Her yıl olduğu gibi bu yıl da Türkiye’nin birçok bölgesinde orman yangınları çıktı. Günlerce süren alevlere karadan ve havadan müdahale edildi, bazı yerlerde tahliyeler yaşandı, hayvanlar öldü, insanlar evsiz kaldı. Ancak yangınların kendisi kadar, yangınların ardından yaşananlar da en az bu kadar önemli.
Sosyal medyada hızla dolaşıma giren eksik ya da manipüle edilmiş bilgiler, halkın bilgiye erişimini zorlaştırırken, afet yönetiminde yaşanan kurumsal eksiklikler yine açıkça görünür hale geldi. Yangınlar ne sadece bir doğa olayı ne de münferit felaketler olarak değerlendirilebilir. Bugün yaşadığımız yangınlar, enerji altyapısındaki özelleştirmelerden kamusal afet planlarının eksikliğine, bilgi kirliliğinden ekolojik yıkıma kadar pek çok bileşenin kesişim noktasında duruyor.
3 ayda bir yayınlanan şiirli müzik dergisi Caz Kedisi, Temmuz ayı içinde yayınlayacağı yeni sayısında kapağını yangınlar üzerine yaptı: Yangınları yalnızca sonuç olarak değil, aynı zamanda bir göstergeler bütünü olarak ele alıyor.

Türkiye’de orman yangınları, özellikle yaz aylarında artış gösteriyor. Küresel iklim krizinin etkileriyle sıcaklıklar yükseliyor, kuraklık artıyor ve ormanlar her zamankinden daha kolay tutuşabilir hale geliyor. Ancak yangınların çıkışı ve yayılması yalnızca iklime bağlanamaz. Altyapı yetersizlikleri, denetimsizlik ve önleyici planların eksikliği bu felaketlerin etkisini büyütüyor. Özellikle orman içinden geçen ve yıllardır yenilenmeyen enerji hatları, bakımsız trafo sistemleri ve denetimden uzak şirket faaliyetleri birçok yangının nedeni haline gelmiş durumda. Yani mesele yalnızca sıcak hava değil; doğrudan ekonomi politikalarının sonucudur.
Enerji altyapısında yıllardır süren özelleştirme politikaları, bakım ve onarım süreçlerini kamu denetiminden uzaklaştırdı. Kâr odaklı yönetilen sistemlerde yatırım öncelikleri, uzun vadeli çevresel riskler yerine kısa vadeli kazançlar doğrultusunda belirleniyor. Bu da yangınlara açık, kırılgan bir yapının oluşmasına neden oluyor. Yangınları “kimin çıkardığına” odaklanan gündemler, asıl “neden bu kadar kolay yayılıyor?” sorusunu geri plana itiyor. Oysa sorun, çoğu zaman ihmaller zinciriyle büyüyen bir sistem arızası.
Diğer yandan, afetlere yönelik halk temelli hazırlık süreçleri neredeyse yok denecek kadar zayıf. Türkiye’de büyük bölümümüz, bir yangın anında nasıl davranması gerektiğine dair hiçbir eğitim almamış durumda. Okullarda, mahallelerde, köylerde düzenli yangın tatbikatları yapılmıyor. Toplumun afetlere karşı hazırlıklı hale gelmesi için gerekli kamusal mekanizmalar oluşturulmuyor. Bilgi, kriz anında yönlendirme aracı değil; çoğu zaman belirsizlik ve karmaşa içinde kaybolan bir ayrıntı olarak kalıyor.
Manipülasyon devrede...
2024 yazında sosyal medyada paylaşılan bir video, bunun açık örneği oldu. Orman yangınlarına müdahale eden bir görevlinin "yangın çıkardığı" öne sürüldü. Oysa görüntüdeki kişi, “karşı ateş” yöntemiyle yangının yayılmasını engellemek için görevini yerine getiriyordu. Ancak kırpılmış görüntüler, bağlamından koparılmış açıklamalarla birlikte hızla yayıldı ve görevli sosyal medya linç kültürünün hedefi haline geldi. Devlet kurumları gerçeği daha sonra açıklasa da kamuoyundaki algı çoktan şekillenmişti. Bilgiye geç ulaşmak, bazen bilginin kendisinden daha büyük zarara yol açabiliyor.
Tüm bu göstergeler, yangınların yalnızca çevresel değil aynı zamanda politik olaylar olduğunu ortaya koyuyor. Krizi yönetemeyen yapılar, sorumluluğu hızla bireylere yöneltiyor; gerçek nedenler ise görünmez kılınıyor. Özelleştirme, plansızlık, eğitim eksikliği, dezenformasyon... Bunların toplamı, yangının fiziksel boyutunun çok ötesinde bir çerçeve sunuyor bize.
Ekolojik yıkım yalnızca yangınlarla sınırlı değil. Geçtiğimiz günlerde, binlerce yıllık bir zeytin ağacının bir maden sahası için kesildiği haberi gündeme düştü. Bu yalnızca bir ağacın ölümü değil; binlerce yıl boyunca ayakta kalmış bir canlının, toplumsal belleğin, biyolojik mirasın ortadan kaldırılmasıdır. Zeytin ağacı, bu toprakların hafızasıdır. Sadece meyvesiyle değil, köküyle, gövdesiyle, etrafındaki canlı yaşamıyla bir bütündür. Bu bütünlük yok sayıldığında, geriye yalnızca ekonomik değer kalır. Ve bizler, yaşamı bu ölçüyle tartmaya başladığımızda çok şey kaybetmiş oluruz.
“İklim değişikliği savaşını kaybettik”
David Suzuki, Kanadalı genetikçi, çevrebilimci ve iklim aktivisti, geçtiğimiz yıl yaptığı bir konuşmada “İklim değişikliği savaşını kaybettik,” dedi. Suzuki, yaşamı boyunca bilimsel verilerle konuşmuş bir isim. Onlarca yıl boyunca doğayı savunmuş, hükümet politikalarını eleştirmiş ve çevresel tahribatın geri dönüşsüzlüğüne dikkat çekmiş bir kişi. Onun gibi birinden bu sözleri duymak, yalnızca bir uyarı değil; aynı zamanda bir çağrıdır. Çünkü bu savaş sadece devletlerin değil, her birimizin yaşam biçimiyle doğrudan ilgilidir.
Yangınlar geçince bitmiyor. Sonrası da var. Yanan bölgelerde toprak tutunamıyor, erozyon başlıyor ve ardından seller geliyor. Bu bilimsel olarak biliniyor. Buna rağmen yangın sonrası süreçler çoğu zaman planlanmıyor. Üstelik bazı yangın bölgelerinde orman alanlarının sürüldüğüne dair duyumlar var. Neden yapıldığı anlaşılmıyor, açıklanmıyor. Oysa bilimsel veriler açık: Yanan ağaçların çoğu ölmez. Toprak altında yaşam devam eder. Doğanın kendi kendini onarma potansiyeli vardır. O sürece müdahale edilmediğinde, orman kendini yenileyebilir. Ama aceleyle sürülen, yapılaşmaya açılan, rant alanına çevrilen bölgeler bir daha geri dönmüyor. Doğanın zamanına saygı duyulmadığında, sadece ekosistem değil, insan da yoksullaşıyor.
Yaşamı dayanışmayla savunmak...
Tüm bu tablo içinde umutsuzluk yerine kolektif dayanışmayı hatırlamak gerek. Yangın bölgelerinde kendi imkanlarıyla mücadele eden insanlar, su taşıyan köylüler, sosyal medyada teyitli bilgi paylaşan kullanıcılar, gönüllü destek grupları... Bu insanlar, sistemin bıraktığı boşluğu cesaretle ve kararlılıkla dolduruyor. Elinde hortum tutan bir gençle, doğru bilgiyi paylaşan bir gazeteci arasında aslında ortak bir bağ var: yaşamı savunmak.
Bugün yangınlara karşı daha hazırlıklı, daha dayanışmacı, daha bilgili bir toplumsal yapı kurmak mümkün. Ancak bu, doğaya karşı değil doğayla birlikte yaşamanın yollarını arayarak, altyapıyı kamusal çıkar doğrultusunda dönüştürerek, bilgiyi güç ve tahakküm aracı olmaktan çıkarıp ortaklaşa iyilik için seferber ederek gerçekleşebilir.
Yangınlar, bizi yalnızca doğaya değil, birbirimize karşı da sorumlu kılıyor. Sadece ne yandığını değil, neden yandığını, neden söndürülemediğini ve bundan sonra ne yapacağımızı konuşmazsak, gelecek nesillere bırakabileceğimiz ne bir orman kalacak ne de anlatacak bir hikâyemiz.



.jpg)
.jpg)


