Fotoğraf: Pixabay/İsa Karakuş/Ordu
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) geçtiğimiz Cuma günü (17 Mart 20233) yaşlı nüfusa ilişkin son verileri açıkladı. Türkiye’de yaşı 65’in üzerinde 8,5 milyon kişi yaşıyor ve bunlar toplam nüfusun yüzde 9,9’unu oluşturuyor.
Bu veriler son yıllarda hep “nüfusumuz yaşlanıyor” başlıklarıyla bir alarm havasında veriliyor. Türkiye’nin son dönemde yaşadığı çok sayıda tuhaflıktan biri de bu. Nüfusun yaş aldığına ve bunun çok endişe verici bir hal olduğuna inanılıyor.
Galiba bunu da –son dönemde her şeyde olduğu gibi- Tayyip Erdoğan başlattı. Herkesin en az üç çocuk yapmasını arzu ettiğini bildirdiği ve sayıyı giderek dörde beşe yükselttiği konuşmalarında, nüfusun çok yaşlandığını, bunun memleketi tehlikeye soktuğunu da açıklamıştı. O gün bu gün nüfusun yaşlanmasına çare arıyoruz.
Önce bu korkunun anlamsızlığını sonra da nereden kaynaklandığını açıklamak gerekecek.
Hala çok genç bir nüfus
İlk olarak söylenmesi gereken, Türkiye’de nüfusun yaşlı değil, öteki ülkelere kıyasla hala genç olduğu.
Dünyada, yaşı 65’i aşan nüfusun toplam nüfus içindeki payı 1960 yılında yüzde 5 iken şimdi yüzde 10’a ulaşmış durumda. Yani Türkiye dünya ortalamasını yeni yeni yakalıyor.
Bu oran gelişmiş ülkelerde çok daha yüksek. 65+ nüfusun toplam nüfustaki payı Avrupa Birliği ülkelerinde ortalama yüzde 21, OECD ülkelerinde ortalama yüzde 18. Tek tek ülkelere bakacak olursak Japonya’da yüzde 30, İtalya’da yüzde 24, Almanya’da yüzde 22, Fransa’da yüzde 21, İngiltere’de yüzde 19, ABD’de yüzde 17.
Bunlar çok gelişmiş ülkeler denirse, bizimle aynı ayar olduğu varsayılan ülkelere bakalım. Pek küçümsediğimiz Yunanistan’da bizim iki katımızdan fazla, yüzde 23, Bulgaristan’da yüzde 22. Kore’de yüzde 17, Rusya’da yüzde 16, Çin’de yüzde 13, Arjantin’de yüzde 12, Brezilya’da yüzde 10.
Veriler böyle. Fakat bunlardan çok daha önemli olan, nüfusun yaşlanmasının çok önemli bir refah göstergesi olmasıdır. Ülkeler zenginleştikçe, kamu hizmetleri geliştikçe, bireyler temel ihtiyaçlarını karşılayacak gelir düzeyine ulaştıkça nüfus yaşlanır. Zaten ekonominin, eğer insani bir amacı varsa budur, bu düzeye ulaşmaktır.
Refah gösteren süreçler
Toplumsal gelişmenin evrensel denebilecek bir çizgisi vardır. Yerinde saymayan toplumlar kimi zaman kendi iç dinamikleriyle, kimi zaman da dış dünyanın baskısıyla, tekdüze tarım toplumundan karmaşık kent toplumuna dönüşür. Nitekim dünyanın kentleşme oranı 1960 yılında yüzde 34 iken günümüzde yüzde 56’ya ulaşmıştır. Orta ve yüksek gelirli ülkelerin tamamında kentleşme oranı yüzde 80’in üzerindedir.
Kentleşmenin nüfus üzerinde iki önemli etkisi olur. Kırsal kesimde çok çocuk yapmak –çocuğun eğitim gerekmeksizin erken yaşta işgücüne katılması nedeniyle- düşük maliyetli ve gerek üretim gerekse güvenlik bakımından çok avantajlı bir durum sağlamaktadır. Oysa kentlerde durum tersine döner, çocuk sayısının artması pahalı ve zahmetli bir yaşam gerektirir ve aileler daha az çocuk yapmaya başlar.
Toplam doğurganlık hızının dünya ortalaması 1950 yılında 5 dolaylarındayken günümüzde 2,3’e kadar düşmüştür. Avrupa Birliği ülkelerinde ortalama 1,5, Çin’de 1,6, Rusya’da 1,7, Türkiye’de 1,8’dir. Bu hız Türkiye’de hiç düşük değildir, muhtemelen gelecek yıllarda biraz daha azalacaktır.
Kentleşmenin ikinci etkisi, sağlık hizmetlerinin gelişmesi ve yaygınlaşması sayesinde ortalama yaşam süresini artırmasıdır. Dünyada ortalama yaşam süresi 1950 yılında 47 yıl iken, günümüzde 73 yıla ulaşmıştır. Bu artış doğal olarak en çok zengin ülkelere yansımıştır. Yaşam, üst gelir grubundaki ülkelerde ortalama 80 yıl, düşük gelir grubundaki ülkelerde ortalama 63 yıl sürmektedir.
Tek tek ülkelere bakınca en uzun yaşam süresinin 85 yıl ile Japonya’da olduğu görülüyor. Avrupa Birliği ortalaması 80, ABD 79, Çin 77, Rusya 73 yıl. Komşularımız Yunanistan 81, İran 77 yıl. Türkiye ikisinin arasında, 78 yıl. Bu arada yaygın ve nitelikli kamu hizmetlerinin gelir düzeyi kadar belirleyici olduğunun kanıtı olarak, yoksul Küba’da ortalama yaşam süresinin ABD’den daha uzun olduğunu da belirtmek gerekir.
Bu veriler Türkiye’de ortalama yaşam süresinin gelişmişlik düzeyi ile tutarlı olduğunu gösteriyor. Türkiye’nin geliri arttıkça ve kentleştikçe, doğum hızı düşüyor ve ortalama yaşam süresi uzuyor.
Neden rahatsız oluyorlar?
Söz konusu süreçler Türkiye nüfusunu yaşlandırmaya yetecek boyutlara ulaşmadı. Fakat ulaşsaydı dahi ülkeyi yönetenlerin bundan memnuniyet duymaları ve hatta kendilerine pay çıkarmaya çalışmaları gerekirdi. Dünyada hiçbir hükümet, yurttaşlarının daha uzun yaşamasından endişe duymaz. Türkiye’deki tuhaf ruh hali, ülkeyi yönetenlerin hayata bakışını yansıtıyor.
Dış politikadan kentleşmeye, afetle mücadeleden eğitime kadar, ülke yönetimi ile ilgili her konuya tacir zihniyetiyle bakılan bir ülkede yaşıyoruz.
Böyle bir ülkede kentleşme bir gelir yaratma ve bu gelirden pay kapma sürecidir, eğitimde diploma isteyene diploma vererek mutlu etmek dışında bir hedef yoktur, dış politika bir pazarlıklar silsilesinden ibarettir, afet esnasında bile satış yapmak mubahtır.
Bu anlayış en çok “kara delik” ifadesinde kendini gösterir. Bütün Avrupa ülkelerinde sosyal güvenlik sistemine devlet katkısı sağlanır.
Türkiye’de bu katkının adı kara delik olarak yerleştirilmiştir. Özel şirketlere sürekli olarak sağlanan teşviklere, kamu özel işbirliği yatırımlarına yapılan düzenli ödemelere, kayıt dışı istihdam nedeniyle yaşanan vergi kayıplarına, bitmez tükenmez vergi muafiyetlerine kimse kara delik demez. Ama emeği ile çalışan insanların refahı için yapılan ödemeler kara delik sayılır.
Nüfusun yaşlanmasından rahatsız olan zihniyet işte budur. Onlar için yaşlı nüfus artık çalıştırılamayacak olan insan, doyurulması gereken boğaz anlamına gelmektedir.
Oysa onlara çalışmaya hazır, birbirleri ile rekabet halinde giderek daha düşük ücretlere razı olan, işsizlikle terbiye edilen bir nüfus lazımdır. Üçe beşe bakmadan sürekli büyütülecek bir nüfus.
(BD/EMK)