“Başta mesele sadece şarkı söylemekti, sonra aniden bundan fazlasını söylemek oldu, demek istediğimi anlıyor musun...”
Tarmo Juristo
Bizimki de bu hesap. Estonya’dan başlayıp tüm bir Baltık coğrafyasına yayılan 1989 Şarkı Devrimini anlatan bu sözde olduğu gibi başlangıçta mesele sadece bir imzaydı. Sonra birdenbire her şey bambaşka bir karaktere büründü.
Yıllardır, evet “yıllardır” diyebileceğimiz bir süreden beri işten atıldıklarını, sözleşmelerinin feshedildiğini, KHK ile ihraç edildiklerini duyup durduğunuz, kamuoyunda “Bu suça ortak olmayacağız” adıyla bilinen bildirinin imzacısı akademisyenler, hafta başından bu yana ardı ardına beraat ediyor.
Ben bu satırları yazarken bir haftalık süre içinde 37 imzacı beraat etmişti. Bu sayı içinde davası devam eden benim gibi birçok akademisyenin açık duruşma yapılmaksızın verilmiş beraat kararları da var. Mahkemeler dosyalar üzerinden kararını verdi. Anayasa Mahkemesi’nin söz konusu bildiriyi imzalamayı ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirmesiyle birlikte, ACM’lerden de bu karara paralel biçimde beraat kararları gelmeye başladı.
Geçmiş olsun... Herkese, hepimize.
Hepimiz aynı iddianame çerçevesinde yargılandık. Mahkemelerde beyanlarını sunan akademisyenler gerek bizlere yöneltilen “terör örgütü propagandası yapma” suçlamasının mesnetsizliği, gerek hakkımızda hazırlanan iddianamedeki suçlamaların temelsizliği konusunda birçok şeyi etraflıca açıkladı ve yorumladı. Bu konuda güneşin altında söylenecek yeni bir şey neredeyse kalmamıştı. O sözleri çoğaltmanın tarihe not düşmek bağlamında bir kıymeti olsa da bizi yargılayan mahkemeler nezdinde hiçbir öneminin olmadığını görmek, bu ülkeye ve yargı sistemine duymak istediğimiz güven konusunda çok çok hayal kırıcı idi...
Bugüne dek 700’ü aşkın davanın görüldüğü bu mahkemelerde hapis cezaları yağdırılır, yılların adanmış akademisyenleri onur kırıcı iddianamelerle boğuşurken sadece ve sadece bir hakim bir karara muhalefet şerhi düşebilmişti. Hukuk diye bir şey olduğunu hatırlatan bu şerhte, velev ki terörle mücadele ediyorsun ama orada da hukuk rejimi içinde kalacaksın, uluslararası hukuktan kaynaklanan yükümlülükleri ihlal etmeyeceksin deniyordu. Candan Badem’in yargılandığı İstanbul 33. ACM’nin kararına düşülen böyle basit bir muhalefet şerhi vardı...
Bu hakimin kim olduğunu bugün de bilmiyorum. Fakat kapsamlı bir reforma ihtiyaç duyduğu gerek muhalefet, gerekse iktidar çevrelerinde yaygın kabul gören bir yargı sistemi ve onu kuşatan siyasi cendere altında, bizlere ardı ardına hapis cezaları verilirken, tornadan çıkmış kararlar yanında bu biricik muhalefet şerhi tarihe not düşülecek kıymetteki bir müdahaleydi. Hakimin kim ya da ne olduğunun bir önemi yoktu.
Biz barış akademisyenlerine siyasi iktidar ve yargı çevrelerince –iddianamelerde de görüldüğü üzere- sık sık vatan ve millet aleyhtarlığı ve toplumu bölme gibi suçlamalar yöneltildi. Kanaatimce bir ülkenin yargısını tümüyle töhmet altında bırakan, yargı mensuplarının bağımsız karar alma kabiliyetleri konusunda ciddi şüphelere yol açan yargılama süreçleri ve alışkanlıkları, gerek yurt içinde gerek yurt dışında, bir ülkenin veya bir toplumun ya da aynı terminoloji içinden ifade edecek olursak bir “vatanın” lehine işleyen ve onu güçlendiren, demokratik bir hukuk devleti olarak itibarlı ve saygın olmasına hizmet eden süreçler değildi. “Vatanseverlik” hiç değildi. Barış isteyenlerin sesi tarihsel olarak her zaman kısılmamış olsa, terörün zaten kendine alan açamayacağı da ayrı bir hakikatti.
Gündelik siyasete alet edilen, ağır biçimde istismar edilen ve amacı dışında yorumlanan bir barış talebinin bir topluma maliyetini –sadece mali boyutuyla bile- hesaplamaya kalksak, vatanseverliğin böylesinin verdiği zararı da gözler önüne sermiş oluruz.
Türkiye’nin kısıtlı kaynaklarının konjonktürel, sansasyonel ve talimatlı adalet ve yargı süreçlerinde bozuk para gibi harcanması... Başımıza gelenin maksatlı bir tasfiye olduğunu hep söyledik. Söylemeye devam ediyoruz. Bu aynı zamanda üniversiter hayatı çökertecek mahiyette bir maddi, duygusal ve sembolik israftı ve aynı nitelikleri haiz bir şiddetti. Ekonomik, duygusal, sembolik ve sonuç olarak üniversiteyi tümüyle niteliksizleştiren ve bir ülkeye çok ciddi zararlar vermiş olan yapısal bir şiddet. Yargılanmalarımız başka türlü şiddet süreçleri ile de iç içe gerçekleşti. Ama kanımızda duş almak istediler ama bizleri “medeni ölü”ye çevirmeye uğraştılar... Bir an bile utanmadılar. Mahcup olmadılar.
Neyse ki Türkiye ölçeğinde önemli bir kısmı köklü ve gelenek sahibi olarak değerlendirilebilecek eğitim kurumlarının mensubu olan akademisyenler olarak bizler de bostanda yetişmemiştik. Bunu daha birinci günden söyledik. Üniversitelerimizi bostana çevrilmeye de terk etmedik. Esas biz dışarıda bile yapıp ettiklerimizle kurumlarımızın saygınlığını, kurumsallığını ve üniversitenin onurunu koruduk.
Terör vs. bağlantısına ilişkin iddialar akıldışıydı. Barış imzacısı akademisyenlerin toplum hayatındaki kaos, çatışma ve kargaşa karşısında düşünme ve sorgulama çabasında kullanabileceği uygun kavramlar ve yöntemler sunan bilim insanları ya da felsefeciler haricinde, sivil toplumsal alanı güçlendirecek mahiyetteki demokratik ve barışçı bir araya gelişler haricinde bir rehberliği veya bağlantısı yoktu. Toplumsal meselelere yapıcı bir perspektifle bakabilmek için ahlaki sorumluluk ilkesi çerçevesinde bu rehberliklerden yararlandık. Yararlanmaya devam ediyoruz.
Davranışlarımızı ya da faaliyetlerimizi yönlendirecek bir talimatı hiçbir yerden almadık, almıyoruz. Bu yargılama süreçlerinde yer alan hakimler ve savcılar, isimlerimizi ihraç edilmek üzere YÖK’e ihbar eden rektörler –ki bu onursuzluğu seçmeyen rektörler de oldu- aynı şeyi göğüslerini gere gere söyleyemezler. Söyleyemeyecekler. Onlar ihraç süreçlerimizin tetikçiliğini yapar ve AKP ile kola kola yürürken, “Kurumları koruduk” gibi sözlerle kapalı kapılar ardında AKP karşıtı çevrelere de yaranma çabasından hiç vazgeçmediler.
Bir gün her biri görev ve yetkilerini kötüye kullandıkları süreçlerle ilişkili olarak hukuk karşısında hesap verdiklerinde buna tanıklık eden çok şey, çok belge ve çok kişi olacak. Yargılanacaklar. Bundan hiç kuşkum yok.
Daha yazılacak çok şey var. Bugünlük böyle olsun... Kalanı geri döndüğümüzde. Sakince... (SÇ/TP)