Bu konuda bakanlığın yürüttüğü çalışmalar özel sağlık kuruluşlarında yıllarca bu konuda sürdürülen çabaların ışığında gerçekleştirildi. Bu işle uğraşanların bir bölümü de daha önce oralarda çalışmış ve sonradan olmuş "bürokrat"lardı. Kuşkusuz içlerinde bu alana gönül vermiş, doğrudan partili olmayan bazı insanlar, uzmanlar, hak savunucuları da vardı.
AKP iktidarı, sağlıkçıların, üstelik de örgütleriyle birlikte kendilerine yaptıkları muhalefete karşı da "hasta hakları"ndan yararlanmaları bu politikanın önemli unsurlarından birisiydi.
Ama asıl hedefleri "hasta hakları" kavramından iki boyutta yararlanmaktı. Bu bir anlamda bu kavramın içeriğini boşaltmak olsa da bunu yapmaktan çekinmediler.
Bu boyutlardan ilki, hastaların ve yakınlarının bireysel mağduriyetleri konusunda kurum içlerinde bir "şikayet birimleri oluşturmak" ve bu birime şikayet edilen "muhaliflerinin canına okumak", en azından bu olanağı onların üzerinde "Demokles'in kılıcı" gibi sallanır vaziyette tutmaktı.
İkinci boyutu ise "hastaların ağzına bir parmak bal çalarak" onların kendileri için -aslında sistemin kârlılığı" için ne kadar elzem olduklarını göstermekti.
* * *
İktidar sahip olduğu çoğunluğa karşın istediği yasaları, tam olarak yapamıyor ya da uygulayamıyordu. Çıkardıkları yönetmelikler de istedikleri gibi olmuyor, çoğunlukla Danıştay'dan dönüyordu.
Kolay bir yol buldular: Aslında bir tür "talimat" yazarak adına "yönerge" dediler ve bunlarla sistemi yönetmeye başladılar.
"Yönerge" olgusunun sistemli olarak kullanıldığı belki de en önemli alan "hasta hakları" konusuydu. Yönerge bir bürokratın imzasıyla yayınlanıp her yerde "yürürlüğe" girebiliyor, istenildiği anda, istenilen değişiklikleri yapma açısından idareye büyük olanaklar sağlanıyordu.
Ayrıca hukuki sorumluluğu da ancak uygulamadan doğan bir itiraz olursa söz konusu oluyor. O itirazlar da genellikle "uygulayıcılara yönelik" olduğu için sistem bundan etkilenmiyordu. Model oluşturuldu ve uygulamaya konuldu.
* * *
Öncelikle hasta haklarının ilk iki maddesi kavram olarak belirsizleştirildi: Bunlar "etkin bir sağlık hizmetine ulaşma ve yararlanma hakkı" ile "bağımsız karar verebilen ve mesleğini özgürce uygulayan bir hekimden ve sağlık ekibinden hizmet alma hakkı"ydı.
Bu iki konunun "sistem"le ilgili dolayısıyla "değişim-dönüşüm" gerçekleşince karşılığını bulabilecek haklar olduğu, hem hizmetten yararlananlara, hem de hizmeti verenlerle, hasta hakları konusuyla uğraşacak olanlara gerekli sınır çizildi.
Onlar yalnız "sağlık kurumu içinde olan konularla" uğraşacaklardı. Ama burada da bir sınırlama söz konusuydu. Çalışma konuları "şikayet edilen konular" çerçevesinde belirlenecek, sistemin yanlış işleyen, eksik olan yanlarına sorun ortaya çıkmadığı sürece dokunulmayacaktı.
Diğer yandan "aydınlatma-bilgilenme" gibi hakların en önemli başlıklarından birisi de sistemin zorunlulukları nedeniyle göz ardı edilebilecek, hasta ya da hasta yakını bu bilince erişip de bu konuda herhangi bir talepte bulunana kadar her şey eskisi gibi yapılabilecekti.
Başvuru ve şikayet hakkı konusunda yapılacak olanlar da bilinçli bir şekilde "iç disiplin soruşturması hazırlığı" şeklinde sürecek bir modele bağlanmıştı. Mağdurların bu bağlamdaki haklarını "adli ya da mesleki" mekanizmaları kullanarak da arayabilecekleri gerçeği, gerekmedikçe ve talep olmadıkça gündeme getirilmeyecekti.
* * *
Öne çıkarılan ve uygulanan bazı kavramlar da vardı kuşkusuz. Bunların arasında "hekim seçme hakkı" gerçekleştirilmek istenen değişime de uygun bir ortam sağladığı için, "manavdan karpuz kavun seçmekten bile daha basit hale getirilen örnekler" yaratıldı. Burada "absürde" varan uygulamalar ve "akıl dışı uygulamalar" sergilendi, reklamları yapıldı.
Bir başka önemli nokta bu konunun sağlık personeline ve topluma anlatılması için yapılan "eğitim"lerdi.
Tümüyle bir "direktif verme" niteliğindeki eğitimler sırasında, eğitilenlerin aklına gelen bazı aykırı soruların sorulması bile yasaklandı. Ama sayı çok önemliydi.
Bu eğitimlere "kağıt üzerinde" katılan insan sayısının çokluğu en büyük propaganda araçlarından ve tabii bu amaçla yapılan harcamalar da "rant kaynaklarından" birisini oluşturdu.
* * *
Tüm sağlık kurumlarında büyüklük ve kapsama alanlarına göre "hasta hakları birimleri" kuruldu. Adı böyle konulmuştu, çünkü bu konuda yayınlanan 1998 tarihli yönetmelik bunu emrediyordu. Ama bu birimlerin içeriği ve uygulaması yönetmelikten farklıydı.
Söz konusu birimler idarenin iki işine yaradı: Bunlardan birincisi artık hasta ve yakınlardan gelen şikayetlerle kurum yöneticileri ilgilenmiyordu. Bu birimde görevlendirilen kişi bu şikayetleri alıyor ve kişilerle onlar muhatap oluyorlardı. Eskiye oranla bu uygulama idareciler açısından ciddi bir rahatlık sağladı.
Artık kapılarında bağıran çağıran, hakkını arayan mağdurlar yoktu. Hastane, poliklinik kapılarında da bu tür bağırış çağırış azalmıştı, çünkü sorunu olanlara bu adres gösteriliyor, orada çalışan görevliler de "sorun büyümesin" diye kendi inisiyatif , ilişkileri ve kişisel becerileriyle sorunları "sempatik" yollardan çözmeye çalışıyorlardı.
Bu tür çözümlenmiş sorunların gösterilmesi de hizmetin "kalitesi"nin ve "talebe verilen yanıt"ın göstergesi sayılıyordu.
İkinci yarar, bazı "personelin istihdamı" açısından sağladığı iki yönlü avantajlardı. Sorunlu kurumlarda bu birimlere "sorunlu personel" görevlendiriliyor ve her türlü sorun onun sorunu haline getirilerek idare hem sorundan, hem de personelden kurtulmuş oluyordu.
Herhangi bir sorunun olmadığı kurumlar açısından ise bu görevler "başhekimle neredeyse eşit hak ve olanaklara sahip" kayrılmış personelin istihdam alanları haline getirilmişti. Onlar nöbet tutmuyor, sık sık toplantılara giderek işyerlerinden uzaklaşabiliyor, bunun için çeşitli olanaklardan yararlanabiliyorlardı.
* * *
Herhangi bir şikayet durumunda bu birimlerin görevi konuyu incelemekle görevli "hasta hakları kurulları" oluşturmaktı.
Bu kurullarda şikayet edilen hizmet biriminin görevli yetkilileri dışında "sivil" kişiler de bulunabilmesine olanak tanınmıştı. Şikayette bulunan kişinin varsa bir "avukatı" bu birimde yer alabiliyordu. Ayrıca kurumda çalışan personelin örgütlü bulunduğu sendikanın görevlendireceği bir kişi de bu kurulda yer alabiliyordu.
Hazırlanan "yönerge"ye göre kurula bir de "hasta hakları örgütlerinin temsilcileri" katılabilecekti. Eğer o yerde hasta haklarıyla ilgili bir örgüt yoksa, tüketici ya da insan haklarıyla ilgili örgütlerden, veya il insan hakları kurulunun önerisiyle doğrudan bazı kişiler, hasta, hizmet alan tarafını oluşturmak üzere bu kurulda yer alabilecekti.
Ancak bu kişilerin atanması ve atandıktan sonra yükümlendikleri "hak ve ödevler" bu sivil kişileri "devletin ajanı" durumuna getiriyordu.
Bununla bile yetinmeyen idarenin bu konuda da iki uygulama içinde olduğu gözlendi. Bunlardan birisi "kendilerine aykırı olmayan, muhalefet etmeyecek kişilere" çeşitli hasta hakları dernekleri kurdurmaktı. Yalnız "dernekler il müdürlükleri"nin bildiği, onlar dışında kimsenin bilmediği "hasta hakları koruma" dernekleri kurulduğunu, bilgi edinme hakkı çerçevesinde il dernekler müdürlüğünden öğrendik.
İkinci yöntem ise varsa hasta hakları, yoksa "tüketici" ya da "insan hakları" alanında çalışan ve "iktidara yakın" örgütlerden temsilci göndermeleri istemekti.
Örneğin İstanbul'da bu amaçla kurulan 50'ye yakın "Hasta Hakları Kurulu"nun bu anlamdaki temsilcileri "Hasta Hakları Koruma Derneği", "Tüketiciler Derneği" ve "Mazlumder İstanbul Şubesi" arasında paylaştırıldı. Oysa Türkiye'nin en eski ve en etkin "Hasta ve Hasta Yakını Hakları Derneği" İstanbul'da bulunuyor.
Bu kurullarla ilgili bir önemli nokta da yaptığı çalışmalara ilişkin bilgilerin kamuoyuyla paylaşılması konusundaydı. Bakanlığın bu amaçla oluşturduğu, akla geldikçe güncellenen ve bir çok yanlış bilgiye de yer verilen bir "web sitesi" bulunuyor.
Bu sitede yer alan bilgilerin yalnız bazı yayın organlarıyla paylaşılması, hatta ilk önce onlara iletilmesi, sistemin nasıl işlediğini gösteren ilginç örnekler arasındaydı.(MS/EÜ)
* Sürecek.