleyiciyi bir sonraki hafta görememe ihtimalimiz oluyor. Bazen en kötü haberleri sahnedeyken alıyoruz. Kayıp haberleri, patlama haberleri biz sahnedeyken geliyor”.
Mert Kılıç: “Mesela Ali Kitapçı bizim dinleyicimizdi. Her hafta gelirdi. En sevdiği şarkı “Nemrudun Kızı”ydı. Sırf onun için söylerdik. Artık bizim de dermanımız kesiliyor. İnsanlar çok mutsuz. Bunu görmemek mümkün değil. Hepimiz acıya alıştık. Birbirimizden beklentimiz değişti. Değişiyoruz ve karanlığa çekiliyoruz”.
Rezan Bilgin: “Şu an Türkiye’nin durumu içler acısı. Her tarafta bombalar patlıyor. Grup olarak biz de şiddetin her türlüsüne karşıyız ve şiddeti lanetliyoruz. Bütün bu olup bitenler müziğe ve sanatın birçok alanına da zarar veriyor. Sanatçıların yaşamla daha kırılgan bir bağları vardır, daha duygusaldırlar. Bu yüzden savaştan etkilenirler. Biz de bu ülkede yaşıyoruz. Bir sürü insan hayatını kaybediyor. Ve onların yakınları yas tutuyor. Biz şarkı söyleyemiyoruz. Birçok zaman eğlenceden uzak tutuyoruz insanları ve açık açık da söylüyoruz. Bir sürü insan ölürken yas tutarken bu kadar acı varken sizi eğlendiremeyiz diyoruz. Bunu açık açık söylüyoruz. Bizim her kapanış dileğimiz bu ülkede bir an evvel barışın sağlanması üzerine. Yaşamın her alanında barışı telaffuz etmemiz gerekir. Kibele’nin en büyük isteği barışın bir an önce sağlanması”.
Gelelim darbe girişiminin olduğu geceye. Darbe girişimi Kibele’nin sahne aldığı bir cuma gecesi olunca sormak gerek, neler yaşadınız diye. Ankara’da patlayan bombalar, korkunç uçak sesleri… Kibele ne yaptı acaba? Uzun uzun dinleyebilirim… Bu konuda üstün bir duygudaşlık yeteneğim var, çünkü savaşın etkileri konusunda epey fikrim var. Nedeni çok açık, bir Kürt bomba ve uçak seslerini çok iyi bilir. Sadece Kürtler mi bilir. Tabii ki hayır. Ama en çok Kürtler bilir bu ülkede.
Rezan Bilgin: “O gece uzun zamandan beri ilk kez bu kadar kalabalık vardı. Her şey yolundaydı. Biz şarkılarımızı söylüyorduk. Sesler gelmeye başladı ama biz bir türlü anlayamadık ne olduğunu. Bir anda herkes telefonlarına bakmaya başlayınca bir tuhaflık olduğunu anladık. Sonra bize darbe oluyor dediler ve biz hala durumu algılamış değildik. İnsanların bir kısmı gitti ama büyük bir çoğunluk kalmaya devam etti. Patlama sesleri de gelince biz programı sonlandırma kararı verdik ve elbette biliyoruz ki darbeler hayatı sonlandırır. Şarkılarımızın türkülerimizin de sonu olacaktı. Çünkü hayatı yaşamak yasaklanacaktı. Madem yasaklar gelecek, son kez bir şarkı söyleyelim dedik ve son şarkılarımızı söylüyoruz dedik sahneden. Son iki şarkı söyledik ve ayrıldık”
Sohbetimiz biterken Mehmet Özer geçiyor Konur sokaktan. Kibele’yle selamlaşıyor ve Kibele için birkaç cümle kuruyor:
“Tam 38 yıldır Ankara’dayım. Bu sokak bütün adımlarımı tanır. Ben bu şehrin bütün seslerini tanırım. O kadar çok şarkı dinledim, o kadar çok grup gördüm ki. Birkaç tanesi var ki; hayatımda izi vardır. Onlardan biri Kibele’dir”.
Sohbetimiz biterken son sözü Rezan Bilgin söylüyor Kibele adına:
“Ülkedeki bu kaosun bitmesini diliyoruz. Umarım bir gün her yerde özgürce türkülerimizi, şarkılarımızı söyleyebiliriz. Biz bu umudu taşımaya ve müzik aracılığıyla Barışın bir an önce gelmesi için katkı sunmaya devam edeceğiz”. (DÖ/ÇT)