Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriyeliler’in vatandaşlığa alınmasıyla ilgili çalışmalar yapıldığı yönündeki açıklamasından sonra karşı kesim “Ülkemde Suriyeli İstemiyorum” ya da en son “Suriyeliler Gitsin” hashtagleri altında birleşti. Sözü fazla uzatmadan bazı argüman ve kabullere değinmeye çalışacağım. Sanırım bu noktada kafaları karıştıran “vatandaşlık” meselesinden başlamak doğru olacaktır.
İsteyen Suriyeliler Türkiye vatandaşı olabilecek mi?
Şu an için bu mümkün değil. Türk Vatandaşlığı Kanunu’nda gerekli kriterler açıklanmış:
Kendi milli kanununa, vatansız ise Türk kanunlarına göre ergin ve ayırt etme gücüne sahip olmak,
Başvuru tarihinden geriye doğru Türkiye’de kesintisiz beş yıl ikamet etmek,
Türkiye’de yerleşmeye karar verdiğini davranışları ile teyit etmek,
Genel sağlık bakımından tehlike teşkil eden bir hastalığı bulunmamak,
İyi ahlak sahibi olmak,
Yeteri kadar Türkçe konuşabilmek,
Türkiye’de kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin geçimini sağlayacak gelire veya mesleğe sahip olmak,
Milli güvenlik ve kamu düzeni bakımından engel teşkil edecek bir hali bulunmamak.
Bunlardan özellikle 2. Madde önemli. Çünkü Türkiye’nin gelen Suriyelilere verdiği “geçici kimlik kartları” ikamet yerine geçmiyor. 2011’de savaştan sonra ilk gelen Suriyelileri düşündüğümüzde de bu nedenden ötürü vatandaş olabilmeleri mümkün değil.
Mevcut yasal çerçevede geriye tek ihtimal kalıyor; Bakanlar Kurulu kararı ile vatandaşlığa almak. Ki ülkemizde yaşayan Suriyeliler’in sayısının yaklaşık 3 milyon olduğunu göz önünde bulundurursak bu seçenek de mümkün değil. Bu tür uygulamanın senede üç beş kez ancak yapıldığı ve futbolcular, atletler gibi çok sınırlı bir kesimi kapsadığı görülür.
3 milyon insandan bahsederken vatandaşlık konusu gece herkes uyurken meclisten geçirilecek bir yasayla halledilebilecek bir konu değil.
Bu söylem bir manipülasyon ustası olan Recep Tayyip Erdoğan’ın yönetilmekten çıkan ülkeyi bir yönetme biçimi olabilir ancak.
"Vatandaşlık Suriyelilerin önceliği mi?"
Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin yüzde 10 ila yüzde 12 oranındaki bir kesimi kamplarda yaşıyor. Geri kalan yüzde 88-90’lık kesimi ise başta Şanlıurfa (399.481), İstanbul (391.698), Hatay (386.313) ve Gaziantep (324.827) olmak üzere çeşitli şehirlere dağılmış durumda.
Hem kampta yaşayanların hem de şehirlerin çoğunlukla “getto” tabir edebileceğimiz kısımlarında yaşayanların temel sorunu vatandaşlık değil. Çünkü bu insanların çoğu Türkiye’den Avrupa’ya geçmeye çalışıyor. Bunu ne kadar istediklerini Ege Denizi’nde yaşanan bot facialarından görebiliriz.
Burada kalanların vatandaşlıktan önce barınma, yiyecek, sağlık, eğitim gibi hayati sorunları var. Diyebiliriz ki tamamı eğitime ulaşım imkanından uzakta, sağlıksız koşullarda yaşıyorlar. Bunların dışında ayrımcılık, ötekileştirilme, nefret, psikolojik, fiziksel şiddet ve ırkçılığın türlü şekillerine maruz kalıyorlar.
Konu ile ilgili çalışmalar yapan derneklerin bir çoğu bu şartların iyileştirilmesi ve sığınmacı/mülteci politikalarının uygulanması için çaba sarf ediyorlar.
"Suriyelilerin Türkiye’deki hukuki statüsü"
Suriyeliler mülteci statüsüne sahip değiller. Çünkü 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi‘nin tüm maddeleri Türkiye tarafından imzalanmış değil. “Coğrafi sınırlama şartı” var. Türkiye Cumhuriyeti sadece Avrupa’dan gelenleri “mülteci” statüsünde kabul ediyor. Bir kişi eğer Fransa’dan, Makedonya’dan, İtalya’dan, Almanya’dan geliyorsa evet mülteci statüsü kazanabilir. Ancak Avrupa dışından gelenlerin (burada Suriyeliler) böyle bir mültecilik statüsü yok.
Şu andaki hukuki olarak “geçici koruma” adı altında bir “sığınmacı” statüsündeler.
O yüzden şu an vatandaşlık konusundan önce mülteci statüsü konusu daha öncelikli ve hayati bir noktada.
"Suriyeliler Türkiye vatandaşı olmalı mı?"
Yukarıda yazdığım gibi aslında bu bir öncelikli sorun değil. Öncelikli konu mülteci statüsü kazanmaları ve temel bazı sorunları giderecek mülteci politikaları.
Vatandaşlık alıp almaları (veya verip vermeme) tartışmalı bir konu ve güncele dair değil. Bununla birlikte kendilerini komünist, sosyalist ya da genel olarak sol’da tanımlayan arkadaşlara şu hatırlatmayı yapmakta fayda görüyorum.
1918 Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti Anayasası’nın 20 ve 21. maddeleri şöyle:
Madde 20: Tüm ulusların işçilerinin dayanışmasının sonucu olarak Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti, Rusya Cumhuriyeti’nin topraklarında yaşayan, çalışan ve işçi sınıfına mensup olan yabancılara Rus vatandaşların tüm siyasi haklarını verir. Ayrıca Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti yerel Sovyetlerin bu gibi yabancılara karmaşık formaliteler olmaksızın yurttaşlık verme hakkını tanır.
Madde 21: Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti siyasi ya da dini zulüm nedeniyle sığınma talep eden tüm yabancılara barınma (sığınma, iltica) imkânı sunar.
"Ama vatandaş olurlarsa AKP’ye oy verecekler!"
Bir kişinin vatandaşlığa alınıp alınmaması konusunda ileride hangi partiye oy vereceği bir kriter değildir. Vatandaş olmak o ülkedeki diğer tüm vatandaşlarla eşit şekilde bazı temel haklara sahip olmak demektir. Fikir ve vicdan özgürlüğü, seçme ve seçilme hakkı…gibi.
Suriyeliler hakkında totalci bir yaklaşımla “şu partiye oy verecek” şeklinde bir ön kabul temel insan haklarına aykırı bir tavırdır. Savaştan kaçan insanlar seçimlere, oy sandıklarına alet edilmemelidir. İster kendine oy deposu olarak gören iktidar olsun, isterse kendisine oy vermeyecek diye düşünen muhalefet… Bu en hafif deyimle insanlık dışı bir yaklaşımdır.
Bununla birlikte şunun da altı çizilmelidir ki Avrupa’da yaşayan “yabancılar” ağırlıklı olarak sol partilere oy verirler. Çünkü sol’dur kendi haklarını korumak için politikalar geliştiren…
Türkiye sol’u eğer Suriyelilerin AKP veya diğer sağ partilere oy vereceğini düşünüyorsa; burada onları değil, şu anda Türkiye’de en çok ezilen kesimlerden biri olan Suriyelilere “sahip” çıkamadığı için kendini suçlamalıdır. Ve yol yakınken bu konuda politikalar üretmeye başlamalıdır. Çünkü ne yazık ki ne AKP’nin ne de sol partilerin Suriyelilere yönelik en ufak bir politikası bile yoktur.
"Suriyeliler vatanını bırakıp kaçmış insanlar! Bize ne hayırları olacak?"
The UN Refugee Agency’nin Kasım 2015 verilerine göre Türkiye’deki Suriyeli sığınmacıların yüzde 49.2’si kadın, yüzde 50.8’i erkek… Toplamda gelen Suriyelilerin yüzde 54.2’si 0-17 yaş aralığında. Yani çocuk… Bu sayıya kadınları ve yaşlıları da eklersek eğer neredeyse yüzde 80-85’i çocuk, kadın ve yaşlılardan oluşuyor.
Kaynak: unhcr.org [Büyütmek için tabloya tıklayın]
Çocukları, kadınları, yaşlıları savaşmamakla suçlamak ne derece insani?
Ayrıca yaklaşık yüzde 15-20’lik yetişkin erkeği düşünsek bile; bir insanı savaşmamakla suçlamak ne derece vicdani?
Bazı insanlar savaşmayı tercih edebileceği gibi, bazı insanlar bunu tercih etmeyebilirler. Bu tercihin nedeni eşini, çocuğunu, annesini, annesini,babasını, kardeşlerini bırakmak istememek olabileceği gibi “ölümden, savaşmaktan korkmak” da olabilir.
Sınırdan ülkeye giriş yapanlar elbette bazı prosedürlerden geçirilebilir. Sağlık taramasından, yaş, cinsiyet, meslek gibi bazı sorulardan…vs. Ancak hiçbir şekilde “Neden savaşmıyorsun” gibi bir elemeden geçirilemez.
Gezi’de gaz bombasından kaçmak ne derece insaniyse, tanktan, toptan, tüfekten, IŞİD vahşetinden kaçmak da o derece hatta kat be kat insani bir durumdur. Bu durumu yargılamak kimin hakkı ve haddi olabilir ki?
Ki tekrar etmekte fayda var, gelenlerin yüzde 80-85’i çocuk, kadın ve yaşlılardan oluşuyor…
"Tamam iyi diyosun da bu Suriyelilerin arasında cihatçılar da var!"
Özür dileyerek yukarıdaki sayıları tekrar edeceğim. Gelen Suriyelilerin yüzde 80-85’i çocuk, kadın ve yaşlılardan oluşuyor…
Geri kalanların bir kısmı savaşmayı tercih etmeyenler, “kaçanlar”, eşini, çocuğunu, annesini, babasını yani ailesini bırakmak istemeyenler…vs.
Elbette Suriyelilerin arasına karışıp gelen cihatçılar da var. Hatta bir kısmı sınır bölgelerinde mesai yapar gibi Suriye’ye gidip savaşan, sonra dönen kimseler. Bazıları canlı bomba olarak her an bir yerde patlayabilirler.
Ama bunların sayısı kaç? 500? 1.000? 5.000?
yüzde 80-85’i çocuklardan, kadınlardan, yaşlılardan oluşan (bu rakamların içimize işlemesi için ısrarla tekrar ediyorum) Suriyeli’den bahsediyoruz.
Aralarına karışmış vicdansız, insanlıktan nasibini almamış bir grup için komple Suriyeliler’e karşı söylem geliştirmenin neresi insani? Neresi vicdani?
Gerçekçi olalım. Suriyelilerin arasına karışıp gelen cihatçı sayısından çok çok daha fazlası bu ülkede yaşıyor. Elinden gelse canlı bomba olup bizi meydanlarda katledecek, ya da sıkıştırdığı binada yakacak yığınla insan var bu ülkede.
Azınlığı temsil eden o cihatçılar yüzünden yüzbinlerce insana karşı nefret üretmek olsa olsa ırkçılıktır!
"Suriyeliler gelişi ekonomimizi kötü etkileyecek?"
Hayır tam tersi. ABD merkezli kredi derecelendirme kuruluşu Standard and Poor’s (S&P) Mayıs ayında Türkiye’nin yabancı para cinsinden kredi notunu “BB+”, yerel para cinsinden kredi notunu “BBB-” olarak teyit ederek ve not görünümünü “negatif”ten “durağan”a yükseltmişti.
S&P yaptığı açıklamada Suriyeli mültecilerin Türkiye ekonomisini büyüttüğünü de belirtti.
Her ne kadar ekonomiyi büyüttüğünü belirtse de, bu rapor bizler için belirleyici değildir elbette. Olmamalıdır.
“İltica etme hakkı” gelenlerin ekonomiye olacak olumlu/olumsuz etkisi üzerinden değerlendirilemez. Bu bir insan hakkıdır. İnsan hakkı bu tür konulardan muaftır.
Yapılması gereken şey mültecilerin ekonomi üzerinde yaratacakları etkileri de göz önünde bulundurup ona göre politikalar geliştirmektir.
"Tamam kısa vadede ekonomi büyüyebilir ama uzun vadede kötüye gidişin nedeni olacaklar?"
Ne dünyadaki ne de Türkiye’deki gelir adaletsizliğinin, işsizliğin, kötü ekonominin nedeni Suriyeliler değil. Bu önceden de böyle değildi, bundan sonra da böyle olmayacak.
Gelir adaletsizliğin, işsizliğin, ekonominin mevcut durumunun sorumlusu Suriyeliler değil, evdeki paraları sıfırlamak için saatlerini harcayanlar, ayakkabı kutusu sahipleri, İsviçre’de ya da Panama’daki off-shore hesaplarında milyonlarca doları olanlardır. İşsizliğin nedeni Suriyeliler değil, bankalar, patronlar, bu ülkeyi yönetenler ve onların talanı, hırsızlığı, sömürüyü esas alan politikalarıdır.
Asıl mücadele etmemiz gereken Suriyeliler değil bu sistemin ve bu sistemin Türkiye’deki uygulayıcısı, temsilcisi konumunda olan hükümetin ta kendisidir.
Suriyeliler sisteme karşı bu savaşta omuz omuza vermemiz gereken, solcu arkadaşların seveceği şekilde “sınıf kardeşlerimiz”dir…
Madem fayda-zarar yönünden bakmak hoşumuza gidiyor; denebilir ki onların gelişi aslında gücümüze güç katmıştır. Yeter ki onlarla dayanışıp el ele verebilelim.
"'Ülkemde Suriyeli istemiyorum' demek düşünce özgürlüğü müdür?"
Ben bazı kelimeleri kullanmayı sevmiyorum. Hem baştan bir yargı oluşturduğu için hem de o kelimelerin içini boşaltmamak adına. Çünkü o kelimelerden daha kuvvetli kelimeler henüz lügatimizde yok. O yüzden tasarruflu ve yerinde kullanmamız gerek.
Irkçılık ve faşizm bu kelimelerden ikisi…
Ancak tasarruflu kullanmak ne derece doğruysa yeri geldiği halde kullanmamak da o derece yanlıştır.
Bu söylemi kullananların ne kadar hoşuna gitmese de bu söylem ırkçılıktır. Bir halka dair genelleyici, totalci, nefret içeren bir söylemdir. Bir halkı kendine ait düşündüğün bir toprak parçasında (burada Türkiye) istememek “ırkçılık”tan başka bir kelimeyle anlatılamaz.
Mesela Suriyeliler değil de, Norveçliler olsaydı, mesela üç milyon değil de elli bin olsaydı, yine aynı söylemi kullanacak mıydık?
Kabul edelim veya etmeyelim; bu söylem aleni ırkçılıktır.
Bizi birbirimize düşüren, öfkemizi asıl düşmandan saptırıp yanında durmamız, yan yana olmamız gerekenlere yöneltmektedir.
Yani klişe tabirle anlatmak gerekirse “bu aslında AKP’nin işine gelmektedir.”
Bırakalım kendini sol’da tanımlamayı, insan olarak tanımlayan kimse gerilimden, nefretten, öfkeden beslenmez. İnsanın, insanlığın beslendiği ortak kaynaklar sevgi ve dayanışmadır.
"İyi tamam da ne yapacağız?"
Yapılması gereken aslında çok basit. Nasıl yapılacağı tabii ki çok teferruatlı ancak yapılması gerekeni aslında hepimiz biliyoruz.
AKP’nin Suriye politikalarına karşı mücadele etmek…
Bununla eş zamanlı olarak da Suriyelilere mülteci statüsü verilmesi, başta eğitim, sağlık, barınma, güvenlik olmak üzere mülteci politikaları geliştirilmesi ve bunların uygulanması için kamuoyu baskısı yaratmaktır. (KK/EA)
* Bu makale, Kazım Kızıl'ın sadeceka isimli blogunda yayınlandı.