Madımak’ı unutanlarımız, Cizre’yi görmezden gelenlerimiz bile, son 1 ayda en az iki kez yanarak ölmenin nasıl bir şey olduğu üzerine düşündük, düşünmek zorunda kaldık.
Önce Adana’nın Aladağ ilçesinde bir cemaat yurdunda kalan 11 kız çocuğunun yurtta çıkan yangında öldüğü haberini aldık.
Ardından, IŞİD’e (Irak ve Şam İslam Devleti) ait sosyal medya hesaplarından iki askeri üniformalı erkeğin yakılma görüntüleri yayınlandı. İddiaya göre, bu kişiler IŞİD’in Suriye’de rehin aldığı iki Türkiyeli askerdi.
Aladağ’da yayın yasağına, IŞİD’in yayınladığı görüntülerde ana akım medyanın sessizliğine rağmen, her iki olay da toplumun geniş kesimlerinde büyük yankı uyandırdı, günlerce konuşuldu, yorumlandı, yorumlanıyor.
Yanarak ölen kardeşler
İşte böyle bir gündemin arasında dikkatimi çekti Kütahya’daki evlerinde yanarak ölen iki küçük kardeşin öyküsü. Habere göre, Kütahya’da anne D.Y. sabah gündelik temizlik işine gitmek üzere evden ayrılırken, çocukları 6 yaşındaki Berat ve 3 yaşındaki Berkay’ı evde yalnız bıraktı. Birkaç saat sonra evde çıkan yangında iki küçük çocuk yanarak öldü.
Haberde annenin eşinden ayrı yaşadığı ve evden ayrılırken çocukların üzerinden kapıyı kilitlediği detayları da yer alıyor. Haberi internette aradığımda, başka kaynaklarda çocukların üstünden kapının kilitlenmesinin, başlığa taşındığını gördüm.
Bu haberlerden birinin altındaki iki yorumda sabır dileklerinin ardından annenin ihmaline dikkat çekilmiş, bir diğer yorumda ise annenin çocuğuna bakacak yakınının olup olmadığı sorgulanmış.
Biraz daha araştırdığımda, anne D.Y. ile ilgili üç ayrı habere daha rastladım. Bunlardan birine göre, D.Y. bundan yaklaşık 5 sene önce, 26 Nisan 2011’de, 7 aylık hamileyken, Kütahya’daki Hisar Kalesi’nde kız kardeşiyle gezerken bir süre telefonda konuştuktan sonra 15 metre yükseklikteki surlardan düşmüş.
Aynı tarihli başka bir habere göre ise, hamile D.Y. yakınlarına intihar etmek için kaleye çıktığını telefonda söyledikten sonra aşağı atlamış. Her iki haberde de D.Y.’nin hayati tehlikesi bulunduğu belirtilmiş.
D.Y.’nin ve karnındaki bebeğinin o gün yaşama tutunduklarını ise, 6 ay sonra, 22 Ekim 2011 tarihinde yayınlanan başka bir haberden anlıyoruz. Bu habere göre, gece yarısı, eşi ve çocuğu ile birlikte oturduğu anne-baba evine gelen M.Y. aç olduğunu söyleyerek eşi D.Y.’yi uyandırmış. Çocuğunu yeni uyuttuğunu, kendisini de uykusuz olduğunu söyleyen D.Y.’yi döven kocası, babası ile de tartıştıktan sonra evi terk etmiş. Hastaneye götürülen D.Y.’ye “kafa travması” tanısı konmuş. D.Y. şiddet uygulayan kocasından şikayetçi olmuş. Haberde, D.Y.’nin Ali Berat isimli bebeğine hamile iken, Hisar Kalesi’ndeki mesire yerinde eşi ile kavga ettikten sonra kaleden atladığı, bu olayın ardından kocası M.Y. için uzaklaştırma kararı verildiği, D.Y.’nin Kütahya Valiliği Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağlı sığınmaevinde 10 gün kaldıktan sonra tekrar eşi ile bir araya geldiği de belirtiliyor. Ayrıca, “eşi tarafından sürekli şiddete uğrayan” D.Y.’nin “kaçarak evlendiği için baba evi yerine kayınpederinin evine” döndüğü, polisin de olayın ardından kaçan koca M.Y.’yi aradığı ifade ediliyor.
Sığınmaevinden şiddet ortamına…yeniden
2011’de henüz bir bebekken babası tarafından dövüldüğü için annesi kafa travması geçiren Berat iki gün önce, annesi işteyken evlerinde çıkan yangında 3 yaşındaki kardeşiyle birlikte öldü. Türkiye’de her 10 kadından 4’ü eşinden ya da birlikte olduğu erkekten fiziksel şiddet görüyor.
Kadın örgütleri, saldırgan erkeğe yönelik uzaklaştırma kararlarının uygulanmasındaki eksikliklere bir süredir dikkat çekmekteler.
Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’nın 2012’de açıkladığı “Kadına Karşı Şiddetle Mücadele, Yasalar, Politikalar, Uygulamalar” başlıklı rapora göre ise, kadınlar, şiddetle mücadele etmesi gereken kurumlardan yeterli desteği alamadıkları için şiddet ortamına geri dönmek zorunda kalıyor.
Daha önce saldırgan koca M.Y. hakkında alınan uzaklaştırma kararının uygulanıp uygulanmadığını, D.Y.’nin devletin sığınmaevinde kaldığı 10 günlük süre boyunca ne kadar psikolojik ve sosyal destek aldığını, sığınmaevinden ayrılıp eşi ile yeniden bir araya gelme kararı almasında sığınmaevi şartlarının ne kadar etkili olduğunu bilmiyoruz. Ekim 2011’de yaşanan şiddetin ardından devletin M.Y.’yi cezalandırmak, şiddeti önlemek ve D.Y.’yi korumak ve güçlendirmek için neler yaptığını da bilmiyoruz. Yangında ölen küçük kardeş Berkay’ın 3 yaşında olması, D.Y.’nin saldırgan koca M.Y. ile 2011 yılından sonra yeniden bir araya geldiğini düşündürüyor. Nitekim yangın haberlerinin çoğunda D.Y.’nin eşinden ayrı yaşadığı belirtilirken, bir kısmında yanan evden “M.Y ile D.Y. çiftinin” evi olarak bahsediliyor.
D.Y. hangi şartlarda saldırgan kocasıyla yeniden bir araya gelme kararını almak zorunda kaldı? Ondan ayrılmayı başarana dek neler yaşadı? Bilmiyoruz, ancak tahmin edebiliriz. Şiddetin bir seferlik olmadığını, olmayacağını, Nisan 2011’de basına yansıyan şiddetin çok önceleri başladığını ve birliktelikleri sona erene dek sürdüğünü de…
Babalarının annelerine şiddet uyguladığı bir ailede büyüyen 6 yaşındaki Berat ve 3 yaşındaki Berkay’ın cenazeleri 25 Aralık’ta toprağa verildi. Haberde, baba M.Y.’den bahsedilmezken, anne D.Y.’nin cenazeler mezarlığa götürülürken “Çocuklarımı geri getirin” diye feryat ettiği yazıyor. Aynı sayfadaki görüntülü haberde, D.Y.’nin iç parçalayan çığlıklarını uzaktan bile duymak mümkün. Yangının kömür sobasından çıktığının düşünüldüğü belirtilirken, haberin sonunda, benim tesadüfen ulaştığım intihar girişimi ve şiddet öyküsünden de kısaca bahsedilmiş; D.Y.’nin hayatının “tam bir dram” olduğuna değinilerek.
Yoksul evlerde kış yangınları, güvencesiz çalışma, olmayan kreşler
Her kış, bazıları ahşap, bazıları bir barakadan ibaret yoksul evlerde ısınmak için yakılan sobalardan çıkan yangınların haberleri gelir. “2016’nın ilk korkunç haberi” başlığıyla verilen habere göre, sera işçisi anne baba, çalıştıkları seradaki domatesler donmasın diye gece yarısından sonra serada soba yakarken, evde elektrikli sobadan çıkan yangında 7 ve 2,5 yaşındaki iki çocukları yanarak öldü. Birkaç ay önceki bir haberden, Bolu’da bir barakada sobadan çıkan yangında, barakanın yanı sıra yaşlı adamın eşinin tedavisi için borç aldığı 2 bin TL’nin de yandığını öğreniyoruz.
Kasım ayında Merzifon’da ahşap bir evde gece çıkan yangında anne üç çocuğundan sadece birini kurtarabildi.
Bu olaydan bir hafta sonra, Mersin’de çevresi plastikle kapatılmış barakada sobadan çıkan yangında yatalak yaşlı bir kadın öldü, onu kurtarmaya çalışan kocası ağır yaralandı.
Sadece birkaç hafta önce ise, Adana’da tarım işçilerinin kaldığı konteynerde sobadan sıçrayan közler nedeniyle çıkan yangında 3 işçi yanarak öldü.
Bu öykülerin hepsinde ortak nokta, yoksulluk, güvensiz barınma, güvencesiz çalışma, olmayan sosyal destek hizmetleri. Her kış gazetelerin üçüncü sayfalarında bazen okuyup bir süre hüzünlendiğimiz, sonra unutuverdiğimiz, bazen hiç okumadan geçtiğimiz bu yaşam öyküleri bireysel dramlardan mı ibaret?
Engels[i], 1840’larda İngiltere’deki işçi sınıfının insanlık dışı yaşam koşullarını incelediği kitabında, “kimsenin katili görmediği”, “mağdurun ölümünün doğal göründüğü” toplumsal cinayetleri şöyle anlatıyor:
Toplum binlerce insanı yaşamın gereklerinden yoksun bıraktığı, içinde yaşayamayacakları konumlara soktuğu…bu binlerce mağdurun yok olacağını bildiği ve gene de bu koşulların sürmesine izin verdiği zaman, toplumun o yaptığı, bir bireyin yaptığı gibi ve aynı kesinlikte cinayettir; örtülü, kasıtlı cinayettir; hiç kimsenin kendisini savunamadığı bir cinayettir; kimse katili görmediği için, mağdurun ölümü doğal göründüğü için cinayet gibi olmayan cinayettir; çünkü suç bir şeyi yapmaktan çok yapmamanın sonucudur. Ama cinayettir.
“İş kazaları”nın aslında neden işçi cinayetleri olduğu açıklanırken sıkça alıntılanan bu sözler, işçi kadınların çocuklarının maruz kaldıkları ölüm biçimlerinin de neden toplumsal cinayetler olarak ele alınması gerektiğine işaret ediyor.
D.Y. kocasının şiddeti nedeniyle geçirdiği kafa travmasının ardından düzenli ve yeterli sağlık hizmetlerine ulaştı mı? D.Y.’ye şiddet ortamından uzaklaşması için barınma desteği, sosyo-ekonomik destek ve rehberlik sağlandı mı? Yıllar önceki intihar girişiminin ardından düzenli psikolojik destek sağlandı mı? D.Y.’nin sosyal güvencesi var mı? Düzenli bir işi? Emekliliği? Yıllık İzinleri? İşe gitmeyip çocuklarının yanında kalmayı seçse nasıl geçinirlerdi? Habere yorum yapan okuyuculardan birinin sorduğu “çocuklarına bakacak yakını olup olmadığı” sorusunu hadi, biraz değiştirerek soralım: Kütahya’da kamu kurumları, belediyeler ücretsiz çocuk bakım hizmeti sunuyorlar mı? Kütahya’da ücretsiz, erişilebilir kreşler var mı?
Berat ve Berkay’ın cenaze haberinde, anneleri hakkında “taksirle birden fazla kişinin ölümüne neden olmak” suçundan yasal işlem başlatıldığı belirtiliyor.Devletin, aile içi şiddeti önlemek ve şiddete uğrayan kadınları şiddetten korumaktan, tüm yurttaşlar için ücretsiz/düşük ücretli ve güvenli konut, güvenceli iş, ücretsiz ve erişilebilir psiko-sosyal destek hizmetleri ve çocuk bakım hizmetleri/kreşler sağlamaya kadar üstlenmesi gereken tüm sosyal görevleri üstlenmediği bir toplumda, işe gitmek zorunda olduğu için evde bıraktığı çocukları sobalı evinde diri diri yanarak ölen annenin yaşadığı, bireysel bir drama, küçük çocukların ölümü de bireysel bir suça dönüşüyor.
Aladağ’daki yurt yangınının ve IŞİD’in yayınladığı yakma görüntülerinin yarattığı toplumsal infiali ve politik karşılığı görünce, şu soruyu sormaktan alamadım kendimi: En acı verici ölüm biçimlerinden biri olan yanarak ölmek ne zaman kolektif bir dehşet, öfke ve acı uyandırır; ne zaman bireysel bir dram olarak görülmekten çıkar, ne zaman politikanın konusu olur? Defalarca şiddet gören, şiddet nedeniyle bebeğiyle birlikte ölmeyi en az bir kez denemiş bir kadının, şiddetsiz bir yaşam kurmayı başarıp kendisini ve çocuklarını geçindirmek için işe gittiği sırada evde yanarak ölen iki küçük çocuğu ne zaman politik bir mücadelenin sembolü haline gelir? Bu sorunun yanıtı, aslında, ilginç bir biçimde, başka bir sorunun yanıtıyla da ilişkili: Yanarak ölmek ne zaman ve nasıl ana akım medyada haber olur?
Bazıları sessizce ölür
Aladağ’da yanarak ölen çocuklarla ilgili yükselen öfke, sadece ve çoğunlukla yoksulluğa değil, kamusal barınma olanaklarının yerini devlet-dışı kişi ve kurumların ve özellikle cemaatlerin yurtlarına bırakmasına karşı da yükseldi. Tam da bu sebeple diğerleri, kıyasıya cemaatleri ve yurtlarını savundu, aklamaya çalıştı. Bu arada, yayınların “huzur ve güven ortamıyla kamu düzenini bozucu eylem ve davranışlara dönüşebileceği” gerekçesiyle yayın yasağı getirildi. Yayın yasağının öncesinde ve sonrasında, her iki görüşe yakın medya kuruluşlarında konu, kuruluşların görüşlerine uygun biçimde, genişçe konuşuldu ve yorumlandı.
IŞİD’in yayınladığı yakma görüntülerinin uyandırdığı dehşetin ardında, yoksul ailelerde doğmuş gençlerin seçmedikleri koşullarda acı çekerek can vermesinin yanında ve ötesinde, bazıları için kutsal vatanın kutsal sınırlarının koruyucularına yönelik “onur kırıcı” bir saldırıya, bazıları içinse yaşamlarını tehdit eden bir din anlayışına duyulan derin öfke de vardı. Tam da bu nedenle, diğerleri, ısrarla görüntülerin kurgu olduğunu söyledi.
Görüntülerin sosyal medyada hızla yayılmasına ve uluslararası medyada yer almasına karşın, Türkiye’deki ana akım medya konuyu haberleştirmedi. Hükümet, ancak uzunca bir sessizlikten sonra görüntülerin inceleneceğini açıkladı.
Hiçbir görünür politik karşıtlığın sembolü olmayan Berat ve Berkay kardeşler ise sessizce öldüler ve gömüldüler. Mezarlıkta sadece annelerinin çığlığı yankılandı. Ölümlerine yol açan yangın ve cenazeleri, onlarca yayın organında, diğer üçüncü sayfa haberlerinin arasında, birbirinin hemen hemen aynısı, tekdüze ajans haberleri olarak yer aldı. Medyada görünürlerdi, çünkü aslında görünmez oldukları biliniyordu. Yayın yasağı getirilmedi, çünkü hiç kimse onlar için “huzur ve güven ortamıyla kamu düzenini bozucu eylem”ler yapmayacaktı.
Her yıl, yanı başımızda onlarca insan yoksul evlerinde, kış yangınlarında ölüyor. Bazıları, şiddete uğrayan kadınlar, bazıları anneleri işteyken evde yalnız kalmak zorunda olan ufak çocuklar. Bu insanların ölümleri, herhangi bir ideolojik ya da politik çerçeveye dahil edilemedikleri için olsa gerek, konusu oldukları üçüncü sayfa haberlerine kayıtsızca göz atıyor, sonra hayatlarımıza devam ediyoruz. Yoksulluğu, güvencesizliği, aile içi şiddeti ve yanarak ölmeyi herkes için bireysel olarak yaşanan dramlar olmaktan çıkarmak ise, bunları da toplumsal infialin ve bunun üzerinde yükselen politik mücadelenin odağı yapmaktan geçiyor. (AŞ/HK)
[i] Engels F (2010 [1845]) İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu. Ankara: Sol Yayınları.