Geçtiğimiz ayın meyvesidir. Ama başından anlatmalı. Adalet Bakanlığımız, hâkim ve savcılara yönelik İstanbul Protokolü eğitimi verilmesi için hazırlanan projeyi gerekçesiz olarak iptal etmişti. Lakin, olmazsa olmaz, Avrupa Birliği dayattı, iptal geçersiz kılındı.
İstanbul Protokolü, işkence ve kötü muamelenin soruşturması ve dokümantasyonu amacıyla oluşturulmuş ilk uluslararası tüzük veya kılavuzdur. Birleşmiş Milletler belgesi olarak kabul edilen 'İstanbul Protokolü'nün ilk baskısı 2001'in ocak ayında gerçekleştirildi. Adalet Bakanlığı, hâkim ve savcılara işkence konusunda eğitim verilmesini istemiyor. Neden, bilinmez. Ve bu noktada şanlı Türk direnişinin muhteşem örneklerinden birine tanık oluyoruz: Madem bu eğitim projesinden vazgeçilmeyecek, öyleyse koordinatör olarak uygun biri atanıyor. Nur Birgen. Hatırlayalım mı?
1995 yılında YDH İstanbul İl Binası'na polis baskını yapılır. Gözaltındaki sanıklar, mahkemeye çıkmadan önce 18 Temmuz günü adli raporları alınması için Beyoğlu Adli Tıp Şube Müdürlüğü'ne getirilir. Adli Tıp uzmanı Nur Birgen, yedi sanık hakkında düzenlediği kati raporda, 'vücutlarında halen darp cebir izi bulunmadığını' bildirir.
Oysa sanıklar gözaltına alındıkları 13 Temmuz günü çeşitli uzmanlarca muayene edilip vücutlarında yaygın darp ve cebir izleri saptanmış, rapor edilmiştir. 19 Temmuz'da da sanıklar bu kez İstanbul DGM Adli Tıp Şube Müdürlüğü'nden bir başka uzman tarafından muayene edilir. Sonuç, ilk aldıkları raporun aynıdır: Yaygın darp cebir izleri. Sanık avukatları Nur Birgen'i İstanbul Tabip Odası'na şikâyet eder. İddia, 'İşkenceyi gizlemek amacıyla gerçeğe aykırı rapor düzenlemek' tir. Tabip Odası Onur Kurulu, soruşturma sonucu Dr. Nur Bilgen'in "şahısların muayenesi ve rapor yazımında kusurlu olduğu ve travmatik lezyonlara sebebiyet verenleri koruduğu" sonucuna vararak altı ay meslekten men cezasına oybirliğiyle karar verir. Bilgen'in kurula ve çeşitli mahkemelere yaptığı itirazlar reddedilir. Men kararı kesinleşir. Adalet Bakanlığı kararın uygulanmasına direnir ve gerçeğe aykırı rapor hazırladığı kanıtlanmış olan Dr. Nur Bilgen, Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulu Başkanlığı'na terfi ettirilerek ödüllendirilir. Hükümetler değişse de işkenceci sırtı sıvazlayan doktorun görevi bir türlü değiştirilemez.
Şimdi de işkencecilerle işbirliği sabit görüldüğü için meslekten men edilmiş olan Dr. Nur Birgen, savcı ve hâkimlere verilecek olan işkence konusundaki eğitimin başına getiriliyor. Burada mizahi bir yaklaşım varsa, bu toplumun gülecek hali kalmamıştır. Birgen'in koordinatör olarak atanması üzerine Türk Tabipleri Birliği, Adli Tıp Uzmanları Derneği ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı, çalışmadan çekildi. Yaptıkları açıklamada Nur Birgen'in, Uluslararası Af Örgütü, Human Rights Watch ve Birleşmiş Milletler raporlarında işkence karşısında kötü hekim tutumlarına örnek olarak gösterildiğini belirttiler. Dünyanın gözünde ibretlik olmuş bir hekim bir kez daha, burada, aramızdan birileri tarafından baştacı ediliyor.
Nur Birgen ve Adalet Bakanlığı, bu hikâyenin vatanseverleri.
Türk Tabipleri Birliği, Adli Tıp Uzmanlar Derneği ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı ise, hainleri.
Bu arada bir başka yerde...
Gene geçen ayın son olaylarından: Kartal 3. Asliye Ceza Mahkemesi, İHD İstanbul Şube Başkanı Eren Keskin'i, Almanya'da yaptığı bir konuşmada eleştiri sınırını aştığı için yeni Türk Ceza Kanunu'nun 301. maddesi uyarınca 10 ay hapse mahkûm etti. Savcı iddianamelerine daha dikkat eder olduk ya, şu mahkeme kararını da bir üşenmeden okuyup diline dikkat etsek. "Ülkenin içinde bulunduğu bu ortamda söylenen sözler, eleştiri sınırını aşan, aşağılamaya yönelik bir davranış olup, düşünce açıklaması ve ifade özgürlüğü içinde kabul edilemez. Bu sözlerin suç oluşturmayacağını düşünmek mümkün değildir. Özellikle son dönemlerde AB ve AİHM kararlarını güvence görerek ifade özgürlüğü altında ülkenin güzide kurumlarına saldırmak suretiyle bu şekilde yıpratma hareketinin aksi takdirde devamını önlemek mümkün değildir. Özellikle bu kurumlara yapılan aşağılama, saldırılar sonucu Avrupa'da dağıtılan ödüllere aday olmayı hedefleyenlerin, eleştiri sınırlarını aştıklarını kendileri de bilmek zorunda olup, bu açıdan eylemin neticesi olarak da cezaya katlanmaları gerekir." Ne kadar hukuki, ne kadar tarafsız, ne kadar soğukkanlı bir dil, değil mi? Meğer AB ile AİHM'ye de güvenmemeliymişiz.
Eren Keskin, 'Bu oyunda yer almayacağım' diyerek cezasını para olarak ödemeyeceğini ve 10 ay hapis yatacağını açıkladı. Suçunu hatırlatalım. 2002 Martı'nda Almanya, Köln'de düzenlenen kadınlarla ilgili bir panelde, askerlerin kadınlara cinsel taciz ve saldırı uyguladığı, ordunun ticarete girdiği yönündeki sözleri karşısında itidalini yitiren çok insan oldu. Hatırlayalım:
Fatih Altaylı 18 Mart 2002 günü Radyo D'deki 'Bâbıali Yokuşu' adlı haber programında, kamuoyu nezdinde küçük görülmeyeceğini, lanetlenmeyeceğini, hele hele sırtının tapışlanacağını bilmenin verdiği rahatlıkla o gün esip gürledi:
"Aslında bu kadınları ciddiye almamak lazım..." diye haykırdı. "Almanya'nın Köln kentinde bir toplantıda konuşan İnsan Hakları Derneği İstanbul Şube Başkanı avukat Eren Keskin, Türkiye'de askerler kadınlara cinsel taciz uyguluyor, sadece işkence olsun diye evli kadınlara bile bekâret testi yaptırıyor diye iftirada bulunmuş... Ben bu Eren Keskin'i ilk gördüğüm yerde cinsel tacizde bulunmazsam, namerdim... Yaa... olacak şey değil yaa... Yani Türkiye'yle ilgili söylesen, Türkiye'de yeteri kadar sorun var zaten, abartmanın ne âlemi var. Palavranın ne âlemi var. Herhalde şunu demek istiyor. Eren Keskin, bana niye cinsel tacizde bulunmuyorsunuz demek istiyor. Manyak mıdır nedir?"
Hayır, hayır. Ağzından kaçmamıştı. Büyük gazeteci, ne dediğini iyi biliyordu. Aynı gün bilgisayarının önüne geçmiş, şunları kaleme almıştı: "...Fransızların bu tip insanlara ilişkin çok güzel bir lafı vardır ama... Eren Keskin için bu lafı kullanmak çok istemem. Mal... bilmem ne derler, ama söylemeyeyim. (Frankofon da olduğu anlaşılan yiğit yazarımız 'baise'sini yazamamış, bilenlere göz kırpıyor) onlar böyle saldıracak yer ararlar, bu tipler. Eren Keskin de galiba öyle... Eren Keskin geldiğinde bir taciz alacağı var diye düşünüyorum ona.. etmiyorduk ama edelim demek lazım hakikaten. Belki de istediği, kendisinin de o."
O zamanlar en büyük gazetenin en büyük yazarlarından olan beyefendinin kariyeri böylesi bir taşkınlık sonucu sarsılmayacaktı elbet. Sarsıldı mı?
Kendisini bile isteye zulmün her türlüsünün menziline yerleştirmiş, hayatını insan hakları mücadelesine adamış olan Eren Keskin değerli basınımız için nasılsa kolay gözden çıkarılabilir, onuru kolay çiğnenebilir bir vatandaştı. Hatta kendisine sözde vatandaş demenin mümkün olduğunu da biliyoruz. Dolayısıyla kimi kadın kuruluşlarının çıkardığı gürültüye rağmen basınımız Altaylı'yı incitecek bir tavra girmeyi reddetti.
Eren Keskin, Fatih Altaylı'ya manevi tazminat davası açtı. Yargıtay davayı onadı. Ancak ilamın altında 'şaşırtıcı' bir 'Karşı Oy Yazısı' var. Üyelerden ikisinin imzasıyla: "Davacı Avukat bir kişidir. Konuşmalarında gerekli dikkat ve özeni göstermesi gerekir. Türk kamuoyunun Asker konusunda çok hassas olduğunu da bilmesi gerekir. Davacı bu konuşması nedeniyle dava konusu programda eleştirilmiştir. Eleştiri ağır da olsa davacı katlanmak zorundadır, zira bu konuşmaya kendi ağır kusuru ile sebep olmuştur. Şu durumda yayın hukuka aykırı değildir." İki hukukçumuz, Türkiye'de askere, pardon Askere eleştiri getiren, onun saygınlığına halel getirebilecek konuları deşen herkesin tecavüzü, tehdidi, hakareti hak ettiğini, başına geleceklere KATLANMASI icap ettiğini belirtiyordu.
Genelkurmay, Fatih Altaylı, mahkeme heyeti bu hikâyenin vatanseverleri.
Eren Keskin ise haini.
Bu arada, onlarca yıl sürmüş iç savaşın yeniden körüklendiği günlerde, gençler arasında şiddetin patlak vermesini şaşkınlıkla karşılıyoruz. Sahtekâr mıyız neyiz? (YT/TK)