The Newsroom adlı dizinin tanıtım videolarını bir kanalda gördüğüm andan itibaren içine çekildiğimi itiraf etmeliyim. Aaron Sorkin yazdığı (Aynı zamanda The West Wing'in de yazarı) bu dizi, habercilik ve idealizm konularını yan yana getirerek kurgusal da olsa bir fikri seyirci ile buluşturuyordu. Bu tanıtım görüntüleri, amacı olmasa da benim küçükken yaşadığımız günlere dair beklentilerimi ve bu beklentilerin nasıl da ekonomik krizdeki gibi bizi teğet geçtiğini hatırlattı bana.
1990'ların sonu 2000'lerin başında, internetin şehirlerde yavaş yavaş son kullanıcı ile buluştuğu o zamanlarda benim gibi heyecanlı birçok insan vardı. O zamanlar internet daha emekleme çağında, yani Web 1.0'da olsa bile bizim için keşfedilmemiş ufukları temsil ediyordu. Öncelikle biliyorduk ki, bir televizyon ya da radyo yayını yapabilmek için gereken muazzam sermaye ihtiyaçları vardı. Teknik donanımından çalışanlarına kadar tam bir para emici olan sektörü reklamlarla, bu nedenle de reklamı veren firmaların nazını kabul ederek ayakta tutmanın sıkıntılarını teorik olarak da olsa biliyorduk. İşte bu noktada internet, daha çevirmeli bağlantı (dial-up) dönemlerinde bile bizim için umut ışığı olmuştu.
Kabul, haberciliğin bazı etik noktaları değişmeyecekti belki. Hala argümanlar mümkün mertebe tarafsız sunulacaktı, bildirilen haber en az iki farklı konu ile alakalı kaynağın süzgecinden geçerek doğrulanacaktı ya da diksiyon, dil kalitesi gibi şeylerden ödün verilmeyecekti. Ama aslında hayallerimiz ve imkanlar bu doğruları bile yıkabilirdi. Aynı şu anda varolan Zaytung gibi yalan yanlış, ironik haberler yayınlanabilecekti. Ya da haberi tümüyle taraflı, sunucunun görüşlerini aynen yansıtacak şekilde görebilecektik. Önemli olan şey, bize ne televizyonun, ne de basılı yayının sunamayacağı kadar geniş bir seçenek yelpazesi sunabilecek olmasıydı.
Sadece habercilik değil, aynı zamanda kendimizi ifade etmekten alternatif deneyimlere kadar geniş bir yolculuk bekliyordu bizi. O dönemde "sanal dünyalar" (virtual worlds) diye nitelendirilen alanlarda çalışıp çabalayan, bunun sonucunda sanal şehirlerin valileri olan insanlar görüyorduk. Star Wars Galaxies, belki de Almanya'dan sonra büyük bir Türk Mahallesi'ne sahip en nüfuzlu yerlerden biriydi, kim bilir. (Eclipse) O günlerin, gerek donanımsal gerek ise Web 1.0 gibi yazılımsal ve son olarak da algısal sınırlamalarının ötesinde o kadar büyük hayallerimiz vardı ki... Bir tanıdığımın beni düzelttiği terimi ile "gerilla yayımcılık" internet sayesinde mümkün olacaktı. Dinlediğimiz müziklerin paylaşımından tutun, fikirlerimize kadar tam bir zenginlikti bizi bekleyen.
Bugün yani neredeyse 10 yıl sonra donanımsal ve yazılımsal olarak birçok engeli aştığımızı görmek beni çok mutlu ediyor. Web 2.0 bize istediğimiz birçok şeyi verirken, Web 3.0'a zemin hazırlıyor ve paylaşımı ortak yaratım seviyesine çıkartarak ufkumuzu daha da açmayı planlıyor. Donanım konusunda ise, artık evimize bile kurabildiğimiz bulut bilişim sistemleri (cloud computing) sahip olduğumuz her şeye, kendi özel sistemimiz içerisinde bile ulaşabiliyoruz neredeyse her yerden. Bütün bunlar çok cesaretlendirici, çok heveslendirici gelişmeler.
Ama işin 3. ayağına, yani algıya gelirsek, bu konuda ben sınıfta kaldığımızı düşünüyorum. Özellikle Türkiye olarak bizlerin interneti ne imkanları, ne kapasitesi, ne de tehlikeleri ile tam olarak anlayabildiğimizi sanmıyorum.
Bugün sadece birer araç olması gereken sosyal medyayı biz hayatımızın merkezi haline getirmeye çalışıyoruz. Evet, televizyon ve basılı medya bu dünyaya doğru evrilmeyi başardı, ama sadece sahip olduğu yapıların bir yansıması olarak. Bugün bir televizyon kanalının, bir gazetenin, bunların yanında ikisinden birinin internet sitesinde sunulanlar arasında bir fark yok. Her şey sadece bir diğerinin yansıması, yani aslında birbirinin aynısı günümüzde.
Başka bir açıdan bakacak olursak, sosyal medyada popülerliğin başarı ile eşdeğer tutulduğu, bunun için "haber" sitelerinin bile her yerinin Facebook, Twitter, Pinterest, Google+ logolarından ve "BEĞEN BENİ!!!" gibi baskı içeren şablonlardan oluşması tam bir utanç abidesi.
Sosyal medyada daha çok "beğenilmiş" olmanın bir prestij sebebi olmasını benim gibi hayallere sahip kimse dilememiştir tahminimce. Ama bunun sebebi belli, çünkü bu algısal sorunumuz biraz da interneti ve içinde bulundurduklarını anlamamamız, daha doğrusu merak bile etmememiz ile ilgili.
Bilim, Sanayi ve Teknoloji bakanımız Nihat Ergün bile yıllardır kullandığı e-posta sisteminin arkasını bir kere bile merak etmeyip bulut bilişimi "Bunlar karışık işler. Kullanacaksın, arkasında ne olduğunu sormayacaksın" diye tanımlarken, bizim halkımızdan kendi çabaları dışında bir sonuç beklemememiz gerekli aslında.
İnternetin sosyal medyadan, Google'dan, ya da briç oyunlarından oluştuğuna inananları bilinçlendirmek için hiçbir çalışma yapılmazken, yetkililer interneti sadece yasak ve sınırlamalar ile halka tanıtmayı uygun görürken, serbest ve özgün yazarların kendilerini ya da bir araya gelip oluşturduğu portal sitelerini el üstünde tutmayan bir halkı normal karşılamak lazım. Ne gerilla radyoculuğun, ne gerilla haberciliğin, ne de gerilla video yayınının (vBlog) ülkemizde değerinin bilinmemesi üzücü.
Bu arada yanlış anlaşılmak istemem, şu anda bu okuduğunuz yazı bile bir çeşit "gerilla habercilik" portalında yayımlanıyor. Üstelik Bianet Türkiye'de tek değil. Ama zaten halkının büyük bir kısmının "kaliteli" içeriğe ulaşmakta sıkıntı yaşadığı bir ülkede, daha da ufak bir azınlığın bu serbest yayımcıları takip ediyor olmasıdır gerçek tablomuz, kendimizi kandırmayalım.
Ayrıca sadece bizde değil, dünyanın genelinde bir yönelim var ana akım yayınlara. Yani sadece Türkiye birkaç sosyal medya devinin, birkaç popüler video sitesinin, birkaç haber yayınının ötesine geçmiyor değil. Ama internete ve sunduklarına eleştirel bakabilen kullanıcı sayımız çok daha az.
En büyük sorunumuz, bu platformun doğumunda ve emeklemesinde yer alamadığımız gibi, merak edip de elini işin içine sokan insan sayımız da az olması. Meraklı o insanlar ilköğretimde veya lisede HTML kodları ile güç bela ayakta duran bir site yaparken, artık iş sahibi olup ailelerine vakit ayırmanın planında belki de. Bizler Türkiye olarak, elimizde olanaklar ve donanımlar olmasına rağmen bu potansiyelden yararlanamıyoruz.
İnternetin bize sunduğu "çeşitlilik" yerine aynı hazır şeyleri "daha hızlı" almanın daha önemli olduğuna inandırılmış haldeyiz. Ama farklı görüşler, çeşitlemeler, hiç bilmediğimiz detayların bize sunulabileceği bir platformu kullanmak yerine 140 karakterlik mesajlara indirgemeye çalışıyoruz hayatımızı. Sözde "ciddi" siyasi tartışma programlarına sorularımızı daha kısa, daha özensiz, daha detaydan yoksun nasıl ulaştırırız, bunun peşindeyiz. Aynı şeyi tekrar tekrar nereden görürüz, bunu merak ediyoruz. Çünkü biz çeşitlemeyi hayattaki başka platformlarda kabul edemediğimizden, internet bizim için aynı oyunun bir tekrarı oluyor sadece. "Eski köye yeni adet istemiyoruz" ya, internet de bundan nasibini alıyor ülkemizde.
The Newsroom'un tanıtım videolarında gördüğüm o ateşi, kurgu olsa bile en azından internet dünyasında olan insanlarda görmeyi çok arzuladım. Farklı bir şey yapmayı, yenileşmeyi, çeşitlenmeyi, seçilecek geniş bir portföyü bu ülkede görmeyi isterim. Evet, kurgu olduğunu biliyorum. Evet, televizyon gibi bir medya dalında finansal destek olmadan yayının yapılmasının "mümkünatsız" olduğunu da biliyorum. Ama The Newsroom bize internete erişmeye başladığımız andan beri yapma imkanımız olan, fanzinlerden ya da el altından dağıtılan gazetelerden çok daha geniş bir dünyada nelerimizin eksik olduğunu gösteriyor: Cesaret ve açık fikirliliğimizin.
İkisini de tez geri kazanmak umudu ile. (SK/EKN)